7 Ekim’in üzerinden dört aydan fazla bir zaman geçti. Pek çok Filistinli ve Yahudi’nin yaşamı o günden beri altüst oldu. İsrail HAMAS’ın saldırılarına karşılık olarak aylardır Gazze Şeridi’ni havadan bombalayıp orada kara harekatı yürütürken, yüz yılı aşan Filistin-İsrail çatışmasında görülmemiş seviyede ölüm ve yıkıma da imza atıyor: En az 26 bin Filistinli katledildi, 1,7 milyon Filistinli evini terk etmek zorunda kaldı. İsrailli vatandaşların yaşamakta olduğu şok, acı, öfke ve yasın, haksız bir askeri saldırı ve savunmasız Filistinlilere yönelik kolektif cezalandırma operasyonuna dönüşmesi, sadece dünya kamuoyunda değil İsrail kamuoyunda da tepkilere neden oldu.
Bununla beraber bin 400 İsraillinin öldürüldüğü, yaklaşık 5 bin yaralının olduğu ve yabancılarla bebekler de dahil olmak üzere 240 kişinin Gazze’de bilinmeyen şartlar altında rehin tutulduğu bir süreçte, İsrail ana akım medyasının ana odağı Gazze’de süregiden katliamdan ziyade “Kara Şabat” olageldi. Gazze’deki yıkım ve ölüme tüm dünya şahit olurken, ana akım medyaya çıkan yorumcular, uzmanlar ve siyasetçiler, soykırım retoriği olarak nitelenebilecek ifadeler kullanmaya devam ediyorlar; “insan hayvanlarla” mücadele, Gazze’yi dümdüz etmek, Gazze’nin etnik temizliği.
Başbakan Binyamin Netanyahu, Gazze’ye yönelik operasyonların ilk günlerinde amacın “HAMAS’ın ortadan kaldırılması” olduğunu dile getirirken, ilerleyen zamanda Gazze saldırılarının amacının güncellendiği görüldü. Bu defa amaç hem HAMAS’ın tasfiyesi hem de tüm rehinelerin geri getirilmesi şeklinde açıklanmaya başlandı. Bunda şüphesiz İsrailli vatandaşların yaşadıkları şoku üzerlerinden atarak yer yer tepkilerini göstermeye başlamalarının da etkisi vardı. Nitekim İsrail’in Gazze’deki sivillere yönelik uyguladığı kolektif cezalandırma, tüm dünyanın tepkisini değilse de bugün “direniş ekseni” olarak adlandırılan kuzeyde Hizbullah’ın ve Kızıldeniz’de Yemenli Husilerin karşılık vermesine neden olunca İsrail’in güvenliğini sağlamak adına atılan adımların İsrail’i çok daha güvensiz hale getirdiği ve çok yönlü tehdit altında bıraktığı görülmüş oldu. Bu süreçte, sadece Gazze’ye yakın güneydeki yerleşimlerde yaşayanlara değil, Hizbullah saldırılarından dolayı kuzeydeki topluluklara da tahliye emri gelince 120 binden fazla İsrailli dahili mülteci haline geldi. Bu kişiler bir süredir ülke içinde çeşitli otellerde kalmaya devam ediyorlar.
7 Ekim saldırılarının doğurduğu şok ve sonrasında İsrail ordusunun orantısız saldırılarına rağmen devam eden roket saldırıları, vatandaşların bu yüzden yerlerinden edilmesi ve saldırılar sonrasında devlet müessesesinin koordine olarak herkese yardım etmede geç kalmış olmasından dolayı, gönüllülerin ve sivil toplum kuruluşlarının bir dayanışma ruhu içerisinde bir araya gelerek bu boşluğu doldurmalarının oluşturduğu kızgınlık hali, İsraillilerde derin bir güvensizlik hissi meydana getirdi. Bu durum, İsrail toplumunda halihazırda var olan kaygı hissiyatını da besledi. Neticede tüm yaşananlara yönelik iki toplumsal ve bireysel tepki oluştu. Bir kesim Gazze’de yaşananlara dair en ufak bir sözü, bir hatırlatmayı 7 Ekim’in, dolayısıyla Yahudi mağduriyetinin ve Holokostun inkarı olarak addetmeye başladı. Bir diğer kesim ise İsraillilerin başına gelenlerin müsebbibi olarak iktidardaki koalisyonu ve özel olarak Netanyahu’nun bizzat kendisini gördü. Başbakanın Kudüs’teki evinin önünde onu istifaya çağıran gösteriler düzenlemeye başladılar. Savaşın tam ortasında düzenlenmeye başlanan ve halen katılımcısı artarak devam eden bu gösterileri, pek çok İsrailli vatandaşın kabullenmesi zor oldu, bunu her yerden saldırı altında olan ülkelerine bir ihanet olarak algıladılar.
Savaşın ortasında bir başbakanın istifa ettiğini düşünmek zor olabilirdi; öte yandan bu başbakanın halen devleti yönetmeyi sürdürdüğünü görmek de zordu. Zira Filistinliler acımasız bir işgal altında yaşar ve alışılagelmiş bir biçimde öldürülürken, İsraillilerin güven içerisinde yaşayabileceğine dair doktrin, uzun yıllardır iktidar olan Netanyahu tarafından ortaya atılmamış mıydı? Filistinlilerin artık bir sorun olmaktan çıktığı, çatışmanın yönetilebilir olduğu düşüncesi ve İsrail’in bölgedeki Arap ülkeleriyle girdiği normalleşme süreci, Netanyahu’nun İsraillilerin sevgisini ve güvenini kazanmasını sağlamış; “Filistinlilerle ne yapacağız” meselesi neredeyse tamamen gündem dışı olmuştu. Öyle ki bu özgüven ve kibir, Gazze çevresindeki ordunun gardını düşürmesine ve sonuç olarak HAMAS’ın saldırılarının gerçekleşmesine yol açmıştı. İşte böyle düşünen kesimler, baskıcı işgal rejimi altında haklarından mahrum bırakılan Filistinlilerin zulme karşı başkaldırmalarını durduracak tek yolun herkes için adalet, herkes için eşitlik, herkes için münasip bir gelecek ve güvenlik olduğunu yüksek sesle ifade etmeye başladılar.
Sokağın Resmi: “Kendi Ülkemizi Kendimiz İnşa Ederiz”
Bir yanda İsrail solu olarak nitelenebilecek barış taraftarı vatandaşlar ve aktivistler, 7 Ekim öncesinde iktidarın yargı reformuna karşı her cumartesi yaptıkları gösterilerini bu defa Gazze’de ateşkes çağrıları yapmak suretiyle gerçekleştirmeye devam ediyorlar. Ateşkes ve rehinelerin dönüşü, pankartlardaki ve söylemlerdeki başat çağrılar olmakla beraber; İsrail’in pervasız saldırılarının artmasıyla beraber “Soykırımı durdur”, “Ölümlere son” gibi ifadeler de göstericilerin taşıdıkları pankartlarda görülüyor. Şüphesiz bu olanların sorumlusu olarak görülen Netanyahu’yu suçlayan pankartlar da var: “Netanyahu: Çöküş Sebebisin. Git”, “Seçimler, şimdi”. Barışın bir araya gelerek sağlanabileceğine inanan göstericiler, sadece İsrailli Yahudilerden müteşekkil değil, İsrailli Filistinliler de bu protestolara katılıyorlar ve bu bağlamda en çok öne çıkan ise “toplumu değiştirmek için beraber çalışalım” ve “kendi ülkemizi kendimiz inşa ederiz” sloganları üzerinden yapılan yeni bir toplum ve düzen çağrısı. Öte yandan barış ve ateşkes taraftarlarını engellemek isteyen kesim de sokaklarda: İktidardan aldığı talimatla göstericileri bastırmaya çalışan kolluk güçleri ve bunları vatana ihanet ile düşmanla iş birliği olarak gören aşırı sağ-dindar kesim.
Bu tepkilerden nasibini en çok İsrailli Filistinliler alıyor. İsrail içindeki Filistinli vatandaşlar ve işgal altındaki Doğu Kudüs’teki Filistinliler sadece kolluk güçlerinden değil Yahudi vatandaşlardan da eziyet görüyorlar. Gösterilere katılan yüzlerce Filistinli ve Yahudi, uzun süre gözaltında tutuldu; işlerinden kovuldu ya da uzaklaştırıldı. Bazıları fakültelerinden atıldı, vatandaşlığının feshiyle tehdit edildi. Filistinli vatandaşlar, gösterilerde boy göstermemiş olsalar da sosyal medyada savaş karşıtı çağrı yaptıkları, Gazze’de öldürülen çocuklara karşı gösterdikleri üzüntü ya da Kuran’dan ayetler paylaştıkları için bu muamele ile karşı karşıya kaldılar. Polis, ateşkes çağrısı yapan gösterileri yasakladığını ilan etti; hatta İsrail emniyet amiri Kobi Şabtai “Gazze ile dayanışma göstermek isteyen buyursun göstersin. Onları alıp şu an oraya gitmekte olan otobüse bindireceğim” dedi.
Göstericilere ve Filistinli vatandaşlara saldırmayı şiar edinmiş şiddet yanlısı sağ kanat çeteler de üniversite kampüslerinde Arap öğrencilere saldırdılar; hatta İsrail’in politikalarını eleştiren sol eğilimli ultra-Ortodoks gazeteci İsrael Frey’in Bnei Barak’taki evi de bu çetelerin hedefi oldu; saldırganlar evini ateşe vermeye çalıştılar. Polis, göstericileri yüzler halinde derdest ederken, farklı olaylara karışan böylesi saldırganlardan sadece dört tanesi gözaltına alındı. Tüm bu yaşananlar İsrailli Filistinliler nezdinde korku oluşturdu. Öyle ki, pek çoğu, sosyal medya profillerini kapattı; gündelik işleri için dışarı çıktıklarında Yahudi çoğunluğun olduğu bölgelerden geçmekten sakınmaya başladı.
İsrailli Yahudilerin 7 Ekim saldırıları karşısında yaşadığı şokun, İsrailli sol kesimde bir suskunluğa neden olduğu da bir vakıa. Giderek daha otoriter hale gelen bir rejimde, temel hakları engellenenler adına konuşmamayı tercih etmelerinin ve Gazze’de öldürülen sivillerin yanında durmamalarının Filistinliler nezdinde belli bir hayal kırıklığı doğurduğunu da not etmek gerekir. Bu, Filistin-İsrail meselesinin evrensel insan haklarını ve evrensel insani değerleri derinlemesine benimsemiş olsa da kişilerin bir günden diğerine nasıl da savrulabildiğine sebep olan çözülmesi zor bir çatışma olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Aşırılıklar devam ettiği müddetçe, bu şiddet fırtınasında Filistinli ve Yahudilerin beraber çalışmak adına ilham verici girişimlerde bulunması maalesef daha da zorlaşacaktır. Fırtına, ortak çabaları süpürüp atarken; gerçek korku, kaygı ve yas, geçmişin kolektif travmaları bağlamında karşılıklı olarak su yüzüne çıktıkça, yıkıcı bir güvensizlik ve umutsuzluk dinamiği kaçınılmaz olarak oluşacaktır.
Sokaktan Anketlere Yansıyan-Yansımayan Tutumlar
Anketlerde İsrail toplumunun pek çok konuda ziyadesiyle ayrıştığı görülse de bir konuda genel bir tutum olduğu görülüyor. Savaş sonrasında kimin başbakan olmasının istendiği sorusuna verilen cevaplardan kimin istenmediği açıkça anlaşılıyor. İsrail sokağı, savaş sonrasında seçimler olursa Netanyahu’ya güvenmeyecek. Sokağın en fazla güvendiği muhtemel aday ise Benny Gantz görünüyor. Hatta kamuoyu araştırmalarına göre Netanyahu’nun partisi Likud üyelerinin sadece üçte biri savaş sonrası bir seçimde Netanyahu’yu destekleyeceğini söylüyor. Tel Aviv Üniversitesi Barış İndeksine göre katılımcıların yüzde 49,5’i İsrail ordusuna (IDF) Başbakandan daha çok güvendiğini belirtti; sadece yüzde 7,3’lük bir kesim Netanyahu’ya daha çok güvendiğini ifade etmiş.
Savaşın sürdürülmesi hususunda sağ ve solda keskin bir ayrım göze çarpıyor. İsrail solunun yüzde 28’i savaşın sürmesini desteklerken, bu oran merkezde yüzde 57’ye, sağda yüzde 78’e çıkıyor. Sol, Hizbullah ile bir savaş istemezken (yüzde 32), merkez (yüzde 50) ve sağ (yüzde 67) bir cephenin daha açılmasını memnuniyetle karşılayacakmış gibi duruyor. Madgham Enstitüsü’nün yaptığı bir ankete göre, Gazze’de kara harekatını destekleyenlerin oranı yüzde 44, buna karşı olanlar ise yüzde 39. Gazze’ye Yahudi yerleşiminin geri dönüşü konusunda destek, şaşırtıcı olmayan bir şekilde sağdan geliyor (yüzde 53), sol bunu desteklemiyor (yüzde 8).
7 Ekim ve sonrasındaki gelişmeler göz önüne alındığında İsrail kamuoyunda hem değişim hem de süreklilik göze çarpıyor. Her ne kadar toplumda sağa doğru topyekün bir kayma gözlenmese de; İsrail Demokrasi Enstitüsü ve Tel Aviv Üniversitesi Barış İndeksinin yapmış olduğu kamuoyu yoklamaları İsraillilerin, Filistin-İsrail çatışmasına yönelik daha şahin bir tutum takınmaya başladığını gösteriyor. Ateşkes ve barış gösterilerine katılım oranı her cumartesi artıyor olsa da Filistin yönetimi ile barış görüşmelerine dair destek, Eylül’deki yüzde 47,6 oranından 7 Ekim sonrası yüzde 24,5’e düşmüş durumda. Az da olsa iki devletli çözüme yönelik destek de düşmüş görünüyor; yüzde 37,5’ten yüzde 28,6’ya. İsrailli Filistinliler nezdinde bu oran hemen hemen aynı kalmış (yüzde 70). Ankete katılanlardan yüzde 36’sı savaş başladığından beri daha sağcı olduğunu belirtiyor. Bu oranlar, tüm kamuoyuna atfedilemeyeceği gibi İsrailli Yahudi kamuoyu nezdinde Holokosttan sonra en büyük travma olarak addedilen 7 Ekim sonrası böylesi yansımaların şaşırtıcı olmadığını kaydetmek gerekir.
Peki Ya Sonrası?
İsrail kamuoyundaki tutumların daha net görülebilmesi için belki biraz daha zamana ihtiyaç var ancak bir şey ayan beyan ortada: Netanyahu dönemi ve ona ait olan çatışmanın yönetilebileceği doktrini miadını doldurmuş durumda. İsrail’de şekillenmekte olan yeni siyasi haritada; Itamar Ben Gvir ve Bezalel Smotrich liderliğinde bir aşırı sağ kanat, muhtemelen Benny Gantz ve Yair Lapid liderliğinde bir merkez oluşum ve İşçi Partisi, Meretz ve benzeri partilerden oluşacak bir merkez sol görmek mümkün olabilir. Bu kanat, iki devletli çözüm taraftarı, Filistin yönetimi ile müzakerelere açık bir siyasa sergileyebilir. Özetle gelecek dönemde yeni gerçeklikler ışığında yeni söylemlerin inşa edilmesine ihtiyaç vardır. İsrail kamuoyunun adaletsiz, eşitsiz ve bu haliyle hiçbir şekilde sürdürülemez olan ve güven vaat etmeyen bir sistemde yaşanamayacağını kabul etmesi gerekecektir.