Kriter > Dosya > Dosya / Toplum |

Bir Ontolojik Güvenlik Sorunu Olarak Self Oryantalizm ve Osmanlı Modernleşme Tarzı Üzerine Bazı Düşünceler


Batı dışı toplumların “kendi kendilerini Doğululaştırma”sı olgusuna karşılık gelen ve bir tür “içselleştirilmiş oryantalizm” olarak karşımıza çıkan self oryantalizm, basitçe oryantalist bilgi sisteminden türeyen Batılı söylemlerin, Batı dışı toplumlarda “Doğulular” eliyle savunulması ve bu söylemlerin çeşitli araçlarla desteklenmesi süreçlerini içerir. Bu bağlamda, oryantalizmin tarihsel ve sosyolojik köklerine/kodlarına Batı modernleşmesi kazılı iken, self oryantalizmin arka planında Batı dışı modernleşme tecrübelerinin baskın rolünün bulunduğu fark edilir.

Bir Ontolojik Güvenlik Sorunu Olarak Self Oryantalizm ve Osmanlı Modernleşme

“Avrupalı seçkinler yerli ahaliden elit bir tabaka yetiştirmeyi kendilerine iş edindiler. Gençlerden yetenekli olanları seçerek onların alınlarını Batı kültürünün ilkeleri ile dağladılar. Ağızlarına deve hamuru misali büyük laflar soktular. Bunlar, sömürgeci ülkede kısa bir müddet kaldıktan sonra bütünüyle değişmiş olarak anayurtlarına dönüyorlardı. Canlı yalan makinalarının kardeşlerine söyleyecek bir şeyleri kalmıyordu. Sözleri yankılardan ibaretti. Paris’ten, Londra’dan, Amsterdam’dan biz ‘Parthenon! Kardeşlik!’ dedikçe, Afrika’nın ya da Asya’nın herhangi bir yerinde ‘…thenon …deşlik’ yankıları duyuluyordu. Bu, altın çağdı.”

Jean Paul SARTRE

 

Sıklıkla Tanzimat Devri zihniyet dünyası ile özdeşleştirilen Osmanlı modernleşme tarzının, Cumhuriyet Devri’nden itibaren “Tanzimat kafası” etiketi altında oldukça sert eleştirilerin muhatabı olduğu hepimizin malumudur. Bu bağlamda, söz konusu kalıplaşmış ifadenin, eleştiri getiren şahsiyetlerin ideolojik arka planına göre farklı anlamlar kazanabildiği fark edilir. Nitekim “Tanzimat kafası”, kimi ideolojik bakış açılarına göre modernleşmeyi tatbik etmek şöyle dursun idrakten yoksun olduğu aşikâr olan Osmanlı elitinin eski ve yeniyi sentezlemeye çabasının “gülünçlüğünü” ve “beyhudeliğini”, kimi perspektiflere göre ise modernleşmeyi bir tür “taklitçi Batılılaşma” olarak algılayan Osmanlı elitinin sahip olduğu “sığ” ve “utanç verici” zihniyet dünyasını temsil eder. Peki gerçek bu mudur?

Bu kısa yazıda, başlıktan da anlaşılabileceği üzere evvela oryantalizm, self oryantalizm ve ontolojik güvenlik gibi kavramları ele almak suretiyle bu kavramların bizlere işaret ettiği olgular arasında kurduğumuz ilişkiler üzerinden birtakım analizlerde bulunmaya çalışacağız. Hemen ardından bahse konu analizler yardımıyla Osmanlı modernleşme tarzının genel karakterine dair bazı sorular ortaya atmayı ve kimi fikirler ileri sürmeyi deneyeceğiz.

 

Oryantalizmden Self Oryantalizme…

Oryantalizmi, Batı toplumunun modern dönemde geçirdiği tarihsel ve sosyolojik süreçlere koşut olarak kendi ötekisine dair geliştirdiği bir fikir yapısı, kolektif bir zihniyet ve modern bir bilgi sisteminin en genel ifadesi olarak tarif edebiliriz. Dolayısıyla o, her şeyden evvel aralarında derin-kurucu ilişkiler bulunan modernliğin bir ürünüdür. Bu perspektiften modernliğin, Batı’nın kendi dışındaki toplumlara dair çarpıtılmış bakış açısının ve bu bakış açısından türeyen eylemlerinin kök nedenlerinden biri konumunda olduğu fark edilir. Diğer bir ifade ile Batı toplumunun kolektif zihin dünyasında yer edinen çarpıtılmış Doğu tasavvurunun kökenlerini, modernleşen Avrupa toplumunun yaşadığı ideolojik dönüşümde aramamız gerekir. Zira Aydınlanmacı, Avrupa-merkezci ve ilerlemeci söz konusu ideolojik bagaj, oryantalist bilgi sisteminin Batı dışı toplumlara dair temel perspektifini oluşturur. Buna karşılık oryantalist bilgi sistemi de emperyal arzulara sahip Batı modernliğinin iktidarını kültürel bir hegemonyaya tahvil edecek bir geçmiş, şimdi ve gelecek anlatısı kurgular.

Oryantalist bilgi sisteminde metinler yoluyla ve söylem düzeyinde inşa edilen hayali Doğu imgesi, Batı dışı toplumların, aralarındaki türlü farklılıklar görmezden gelinerek tek tipleştirilmesi işlemini ifade eder. Edward Said, hayali Doğu’nun, Doğu’nun gerçekliği ile yer değiştirmesi işlemini “Doğululaştırma” faaliyeti olarak adlandırır ve bu süreçte Batı dışı toplumların konumunu açıklamak üzere Marx’ın, küçük köylü sınıfının temsili üzerine yaptığı bir tespiti hatırlatır: Zira “Onlar (Doğulular), kendi kendilerini temsil edemezler, temsil edilmek zorundadırlar.” Bu bağlamda “Doğu’nun Doğululaştırılması” faaliyetinin, Doğu’nun yalnızca Batı modernliği tarafından “keşfedilmesi” yoluyla değil, aynı zamanda “Doğuluya” dönüştürülebilmesi ve buna boyun eğdirilebilmesi sayesinde gerçekleştirilebildiği fark edilir.

Said, Batı dışı toplumların kendilerine sunulan Doğu imajına “rıza göstermelerinin” teorik temelini A. Gramsci’nin yukarıda da sözünü ettiğimiz “hegemonya” kavramı üzerinden açıklamaya çalışır. Bir toplumda ortaya atılan belirli bir düşüncenin diğer toplum kesimleri tarafından kabul görmesini sağlayan yegâne yolun baskı ve şiddet olmadığına dikkat çeken Gramsci, alternatif tercihin “toplumsal rıza” olduğunu ve bu tercihin imkânlarının da kültürel hegemonyanın varlığına bağlı bulunduğunu ifade eder. Oryantalizmin Batı dışı toplumlara dair en önemli tehditlerinden biri de bu noktada açığa çıkar. Zira bahse konu rızanın tesisi nedeniyle yalnızca Batı değil, Batı dışı toplumlar da artık kendilerini ve aiti oldukları bütünü, bir Batılı gibi görme ve değerlendirme alışkanlığı elde ederler. Bu sıra dışı tablo, yolumuzu oryantalizmle sık anılan bir başka önemli kavram olan self oryantalizme götürür.

Batı dışı toplumların “kendi kendilerini Doğululaştırma”sı olgusuna karşılık gelen ve bir tür “içselleştirilmiş oryantalizm” olarak karşımıza çıkan self oryantalizm, basitçe oryantalist bilgi sisteminden türeyen Batılı söylemlerin, Batı dışı toplumlarda “Doğulular” eliyle savunulması ve bu söylemlerin çeşitli araçlarla desteklenmesi süreçlerini içerir. Bu bağlamda oryantalizmin tarihsel ve sosyolojik köklerine/kodlarına Batı modernleşmesi kazılı iken, self oryantalizmin arka planında Batı dışı modernleşme tecrübelerinin baskın rolünün bulunduğu fark edilir. Zira self oryantalizm de oryantalizm gibi modern Batıcı bakış açısının bir ürünüdür. Dolayısıyla Batı dışı toplumlarda ortaya çıkan self oryantalist hegemonyaya genel karakterini bahşeden esas unsurun, o toplumlarda sonradan ortaya çıkan ve bir tasarım ürünü olan modernleşme mekaniği olduğunu kabul etmek gerekir.

Self oryantalizm, “modernleşme” ve “medenileşme” adı altında kendilerine Batılılaşma misyonu edinmiş kimi “Doğulu” elitlerin, aiti oldukları toplumlara dair geliştirdikleri oryantalist bakışı ifade eder. Söz konusu bakışın elit tabaka arasında hegemonya kurmasıyla oryantalizm, modern Batı’nın merkezden çepere doğru yaymaya çalıştığı bir dış ideoloji olmaktan çıkarak Batı dışı toplumlarda “Doğulular” eliyle çeperin merkezinden çeperin çeperine doğru yayılmaya çalışılan bir iç mühendislik projesine dönüştürülür. Söz konusu mühendislikte toplum, sosyolojik bir zaviyeden değil, matematik ve doğa bilimlerinin varsayımları ile öngörüleri üzerinden adeta yeniden kurgulanmaya çalışılır. Bu bağlamda self oryantalizmin, “Doğu’nun Doğululaştırılması” çabası ile yetinmediği, fikrî bir hegemonya kurması halinde bunun da ötesine geçerek modernleşme programı adı altında “Doğu’nun Batılılaştırılması” gayretine de giriştiği ortaya çıkar. Diğer bir deyişle self oryantalizm, Batı dışı toplumları önce üzerinde bulundukları gerçeklik zemininden kopararak onları hayali/çarpıtılmış ve karikatürize bir “Doğu” portresine ikna etmeye çalışır, ardından bu portreden kurtuluş için modernleşme adı altında Batılılaşmayı şart koşar. Dolayısıyla o, oryantalizmin bir türevi olmasına karşın sahip olduğu bu çifte etki sayesinde ondan çok daha etkili (ve tehlikeli) bir silaha dönüşür.

Bir toplumda self oryantalizmin, bilhassa devlet aygıtı ile aydınlar eliyle savunulan, dahası icra edilen bir projeye dönüşerek güç kazanması, o toplumu aynı zamanda derin bir kimlik bunalımına sürükler. Söz konusu kimlik bunalımının bir diğer ifadesi ontolojik güvenlik krizidir. Bu noktada self oryantalizmin, toplumda neden olduğu manevi/psikolojik yıkımlardan biri olarak beliren ontolojik güvenlik krizinin neye karşılık geldiğini ve konumuz açısından taşıdığı önemi ele alma gerekliliği ortaya çıkar.

 

Ontolojik Güvenlik

Ontolojik güvenlik; psikolojide ortaya çıkan, ardından sosyoloji disiplini içinde geliştirilen bir kavram olmasına karşın son yirmi yıldır sıklıkla uluslararası ilişkiler disiplini kapsamında incelenmekte, bu nedenle kavram modern devlet ve devletlerarası ilişkileri odağına alan yeni bir teorik bakış açısı (Ontolojik Güvenlik Teorisi) üzerinden yeniden yorumlanmaktadır. Buna karşılık biz bu yazıda söz konusu kavramı incelerken daha ziyade toplumu, onun kimlik ve siyasetle kurduğu ilişkileri odağa alan bir siyaset sosyolojisi bağlamını tercih edecek ve bu perspektif üzerinden ontolojik güvenliğin self oryantalizm ile ilişkilerine dikkat çeken bir açılımda bulunmayı teklif edeceğiz.

Siyaset sosyolojisi açısından ontolojik güvenlik, bir toplumun kendi varoluşu, kolektif kimliği ve zihin dünyası üzerinde doğrudan ve fiili hakimiyetinin imkanlarına işaret eden bir kavramdır. Toplumun kendini tanımlama özgürlüğüne ve kudretine referansta bulunan söz konusu imkanın, toplumun varoluşu, kolektif kimliği ve zihin dünyası üzerinde dışarıdan kurulabilecek her türlü hegemonyayı reddettiğini peşinen ifade etmek gerekir. Dolayısıyla eğer bir toplum kendi varoluşunu tanımlayabilecek ve bu tanımın sürekliliğini temin edebilecek kudret ve salahiyete sahip ise ontolojik açıdan güven duygusu içinde bulunduğundan söz edilebilir. Dolayısıyla ontolojik güvenlik, egemen bir toplumun en temel alametlerinden biri sayılabilecek “kendi olma”, “kendini belirleme” ve “kendinden emin olma” haklarının farkında olma ve bu hakları kullanabilme kudretinin doğal bir sonucu olarak belirir.

Elbette toplumun kolektif varoluşu tümüyle kendinden menkul bir mahiyete sahip olmak yerine öteki toplumlarla girilen ilişkide açığa çıkan etkileşimsel bir kaynaktır. Ancak burada ince bir ayırımda bulunmak gerekir. Zira bu varoluşun şifrelerini bünyesinde barındıran kolektif kimlik, öteki toplumlarla girilen ilişkide ortaya çıkmasına karşın bahse konu kaynağın merkezindeki özne yine toplumun bizatihi kendisidir. İlgili süreçte toplum, öteki toplumları referans almak suretiyle kendi varoluşunun imkan ve sınırlılıklarını keşfeder yahut belirler. Bu bağlamda ontolojik güvenlik, etkileşimsel bir zeminde kurulmasına karşın özgün karaktere sahip kolektif bir kimliğin varlığına ve bu kimliğin korunmasına dair öz farkındalığa ihtiyaç duyar. Buna karşılık söz konusu kimliğin varlığı ve korunması, ontolojik güvenliğin tesisi için tek başına yeterli değildir. Zira toplumu oluşturan ve şekillendiren kolektif kimliğin öteki toplumlar ve topluluklar nezdinde de tanınması gerekir. Tanınma, kolektif kimliğin ilişkisel boyutuna işaret eder. Söz konusu tanınma gerçekleşene dek kolektif kimliğin ontolojik güvenliği (içselleştirilmiş) dış tehditlerin olası etkilerine açık kalır.

Ontolojik güvenlik, bir toplumun kuruluşu ve varoluşunun “sine qua non”udur. Zira ancak ontolojik güvenliğin tesisi yoluyla bir toplum kendi varoluşundan emin olabilir. Bu açıdan söz konusu konsept, kendi varlığından haberdar olma ve güvende olma duygularının sosyolojik, psikolojik, felsefi ve nihayetinde siyasi zeminine referansta bulunur.

Literatürde, ontolojik güvenlik kavramının mahiyetinde istikrar ve devamlık olmak üzere iki önemli asli unsurun bulunduğundan söz edilir. Söz konusu unsurlar, toplumun yerleşik davranış kalıplarının, otobiyografik anlatılarının ve rutinlerinin sürekliliğine işaret eder. Ancak ontolojik güvenlik, söz konusu unsurların yanı sıra kolektif kimliğin bütünlüğü, tutarlılığı ve geçerliliğine yönelen güven duygusunun incelikli bir ifadesidir. Bu bağlamda bir ontolojik güvenlik krizi, aynı zamanda toplumsal ve siyasi düzeyde gerçekleşen derinlikli bir kimlik krizinin ilanıdır. Zira kendi varoluşlarına dair derin ontolojik krizler (büyük korku ve kaygılar, sorgulamalar, belirsizlikler ve travmalar) ile boğuşan toplulukların toplum olma hususiyetleri tartışmalı hale gelir. Ancak ontolojik güvenliklerinden emin topluluklar, diğer bir deyişle kendi varoluşuna ve bu varoluşun korunduğuna dair güçlü bir algıya sahip topluluklar, toplum olma hususiyetlerinin kurucu sosyolojik, psikolojik, felsefi ve siyasi gereksinimlerini karşılamış olurlar.

Buraya dek ifade ettiğimiz hususlar dikkate alındığında self oryantalizm ile ontolojik güvenlik olguları arasında ters yönde ve güçlü bir korelasyonun bulunduğu kolayca fark edilebilir. Zira bir toplumda self oryantalizm olgusunun varlığı, ontolojik bir güvenlik riskinin varlığına işaret eder. Bu bağlamda self oryantalizm ve ontolojik güvenlik sorunları arasında güçlü bir neden-sonuç ilişkisi bulunur. Self oryantalizmin, Batı dışı toplumların geçirdiği modernleşme süreçlerinde ortaya çıkabilen bir olgu olduğu göz önünde bulundurulduğunda, söz konusu toplumların, bünyelerinde barındırdıkları self oryantalist eğilimlerin hegemonik gücüne bağlı olarak ontolojik bir güvenlik krizi ile karşı karşıya kalma ihtimallerinin/risklerinin bulunabileceğini ifade etmek gerekir. Bu durum, Batı dışı toplumlarda ortaya çıkan modernleşme iradesi ve uygulamalarının beklenen pozitif etkilerinin yanı sıra olumsuz birtakım sonuçlarının da bulunabileceğine işaret eder.

harita işaretleri

Osmanlı Modernleşmesi

Self oryantalizmin, ontolojik güvensizlik olgusu bağlamında Batı dışı toplumlarda ortaya çıkarabileceği etkileri, Türkiye’nin modernleşme serencamı üzerinden değerlendirmek mümkündür. Bu bağlamda Türk modernleşme projesini self oryantalizm olgusundan bağımsız ele almak, bilinçli yahut bilinçsiz bir biçimde söz konusu projenin hikayesini eksik anlamaya ve/veya anlatmaya karşılık gelir. Dolayısıyla tarihsel temellere gidildiğinde, Tanzimat Devri’nin, yalnızca Türk modernleşmesinin fikri bir miladı değil, aynı zamanda oryantalist bilgi sisteminin Türk düşüncesine sızma sürecinin de başlangıcına işaret eden önemli bir dönem olduğunu kabul etmek gerekir. Zira Osmanlı elitleri arasında topluma self oryantalist bakışın ilk ve açık örneklerinin bu devre ait olduğu fark edilir.

Tanzimat Devri’nde self oryantalist bakış açısına sahip Osmanlı entelektüellerine bir örnek vermek gerekirse akla ilk gelen isim İbrahim Şinasi’dir. Şinasi’nin, sonraları kimi yazarlar tarafından “komplekssiz Batıcılık” olarak ifade edilen modernleşme anlayışında, din, kültür ve gelenek gibi bagajların modernleşmeye mani olduğuna ilişkin sonradan yaygınlaşacak olan kanaatin güçlü tohumları bulunur. Bu bakış açısında “geçmiş değerlerden kurtularak yeni değerlere geçişi” ifade eden ve “Avrupa’ya ait bir hal” olarak tanımlanan medeniyet, topluma yeni bir din kisvesinde takdim edilir. Osmanlı’nın kurtuluşunu bu medeniyete dahil olmaya bağlayan Mustafa Reşid Paşa, Şinasi’nin kasidelerinde “medeniyet dininin peygamberi” olarak dinin emirlerini insanlara ileten kişi olarak selamlanır, kendisine insanüstü vasıflar atfedilir ve İslam peygamberine mahsus sıfatlarla anılır. Batılı bir anlayışla kaleme alınan ve dönemin reform programının çerçevesini oluşturan hukuk metnini (Tanzimat Fermanı) “Avrupalı bir güzele” benzeten ve Osmanlı’ya “şan verdiğini” savunan Şinasi, söz konusu fermanla Tanzimat’ı “açan” Reşid Paşa’nın kanunlarını “ayet” mertebesine yükseltir ve bu “kutsal” metinlerin Sultan’a dahi “haddini bildir”eceğini haykıracak kadar kendinden geçer.

Ömrünün yaklaşık dokuz yılını geçirdiği Paris şehrinde, içinde bulunduğu oryantalist çevrenin dolaysız etkisiyle şekillenen self oryantalist zihin dünyasında, Osmanlı medeniyetine ait unsurları kesin bir tavırla dışlayan ve onun yerine yerleştirdiği Batı medeniyetini eleştirilmesi mümkün olmayan, kutsal bir makamda konumlandıran Şinasi’nin bu anlamda yalnızca zihnen/fikren değil, aynı zamanda şahsi ve kurumsal münasebetler düzeyinde de oryantalizm ile oldukça sıkı bağlar geliştirdiğini ifade etmek gerekir. Zira kendisi Paris yıllarında ilk olarak Ustazâde Samuel de Sacy, Alphonse de Lamartine, Ernest Renan, Pavet de Courteille ve Thomas-Xavier Bianchi gibi dönemin birçok ünlü oryantalisti ile tanışır ve bazılarıyla şahsi yakınlık kurar. İkinci olarak Şinasi, Said’in ifadesiyle uzun yıllar oryantalist dünyanın merkezi sayılan Paris’teki Société Asiatique adlı ünlü oryantalist derneğe, yine oryantalist Fransız dostları aracılığıyla üye olur ve bahse konu resmi bağ yıllar boyu devam eder. Bu bağlamda söz konusu mensubiyet, onun oryantalizmle kurduğu bağların fikri bir temel ve şahsi ilişkiler düzeyi ile yetinmediğini, resmi/kurumsal düzeye dek eriştiğini gösterir.

Öte yandan, Şinasi’nin geliştirdiği ve self oryantalist bir karaktere sahip olduğu açık olan tavrın, şaşırtıcı bir biçimde Tanzimat Devri Osmanlı aydın kuşağı içinde büyük ölçüde sahiplenilmediğini ve neredeyse İkinci Meşrutiyet Devri’ne dek istisna olarak kaldığını ifade etmek gerekir. Öyle ki, yıllarca gazetesinde çalıştığı Şinasi’yi pek çok açıdan kendine örnek aldığını ifade etmekten çekinmeyen, dahası onu “Yeni Osmanlıların üstadı” olarak niteleyen Namık Kemal dahi bu konuda Şinasi ile farklı fikirlere sahiptir. Nitekim Kemal’in Renan Müdafaanamesi ile Avrupa Şark’ı Bilmez başlıklı eleştiri yazıları incelendiğinde, kendisinin tarihsel açıdan oldukça erken sayılabilecek bir dönemde oryantalizme karşı bilinçli bir karşı duruş geliştirdiği fark edilebilir.

Netice itibarıyla Cumhuriyet Devrine dek Osmanlı elitleri arasında bir self oryantalizm hegemonyasından söz etmek mümkün görünmemektedir. Ancak Cumhuriyet Devrinden itibaren Türk modernleşmesi yeni bir kurucu kodla ivmelenecek, dahası boyut değiştirecektir. Bu bağlamda Osmanlı idarecileri ile aydınlarının ekseriyetinin üzerinde uzlaştıkları klasik modernleşme formülünün, “Batı’nın ilmini, fennini alalım, kültürünü dışarıda bırakalım” şeklinde ifade edilen ve kolektif kimlik ile kültürü koruma hassasiyetini ön plana alan bir bakış açısına dayandığını hatırlatmak gerekir. Osmanlı modernleşmesinin sıklıkla sözü edilen ikici/düalist, tedrice dayalı ve sentezci genel karakterinin arka planında şüphesiz söz konusu hassasiyet bulunur.

Osmanlı modernleşme formülü, bilinçli yahut sezgisel bir biçimde (sonraları Ziya Gökalp’in eserlerinde açıkça ifade edeceği üzere) medeniyet (modernleşme) ve kültür (Batılılaşma) arasında önemli bir fark bulunduğunu, dolayısıyla Batı medeniyetini kabul etmenin, onun kültürünü de kabul etmeyi zorunlu kılmadığını varsayar. Söz konusu varsayımın isabetli olup olmadığı veya bu varsayım temelindeki gayretlerin belirgin bir başarı elde edip edemediği hususları farklı tartışmaların konusudur. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta, Osmanlı elitlerinin kolektif kimlik ve kültürü koruma motivasyonu temelinde modernleşme ile Batılılaşma arasına bir fark koyarak Batılılaşmayı ilkesel düzeyde reddeden bir tavır geliştirmeleridir.

Osmanlı modernleşme tarzı ve hassasiyetlerine dair ifade ettiğimiz hususlar ontolojik güvenlik kavramının mahiyetiyle birlikte düşünüldüğünde ortaya oldukça ilgi çekici bir tablonun çıktığı görülür. Zira Osmanlı seçkinlerinin, modernleşme sürecinin beraberinde getirdiği Batılılaşma olgusunun, toplumsal ve siyasi bağlamıyla ontolojik güvenliği tehdit eden bir muhteviyata sahip olduğunun farkında olduğu anlaşılır. Bunun da ötesinde Osmanlı tecrübesi, modernleşmeyi kabul ederken Batılılaşma olgusuyla mücadele edilmesi gerektiğini ortaya koyar. Bu bağlamda, sıklıkla “yüzeysel”, “taklitçi” ve “eklektik” gibi pejoratif nitelemelerle itham edilen Osmanlı modernleşme tarzının, yaygın kanının aksine Batılılaşmaya yönelik sonraları kaybedildiği anlaşılan incelikli bir kavrayış ve karşı duruş geliştirdiği fark edilir. Söz konusu kavrayış ve karşı duruşu dönemin Osmanlı romanında dahi rahatlıkla görebilmek mümkündür. Tanzimat Devri Osmanlı aydınının zihniyet dünyasının bir yansıması olarak ele alınması gereken Tanzimat romanı incelendiğinde, söz konusu romanın ana temalarından birinin, modernleşmeyi bir tür taklitçi Batılılaşma olarak algılayan ve hayatlarını bu algı üzerine tanzim eden self oryantalist (Batıcı) şahsiyetlerin (Felatun Bey ile Bihruz Bey gibi karakterler) içine düştükleri gülünç ve/veya trajik durumların radikal eleştirisi olduğu fark edilir.

Görüldüğü üzere Osmanlı idarecileri ve aydınlarının, toplumun kolektif kimliği ve kültürünü koruma hassasiyetlerinin de arka planında, artık hayatiyeti tehlikeye düştüğü aşikar olan ve büyük bir beka sorunu ile boğuşan Osmanlı realitesinin varlığını yalnızca fiziki düzeyde değil, aynı zamanda ontolojik düzeyde de temin etmeyi amaçlayan incelikli bir bakış açısı geliştirme arayışı bulunmaktadır. Diğer bir deyişle Osmanlı elitleri, devletin beka sorununu, yabancı devletlerin orduları tarafından devletin parçalanması ve/veya yıkılmasından ibaret görmüyor, aynı zamanda toplumun kimliği ve kültürünün ontolojik düzeydeki güvenliğini de beka sorunu ile doğrudan alakalı bir mesele olarak görüyorlardı. Bu bağlamda, “Batı’nın ilmini, fennini alalım, kültürünü dışarda bırakalım” şeklinde klasikleşen Osmanlı hassasiyetini, “Modernleşelim fakat (self) oryantalistleşmeyelim” şeklinde yorumlamak da mümkündür.

Son olarak, Osmanlı modernleşmesinin, imparatorluğun yüz yüze kaldığı türlü problemler ve imkansızlıklar içinde geliştirmiş olduğu hassasiyetler, incelikler, kavrayışlar ve arayışlara karşılık söz konusu modernleşme tecrübesinin “Tanzimat kafası” vb. etiketler üzerinden mahkum edilmesi hususu üzerinde ayrıca durmak gerekir. Bu noktada imparatorluğun, tarihsel sürecin bir sonraki aşamasında yıkılmasının, Osmanlı modernleşmesinin “başarısızlığının” (mahkum edilmesinin) adı konmamış gerekçelerinden biri olarak ileri sürüldüğü fark edilir. Bu basit ve düz mantığa göre “Modernleşme sürecindeki bir devletin yıkılışı her türlü çabaya rağmen önlenememişse o devletin yürütmüş olduğu modernleşme programı başarısız demektir.” Oysa Osmanlı İmparatorluğu, Batılı devletlerin siyasi bir tercihi yahut ordularının dolaysız bir müdahalesi neticesinde değil, devletin modernleşme sürecinin gerekli görülen ileri bir aşaması olarak bizzat kendi askeri, bürokratik ve siyasi kadroları tarafından tasfiye edilmişti. Dahası, söz konusu büyük siyasi kararın (tasfiye) toplum nezdindeki meşruiyetini perçinlemek üzere imparatorluğa dair her şey gibi onun modernleşme tarzı ve tecrübesi de karikatürize edilmek suretiyle mahkum edilmişti. Dolayısıyla bugün zihinlerimizde Osmanlı modernleşme tarzı ve tecrübesinin “başarısız” görünmesinin en temel gerekçelerinden birinin, bu algıyı besleyen kurucu söylemlere fazlasıyla maruz kalmanın bulunduğu fark edilmektedir. Bu bağlamda, Osmanlı modernleşme tarzının genel karakteri ve bu modernleşme tecrübesinin sahip olduğu imkanlar ile imkansızlıklar ölçüsünde başarılı sayılıp sayılmayacağı gibi sorular üzerine bugün yeniden düşünmenin gerekli olduğu düşünülmektedir.

 


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası