Donald Trump, 20 Ocak’ta ikinci defa başkanlık koltuğunu devralmasının üzerinden bir hafta dahi geçmeden, iç politika gündemindeki hedeflerini hızla hayata geçirmeye başladı. Avrupa’ya dair ajandasını tatbik etmek için ise henüz acelesinin olmadığı anlaşılıyor. Savunma harcamaları ile enerji ticareti, Avrupa’ya daha pahalıya mal olması beklenen bu ajandanın öncelikli maddeleri. Avrupa’nın geneli ve Avrupa Birliği’nin geleceğine dair gündeme hakim olan belirsizlik perdesini aralayabilmek için bazı tespit ve soruları, öncelikle ele almak gerekiyor.
Avrupa’nın Deniz Aşırı Toprakları Sömürmeye Odaklı Refah Anlayışı Tükendi
Avrupa kıtası, Roma İmparatorluğu’ndan bu yana ekonomik refahını ve iç barışını deniz aşırı toprakları sömürme kabiliyetiyle sağladı. Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılması ya da Kudüs’teki Haçlı varlığının ortadan kaldırılması gibi tarihin kırılma noktalarının ardından ise Avrupa’nın iç savaşlara sürüklendiği ve ekonomik depresyon dönemleri yaşadığı görülür. Batı Roma’nın yıkılışının ardından kıta Avrupası, denizaşırı toprakları sömürü üzerinden refah temini için önce 11’inci yüzyılda Haçlı Seferleri ile Ortadoğu’ya, ardından 15’inci yüzyılda Amerika kıtası ile Güney Asya’ya yöneldi. Endüstri devrimi ve buhar makinesinin icadı, Afrika ve Asya’nın kaynaklarının daha teknolojik ve sofistike yöntemlerle yağmalanabilmesine, dolayısıyla Fransız Devrimi ile tıkanan refah sürecinin ömrünün bir nebze olsun uzamasına vesile oldu. Ancak Almanya-Fransa ve Almanya-İngiltere temelli dünya savaşları; ABD, Sovyetler Birliği ve günümüzde Çin Halk Cumhuriyeti’nin küresel hakimiyetinin kapılarını açarken Avrupa’nın askeri, siyasi, teknolojik ve kültürel hegemonyasını adım adım sınırladı.
Bugün içinden geçilen süreçte, Trump’ın Avrupa’ya bakışı ve beklentileri, şu üç başlık çerçevesinde değerlendirilebilir:
- Trump için Avrupa pazarı, Çin Halk Cumhuriyeti ile kuracağı pazarlık masasındaki enstrümanlardan biri. Sıcak çatışmaların durdurularak, İkinci Soğuk Savaş’ın kurallarının belirlenmesine bağlı olarak sağlanacak istikrar ortamında, Şubat 1945’te Roosevelt-Stalin-Churchill üçlüsünün bir araya geldiği Yalta Konferansı’nda olduğu gibi, Avrupa yeni bir paylaşımın konusu olabilir. Ticaret koridorları ile tedarik zincirlerinin sağlıklı işlemesini öncelemekte buluşan Trump ile Çin Halk Cumhuriyeti politikaları, Avrupa sahasının bölüşülmesi konusunu değerlendirecektir.
- Trump, Avrupa’yı ilk başkanlık döneminden bu yana ülkesinin ihracatçı konumuna terfi ettiği enerji sektörü için verimli bir pazar olarak görüyor. Rusya’nın doğal gaz satışını bir siyasi baskı aracı olarak kullanma hatasına düşmesinden faydalanarak önce Baltık ülkelerini ABD sıvılaştırılmış doğal gazına bağımlı kıldı. Biden yönetimi, Ukrayna-Rusya Savaşı’ndan ve Kuzey Akım hatlarının sabote edilmesinden yararlanarak bu pazarı daha da genişletti. Trump’ın şimdiki hedefi, Avrupa’ya daha fazla petrol ve doğal gaz satmak.
- Trump’ın bir diğer hedefi de Avrupa’nın önce Sovyetler Birliği’ne ardından Rusya’ya karşı güvenlik kaygılarını gidermek için ABD’nin sağladığı imkanların bedelini daha maksimalist taleplerle tahsil etmek. Trump, Avrupa’daki NATO müttefiklerinin, ittifak için yaptıkları harcamaları GSMH’lerinin yüzde 5’i seviyesine yükseltmelerini istiyor.
Trump’ın Avrupa politikasının çerçevesini çizen bu temel parametrelere bakarak, Avrupa Birliği’ni ve Avrupa’daki NATO müttefiklerini vassal devletler olarak tanımlandığını söylemek abartılı olmaz. Peki Avrupa’da Trump’ın oluşturmaya hazırlandığı baskıyı göğüsleyebilecek bir güç yok mu? Ya da soruyu daha doğru bir açıdan sormak gerekirse, “Avrupa Birliği’nin başat gücü olarak kabul edilen Almanya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekten bağımsız bir devlet olmadığı için mi bugünkü noktaya gelindi?”
Birinci Soğuk Savaş’ın İnşa Ettiği Yapay Refah Toplumu ile Bugünün Gerçekleri Arasında Sıkışan Avrupa
Ekonomik kapasiteleri ile yakın geçmişe kadar Avrupa Birliği’nin “lokomotif güçleri” zannedilen Fransa ve Almanya’nın inşa ettikleri refah toplumunun, kendi imkanlarından ziyade, Birinci Soğuk Savaş boyunca savunma harcamalarını ABD’nin üzerine yıkmalarına dayandığı gün geçtikte daha da açığa çıkıyor. Avrupa ülkeleri, savunmalarına cüzi miktarda harcama yapmaları sayesinde ortaya çıkan artı değeri, yaklaşık 60 yıl boyunca gönül rahatlığıyla altyapı projeleri ve işsizlik maaşı gibi alanlara harcayabildiler. Trump, bugünün gerçekleriyle uyuşmayan bu yapay toplum inşasının gerçek maliyetinin ne olduğunu her fırsatta Avrupalı liderlerin yüzüne vuruyor.
Trump’ın temel itiraz noktalarından biri, önce Sovyetler Birliği ardından Rusya Federasyonu’na karşı güvenlik talep eden Avrupa Birliği’nin, savunma alanında Amerika Birleşik Devletleri’ni sömürüp diğer yandan 1960’lardan bu yana Moskova’dan ucuz enerji elde etmesi. Yani Avrupa, ucuz Rus enerjisi ile ABD endüstrisine karşı haksız rekabet geliştirirken, bir yandan da Rusya’ya ödenen petrol ve doğal gaz paraları ile hasım süper gücün silahlanma faaliyetlerini finanse etti.
Sovyetler Birliği 1964’te işletmeye açtığı Druzhba (Dostluk) boru hattı ile yalnızca Doğu Avrupa’daki Varşova Paktı üyesi müttefiklerinin enerji ihtiyacını karşılamakla kalmadı. Federal Almanya ve Fransa da bu kaynaktan yararlanma imkanı buldu. ABD Başkanı Reagan 1981’de Polonya’daki Dayanışma Sendikası üzerindeki Sovyet baskısını hafifletmek için petrol ve doğal gaz sektörü için Amerikan şirketlerinin ürettiği malzemelerin SSCB’ye satışını yasaklama teşebbüsünde bulunduğunda yine Fransa ve Almanya’nın muhalefeti ile karşı karşıya kalmıştı. Avrupa ülkeleri, o yıllarda da, yeterli enerjiye ulaşamamaları halinde Avrupa’da işsizliğin artacağı ve komünist partiler ile Sovyetler tarafından manipüle edilen işçi sendikalarının ellerinin güçleneceği tezi ile Reagan’a karşı çıkmışlardı.
Birinci Soğuk Savaş’ın bitimiyle Moskova ile enerji iş birliğini daha da artırabileceği konusunda yanılgıya düşen ve bu süreçte alternatifler üretmeyi ihmal eden Avrupa Birliği, 2022’de ikinci perdesi açılan Rusya-Ukrayna Savaşı esnasında bir başka gerçekle yüzleşti. Eylül 2022’de Baltık Denizi’nde düzenlenen sabotaj operasyonuyla Kuzey Akım hattının devre dışı kalması sonucu, Almanya ve Fransa’nın eli kolu bağlandı. Dahası, 2025’in 1 Ocak günü itibarıyla Ukrayna’nın başlattığı yasal süreç neticesinde Rusya’nın doğal gaz sevkiyatını durdurmasıyla, Alman otomotiv endüstrisi ve demir çelik sektörü, zincirleme bir krize doğru sürüklenmeye başladı. Enerji bağımsızlığını yitiren Almanya-Fransa ikilisinin Trump’ın baskılarına dayanacak enstrümanları tükendi.

“Sayın Başkan, Almanya Mısır Gibi Özgür Bir Ülke Değil”
Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında hiçbir zaman bağımsız olmadığı ve olamayacağı gerçeği 1960’larda belli olmuştu. ABD, Birinci Soğuk Savaş’ın başlarında, İsrail’i desteklemek için yollar ararken, Ortadoğu’daki dengeleri bozmamak adına silah satışı meselesini farklı yöntemlerle çözmeye yöneldi. 1957’den itibaren İsrail’e silah satışı için Federal Almanya’yı paravan olarak kullanma amacıyla Washington yönetiminin baskıları başladı. Bu baskılar, 1961’de Kennedy’nin başkanlığı döneminde zirveye çıktı. Plana göre ABD, İsrail’e 60 milyon dolarlık bir kredi açacaktı ve İsrail bu parayla Federal Almanya’nın elindeki özellikle Amerikan yapımı tankları, ederinin üçte biri fiyatına alacaktı. 1961’de dönemin Almanya Başbakanı Konrad Adenauer, ABD baskısına dayanamayarak İsrail’e silah satışına yeşil ışık yaktı. Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnasır, bu silah ticaretine dair kendisine ulaşan istihbarat raporlarına uzun süre inanmak istemedi. 1965’te dönemin Almanya Başbakanı Ludwig Erhard ile yaptığı görüşmede muhatabı bu ticareti doğruladığında Nasır şiddetli bir tepki gösterdi ve ekonomik kalkınması nedeniyle rol model aldığı bir ülkenin ABD ile İsrail’in şantajlarına boyun eğmesine anlam veremediğini söyledi. Nasır’ın tepkisine Erhard’ın yanıtı şu şekilde oldu: “Sayın Başkan biz (Federal Almanya) sizin (Mısır) gibi özgür bir ülke değiliz. Almanya özgür değil.” (Nasser: The Cairo Documents / 1972 Mohamed Heikal) Erhard’ın 60 yıl önce Nasır’a yaptığı bu itiraf, bugünün Almanya’sının Trump karşısında yaşadığı çaresizliği de izah ediyor.
Almanya’nın savunma alanındaki bağımlılığının geçmişi ise 1954’e dayanıyor. 19 Mart 1951 tarihinde Schuman Planı kapsamında imzalanan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu Şartı, Almanya ile Fransa arasında yakın gelecekte tekrarlanabilecek bir savaşı önleme amacının ötesinde Almanya’nın uluslararası toplum tarafından yeniden kabulü için de önemli bir adımdı. Avrupa’nın siyasi açıdan birleşmesinin yanı sıra ortak bir savunma kimliğinin inşası da öngörülüyordu. 1950’deki Kore Savaşı ve Stalin’in Avrupa’ya yönelik tehditleri, ABD’yi Avrupa’daki müttefik ülkelerin güçlerini ortak bir çatı altında toplamaya teşvik etti. Dönemin NATO Müttefik Kuvvetler Komutanı General Eisenhower’a göre, Avrupa Savunma Topluluğu’nun bir Sovyet işgaline karşı koyması için 450 bin askerden oluşan güce ihtiyacı vardı. Ve Federal Almanya olmadan bu sayıya ulaşılması mümkün değildi. Avrupa Savunma Topluluğu için 1952’de başlayan çalışmalar, dönemin Fransa Başbakanı René Pleven tarafından kendi ismiyle anılan bir plana dönüştürüldü. Plana göre Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Fransa, İtalya ve Federal Almanya ortak bir ordu oluşturacaktı. Ancak Avrupa, iki küresel savaş esnasında kendilerini yıkıma uğratmış olan Almanya’nın yeniden bir orduya sahip olması fikrine hazır değildi.
30 Ağustos 1954’te plan Fransa parlamentosunda reddedildi. İtalya’da ise parlamento gündemine hiç getirilmedi. Stalin’in 1953’teki ölümü ve Kore Savaşı’nın sona ermesiyle komünist tehdidin sona erdiği fikrine kapılan Avrupa, savunmasını ABD’nin ellerine bırakmakta mahsur görmedi. Federal Almanya 5 Mayıs 1955’te egemen bir devlet olarak yeniden dünya siyaset sahnesine dönmüş olsa da Başbakan Erhard’ın 1965’te itiraf ettiği gibi aslında bağımsız bir devlet değildi. Bu esareti kırmak için Federal Almanya’dan ilk hamle 1967’de geldi.
Başbakan Willi Brandt, “Ostpolitik” adı altında yürürlüğe koyduğu siyasetle Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı ülkeleri ile Federal Almanya arasındaki ilişkileri normalleştirmeye başladı. Bu normalleşmede Sovyet petrolünün Druzhba hattı ile Avrupa’ya ulaşması da önemli rol oynuyordu. 1969’da ABD’de iktidarın iplerini ele alan Başkan Nixon ile Ulusal Güvenlik Danışmanı Kissinger ise Brandt’ın “Ostpolitik” siyasetinin NATO için tehdit oluşturduğu kanaatindeydiler. Nixon-Kissinger ikilisine göre “Ostpolitik”, Federal Almanya’nın Doğu ile Batı arasında manevra yapmasına imkan tanıyacak şekilde tarafsızlık maskesine bürünmüş yeni bir tür Alman milliyetçiliği idi. Demokratik Almanya İstihbarat Servisi’nin, Başbakan Brandt’ın ofisine sızdığının ortaya çıkmasıyla başlayan skandallar dizisi, 1974’te hem Brandt’ın başbakanlık koltuğundaki kariyerinin hem de Ostpolitik’in sonunu getirdi. Federal Almanya bu tarihten sonra, 1989’daki Berlin Duvarı’nın yıkılışına kadar olan süreçte de gerçek bir bağımsızlık belirtisi gösteremedi. Birinci Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Avrupa Birliği ve Washington’a hakim olan zafer sarhoşluğu da, Berlin-Brüksel-Paris üçlüsünün savunma ve enerji alanındaki gerçek ihtiyaçlarını fark etmesinin önüne geçti.
Trump, İlk Hamleyi 2018’de Yapmıştı
Berlin yönetimi, ABD kaynaklı olarak beliren tehdidin son önemli uyarısını Trump’ın ilk başkanlığı döneminde de algılayamadı. 2018’de, Berlin’e Büyükelçi olarak atanan Richard Grenell önce Almanya siyasetini yeniden dizayn etmeye geldiğini ilan etti, ardından İran ve Rusya ile iş yapan Alman şirketlerini sosyal medya üzerinden alenen tehdit etti. Tehlike çanları bu kadar şiddetli bir şekilde çalarken dahi Avrupa Birliği ne enerji güvenliğini sağlamak ne de ortak savunma kimliğini tesis etmek için gereken adımları atmadı. Ve geldik 2025’te İkinci Trump dönemine…
Trump, Avrupa ajandasının kapağını Danimarka’dan Grönland Adası’nı talep ederek açtı. Hatta yemin törenini takip eden ilk günlerde Danimarka Başbakanı Mette Frederiksen ile bu konuda 45 dakikalık bir telefon görüşmesi gerçekleştirdi. Hükümetinin üyesi Elon Musk, İngiltere ve Almanya’daki aşırı sağ partilere desteğini ilan etti. 25 Ocak Cumartesi günü Halle kentindeki aşırı sağcı AfD partisinin toplantısına video konferans yoluyla bağlanan Musk, “Bence Almanya’da geçmişte kalmış bir suçluluğa çok fazla odaklanılıyor, artık bunu aşmalıyız. Evlatlar; babalarının, dedelerinin günahları için kendini suçlu hissetmemeli” sözleriyle, Avrupa’nın yeniden muhatap olmak istemediği Alman militarizmine can suyu verdi. ABD’de siyonist lobi sayesinde seçimi kazanan Trump’ın danışmanı ve bakanının “holokost”un unutulması yönünde verdiği mesajlar, gerçekten üzerine düşünmeye değer. Almanya’da 23 Şubat’ta yapılacak genel seçimlerde Musk’ın AfD’ye verdiği desteğin hangi yönde sonuç vereceği de bir başka merak konusu. AfD, Ocak sonundaki kamuoyu yoklamalarına göre 140’dan fazla milletvekili alarak parlamentodaki ikinci parti olmaya aday. Dahası parlamentoda oluşacak aritmetik ve günün siyasi gerçekleri, AfD’nin dışlanacağı bir koalisyon hükümeti formülünü giderek imkansız kılıyor. Hatta seçimden ilk sırada çıkacak olan Hristiyan Demokrat Parti’de de AfD ile iş birliği yapılmaması fikrine karşı ilk çatlaklar oluşmaya başladı. Hristiyan Demokratlar daha katı iltica ve göç yasaları için AfD’nin desteğini almaya hazır olduklarını açıkça ifade ediyorlar.
Aşırı sağın Trump tarafından Truva Atı olarak kullanılıyor olması ihtimali, Avrupa Birliği’ne yönelik yakın tehditlerden yalnızca biri. Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Yardımcısı Han Zeng’in Trump’ın yemin törenine katılması, bu törenden önce Elon Musk ve Başkan Yardımcısı Vance ile yaptığı görüşme, ardından 24 Ocak’ta ABD Dışişleri Bakanı Rubio ile Çin Komünist Partisi Dış İlişkiler Komisyonu Direktörü ve Dışişleri Bakanı Wang Yi arasında gerçekleştirilen telefon görüşmesi, Washington-Pekin ilişkilerinde ivme kazanması beklenen bir yakınlaşmaya işaret ediyor. Bu yakınlaşma muhakkak taraflar arasında tüm rekabeti ortadan kaldıracak bir barış ortamını temin etmeyecek. Ancak, Trump’ın Nixon’ın izinden giderek Çin ile başlatacağı yumuşama süreci beraberinde Yalta Konferansı tarzında bir müzakere sürecini getirebilir. Böyle bir müzakere ya da pazarlık masasında, paylaşım listesinin en başında da, Amerikan askeri varlığının yarı yarıya azaltılmasının planlandığı Avrupa’nın yer alacağını tahmin etmek artık zor değil.