14-28 Mayıs cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimlerinde, merkezinde CHP'nin bulunduğu Millet İttifakı etrafında, görünürde altı parti toplanmıştı (Görünürde diyorum çünkü herkesin bildiği bir “sır” olarak, HDP de ittifaka dışarıdan destek verdi). Ana gövdeyi iki büyük ortak CHP ile İYİ Parti oluşturuyor, diğer dördü ise toplam oyları yüzdelik dilime bile zor giren Saadet, Gelecek, DEVA ve Demokrat Parti'den teşekkül ediyordu.
“Beklenmedik” Kayıp Sonrası
İttifak, o güne kadar Türk siyasetinde görülen “en geniş cepheli, en demokratik, en kapsayıcı ittifak” olarak lanse ediliyordu. Tahminlerde bu ittifakın kaybedeceğine olasılık dahi verilmiyor, alacağı oy oranları yüzde 60'lardan açılıyordu. TV programlarında sürekli "Bu iktidardan kurtulmaya son şu kadar gün" diye sayaç tutulur olmuştu.
Ancak beklenen gerçekleşmedi. Aylar süren görüşmeler, pazarlıklar, ince hesaplar tutmadı ve Millet İttifakı hem cumhurbaşkanlığı hem de meclis seçimlerini fark yiyerek kaybetti. Beklenti çıtası o kadar yükseğe konmuştu ki bu "beklenmedik" kayıp karşısında büyük bir hayal kırıklığı ve hemen ardından günah keçisi arayışı başladı.
İlk işaret fişeğini İBB Başkanı yaktı ve “değişim” mottosuyla meydana çıktı. Bu hamle CHP içine ve kendisinin 2019 yerel seçiminin ertesi gününden beri kafasında olan cumhurbaşkanlığı makamına hazırlığa yönelikti. Ardından daha yüksek sesli itirazlar, ittifakın ikinci büyük ortağı olan İYİ Parti’den geldi. Kendilerinin dinlenmesi halinde geçmiş seçimlerin kaybedilmeyeceğini açıkça dile getirip sert eleştirilerde bulundular.
Diğer dört küçük partiden ikisi (her ikisi de AK Parti’den kopanların kurduğu Gelecek ve DEVA) bir süre sonra CHP ve eski Genel Başkan Kılıçdaroğlu’na ağır eleştirilerde bulundular. Hatta kimi yöneticileri seçimde ona oy vermediklerini bile açıkladı. Kalan ikisi ise pek ses çıkarmadı. Sonuçta bu dört parti ağırlıklarıyla ters orantılı sayıda milletvekillikleri elde etmişlerdi.
Mayıs seçimlerinden yaklaşık 10 ay sonra yerel seçimlere giderken durum, Millet İttifakı’nın kuruluşunda estirilen havadan çok farklı. Öncelikle İYİ Parti ittifaktan tamamen ayrıldı ve artık kendi adaylarıyla seçimlere giriyor. Genel Başkan Meral Akşener bu tercihi “Seçime özü başımıza giriyoruz” diye formüle etti. 10 ay öncenin büyük ortakları CHP ile İYİ Parti arasında artık kanlı bıçaklı bir kavga var. İYİ Parti, alınan sonucu iki önemli faktöre bağlıyordu; “kazanacak aday” olmayan Kılıçdaroğlu’nda ısrar ve HDP ile kapalı kapılar ardında yürütülen pazarlıklar. Kılıçdaroğlu artık yok ama HDP isim değiştirerek CHP ile yola devam ediyor.
Diğer dört küçük ortak ise adeta piyasadan silindiler. Seçimlere bazı çevrelerde katılıyorlar ama isimleri artık kamuoyunda neredeyse telaffuz bile edilmiyor. Örneğin İstanbul’da Saadet Partisi hariç aday bile çıkarmadılar. Bu aday da yönetimde olan CHP adayına karşı değil, onun karşısında mücadele edecek olan AK Parti adayı Murat Kurum’dan oy eksiltmeye ayarlı olarak çıkarıldı.
Bu seçimlerde yapacakları şey, deyim yerindeyse “podyuma çıkarak” 2028 seçimlerinde dönecek pazarlıklar için ağırlıklarını artırmaya çalışmaktan ibaret olacaktır. Bir de belki il ve ilçe meclislerinde bazı sandalyeler elde ederek Cumhur İttifakı’nın meclislerdeki gücünü zayıflatmaya çalışacaklardır. Bundan öteye pek bir varlık gösterebileceklerine dair işaret yok.
Öte yandan CHP’nin kendi içinde de çok ciddi bir çekişme ve koltuk kavgası yaşanıyor. Eski Genel Başkan Kılıçdaroğlu ve ekibinin tasfiyesi sonrasında, parti içinde üç odaklı bir iktidar yarışı başladı. Bir yanda her ne kadar kurultayda seçilmiş de olsa sütre gerisinde kendisine yön verenin İBB Başkanı olduğuna dair söylentiler dolaşan Özgür Özel var. Bu seçimler onun için “gerçek bir genel başkan” olup olmadığını kanıtlama sınavına dönüşüyor. Pek başarılı olduğu söylenemez. Sadece İstanbul ilçe adayları açıklama toplantısına bakmak bile yeterli. Bu toplantıda partinin genel başkanı olarak Özel bulunmazken (“İşim vardı, yorgundum” dedi ki bu büyük bir siyasi skandaldır) toplantıyı İBB başkanı yönetti. Böylece iplerin kimin elinde olduğu ortaya çıktı.
Bir yanda da 2019’da seçildiği günden itibaren gözünün İstanbul’da değil Ankara’da olduğunu hissettiren, icraatlarıyla değil skandallarıyla, vizyonsuzluğuyla, gafları ve kibirli davranışlarıyla gündemde kalan mevcut İBB Başkanı bulunuyor. Bizzat CHP’li isimlerin ağzından duyduğumuz şekliyle CHP kurultayının yapıldığı gün, döviz büroları açtırılıp çantalarla delegelere para dağıtıldığı iddiasında adı geçiyor. Geleneksel CHP yapısı içinde pek sevilmeyen ama uzun yıllar sonra bir başarı getirdiği için erkenden gelecek planlarına dahil edilen bu şahıs, partiyi el altından dizayn ediyor.
Bu konuyu çok açık biçimde seslendiren CHP yöneticilerinin sayısı giderek artıyor. Örneğin İstanbul eski İl Başkanı Cemal Canpolat, belediye seçimlerinde aday belirlemeleri hakkında “Adayların belirlenmesinde Genel Merkez’in hiçbir etkisinin, hiçbir yetkisinin olmadığı görülüyor. İmamoğlu kararı veriyor, Genel Merkez de onaylıyor.” dedi. Bakırköy adayının belirlenmesine dair verdiği örnekte ise “Bakırköy’de 17 tane aday var. Sen kimi aday gösteriyorsun? İmamoğlu’nun babasının doktorunu. CHP’nin kurumsal iradesi kime teslim edildi?” diye soruyor.
Parti içi üçüncü iktidar odağı ise eski genel başkan Kılıçdaroğlu. Henüz kurultay seçimini kaybetmeden önce yaptığı konuşmalardan birinde “sırtındaki hançerler” konusuna epey öfkeli ve hüsran dolu sözlerle değiniyordu. Şimdi Ankara’da kendisine bir ofis tuttuğu ve 31 Mart’a değil, 1 Nisan sabahına hazırlandığı, 19 Mayıs-Samsun temalı bir çıkışla yeniden siyaset sahnesine döneceği kulislerde konuşuluyor.
Kısacası CHP belki de tarihinin en dağınık ve kargaşa içindeki seçimine gidiyor. Herkes partiyi bir ucundan kendi tarafına çekmeye çalışıyor. Bugün görünen manzarada, CHP’nin elinde kalan asıl ittifak ortağı ise (daha önce altılı masayı dışarıdan destekleyen) HDP, yeni ismiyle DEM oldu. Kılıçdaroğlu döneminde görüşmeler yürütülse de bunlar daha örtülü, kamuoyunu fazla rahatsız etmeyecek şekilde yapılmaya çalışılıyordu.
Meşrulaştırma Hizmeti
Yeni yönetim döneminde, parti içinden gelen “sağa kaymanın kaybettirdiği” fikriyle, eski ortaklarla daha mesafeli durulurken solda görülen DEM ile daha açık bir ortaklık yapılıyor. Genel başkanlar ortak açıklama yapıyor, DEM’in basın yoluyla açıktan ilettiği talepleri sessizce yerine getiriliyor. DEM, pek çok yerde ya aday çıkarmıyor ya da göstermelik, “tavşan” adaylar çıkarıyor. Türkiye İşçi Partisi ile kimi yerlerde varılan uzlaşmalar da parti içinden gelen sağa kayma eleştirilerine küçük de olsa bir set çekmiş oluyor.
Bazı il ve ilçelerde meclis üyeliklerine CHP listelerinden girecekleri görülüyor. Örneğin Esenyurt’ta CHP daha önce açıkladığı adayı çekip DEM’in onay verdiği adayı çıkarınca, DEM kendi adayını göstermekten vazgeçti. Seçim sonrası bu adayın DEM’e geçeceği iddia ediliyor. DEM’in İstanbul’un 22 ilçesinde aday çıkarmaması, ortağı CHP’ye büyük bir jest olarak görülüyor. Tabii bunun karşılığında meclislerde epeyce bir koltuk elde edecekler.
Ancak DEM’in tek amacı belediyelerde sandalye kazanmak değil. Elbette bu sayede Türkiye kamuoyu nezdinde bir meşrulaşma amacı güdüyorlar. Ama daha derinde yatan sebepler de var. Tıpkı yaklaşık 35 yıldır siyaset sahnesine çıkan diğer öncülleri gibi yasal yollarla PKK’yı batıdaki şehirlerde daha etkin kılmak bunlardan biri. Bir de bazı kritik il ve ilçelerde özellikle yerleşik ve güçlü olma hedefleri var. Mersin'in iki ilçesi bunların içinde bulunuyor.
Eski CHP’li bakanlardan, kendisi de Mersinli olan İstemihan Talay’ın Türkiye’ye uyarı niteliğindeki sözleri çok önemli. Talay şöyle diyor:
"DEM Partisi’nin CHP ile uzlaşmak için yüzlerce ilçe arasından Akdeniz ve Toroslar ilçelerini şart koşması basit bir seçim stratejisi değildir. Mersin'de emperyalist hayallerin kaldığı yerden devam ettirildiğinin açık bir göstergesidir. Burada kabul edilmesi mümkün olmayan durum, büyük Atatürk’ün kurduğu CHP’nin bugünkü yöneticilerinin koltuk uğruna bu iki ilçemizi DEM’e peşkeş çekme kararı almaları ve Mersin’i emperyalist hayallere teslim etmeleridir."
PKK’nın legal partilerinin baştan beri hedefinde olan “Akdeniz’e açılma” stratejisinin, aslında emperyalist devletlerin Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyinde oluşturulacak bir koridorla Akdeniz’e ulaşma çabasının devamı niteliğinde olduğu artık bir sır değil. Bu çizginin devamcısı olan partilerin, bu hedefe tek başlarına ulaşmaları mümkün değil.
Toplumun ezici büyük bir çoğunluğu tarafından 40 yıllık terörün parçası olarak görülen bu partiler, bu “görevi” sadece kendi güçleriyle yerine getiremez. Maalesef ülkenin ikinci büyük partisi CHP, artık bu amacın “taşıyıcı annesi” rolünü üstlenmiş durumda. Bir gün Türkiye’nin güney sınırları boyunca emperyalizmin hizmetinde bir garnizon devletçik kurulma hayali başarılı olursa bunun için CHP’ye mutlaka bir madalya takılacaktır.
DEM’in temsil ettiği çizgi seçimleri özerklik hedefine giden yolda önemli bir dönüm noktası olarak görüyor. CHP içindeki dağınıklıktan da yararlanarak sürekli el yükseltiyorlar. Bu hedef yeni de değil, en baştan beri var. Bir örnek vermek gerekirse HDP’nin tutuklu eski eş başkanı Demirtaş’ın 2018 mahkeme savunmasındaki şu ifadelerine bakılabilir:
"Benim savunduğum model demokratik özerkliktir. Merkezi bir parlamentonun yanında yerelde güçlü yetkileri olan, bölgesel ve il düzeyinde parlamentolar olmalıdır. Cumhurbaşkanı sembolik olmalıdır. Yetki, yani devlette birikmiş, merkezileşmiş güç yerele dağıtılmalıdır. Türkiye genelinde 25-26 bölge meclisi olabilir. Bölge meclisi bünyesinde iller olur, illerde seçimle iş başına gelmiş yönetimler olur, merkezden atanan hükümet adına herhangi bir kamu görevlisi, vali, kaymakam görev yapmaz."
Buradan anlaşılan o ki DEM çizgisi sadece Güneydoğu’da değil, başta İstanbul ve Akdeniz olmak üzere batı bölgelerinde de benzer bir amaç güdüyor. Buralara varan bu yolun başlangıcını karanlık 1990’ların zorla göç ettirme politikalarına kadar geriye götürebiliriz ama bu yazının sınırlarını aşar. Umarız CHP yönetiminin gözlerini kapadığı bu tehlikeli gidişi geniş seçmen tabanı görür ve gerekli uyarıyı kendi partisine yapar. Aksi takdirde DEM çizgisinin “esas oğlan” konumuna getirildiği bu yerel seçimler sonucu ekilecek tohumlar, 2028 genel ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Türkiye’yi tehlikeli sulara doğru sürükleme eğilimi taşıyor.