Türkiye-Avrupa ilişkileri; Türk siyasal hayatı, stratejik kültürü ve dış politikası açısından her daim önemli olmuştur. Aslında modern Türkiye’nin, Türkiye-Avrupa ekseninde çoktan çerçevesi çizilmiş bir ilişki, zamanla önem kazanacak, kurumsallaşacak ve aynı zamanda sorgulanacak bir tür karşılıklı bağımlılık içerisinde doğduğunu da söyleyebiliriz. Avrupa ve Türkiye’nin birlikte bir coğrafya ve tarih paylaştığı düşünülürse bu varsayım şaşırtıcı olmaktan çıkmaktadır.
“Batı Sorunu” Kapanırken
Genç Türkiye Cumhuriyeti, siyasal yaşamını ulusal egemenlik temelinde tanımlarken, Avrupalı devletlerin bir kısmı; milli kurtuluş savaşını verdiği, ulusal ekonomisini imparatorluk-Avrupa ilişkilerinde ortaya çıkan borçlardan temizlediği, hukuki sorumluklarını başta Lozan olmak üzere resmi anlaşmalar kanalıyla kapattığı devletlerdi. Türkiye Cumhuriyeti kendi açısından, Hatay meselesinin de çözülmesi ile birlikte, “Batı Sorununu”, yani Avrupa’nın ünlü Doğu sorunu dosyasını doğarken kapatmıştı ama Ankara, Avrupalı devletlerin Türkiye’nin komşu alanlarını şekillendirdiği bir konjonktürde de başkent olmuştu. Batı’da Balkanlar, Türkiye için yeni ama bir o kadar tanıdık bir bölgesel perspektif çiziyor, Doğu’da İngiliz-Fransız manda sistemi altında tanıdık alanlar, modern Ortadoğu’ya dönüşüyordu. Bu çerçevede Avrupa ile ilgili tahayyüllere, beklentilere ve diplomasi trafiğine yer vermeden bir dış politika düşünmek zordu. Zaten Türkiye’nin ilk yönetici elitleri, Osmanlıdan beri süren Batılılaşma çabası ve siyasi reformların bakiyesi Avrupa merkezli değişim, devrim ve gelişme fikri içerisinde doğmuştu. Dolayısıyla milli mücadeleden sonra Avrupa-Türkiye ilişkilerinde “Batı Sorununu” (Avrupa’nın Osmanlı ile kurduğu sorunlu ama Osmanlı’nın Avrupa düzeninde yer aldığı ilişkiyi) geride bırakıp Türkiye-Batı ilişkilerinde yeni bir Avrupa sayfası açmak mümkün olmuştu. Gerçi genç Türkiye, komşu alanlarında aslında bölgesel iş birliği modellerini, Avrupa’nın lokomotif devletlerini merkeze almadan geliştirebilmeyi de bir yandan arzu ediyordu (Balkan Paktı, Sadabat Paktı). Böylece Türkiye, bölgesel zeminde diyaloğa açık bir temas hattı oluşturarak, büyük Avrupalı devletlerin itiş kakışından, ulusal egemenliğini ve otonomiye dayalı hareket kabiliyetini korumayı istediğini bize göstermekteydi.
İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında ideolojik ayağı da bulunan iki kutuplu Soğuk Savaş’ın başlaması, Türkiye için bölgesel zeminin önceliğini yitirmesine sebep olacaktı. Bu dönem siyasi Batı’nın alanının Avrupa’dan öteye Atlantik’e taşındığı, Batı’nın stratejik anlamının genişlediği bir dönemdi. Ankara bu genişlemeden faydalanarak, küresel sistem ile daha kolay temas kurabileceğini fark etmişti. Buna rağmen Türkiye-Avrupa ilişkilerindeki temel belirleyici, tehdit algılamalarının Avrupa jeopolitiğinde örtüşmesi oldu. Sovyetler Birliğinin Stalinist dış politikası, hem kıta Avrupası hem de Türkiye için konvansiyonel ve ideolojik bir tehdit oluşturuyordu. Böylece, Türkiye’nin Avrupa-Atlantik dünyasının çevreleme stratejisinin parçası olduğu günler geldi. Çevreleme sadece Sovyetlerle konvansiyonel ve nükleer dengenin korunmasına dayalı bir ittifak sistemini yani NATO ve Batı Avrupa Birliği’ni (BAB) anlatmıyor, çevreleme stratejisinin parçası olan aktörlerin ekonomik olarak ayağa kaldırılmasını, birbirleriyle ticari ve finansal sistem üzerinden (ekonomik liberalleşme) ilişkili hale gelmesini ve ortak bir biz duygusu (siyasi liberalizm) içinde iş birliği yapmalarını da ifade ediyordu. Kısaca Batı, kurumsallaşma ve sosyalizasyon içerisinde bir araya geliyordu. Türkiye-AB ilişkileri de bu dalgadan bağımsız değildi. Böylece siyasi literatürümüze Avrupalılaşma (Europeanization) kavramı girdi.
Avrupalılaşma Serüveni: Pozitif Ama Normal Olmayan Bir Süreç
Avrupalılaşma, işlerin Avrupa’da nasıl yapıldığı ile ilgili yazılı ve yazılı olmayan kuralların, prosedürlerin, normların ve standartların yeni bir yerel siyasi alan içerisinde inşa edilmesi, yayılması ve kurumsallaşmasını anlatan bir kavram. Sonuçta da umulan sadece yerel kurumlarda ve zihinlerde değişiklik yapmak değil, Avrupa kimliği altında yerelin kendini yeniden kimliklendirmesini, Avrupalı olarak tanımlamasını sağlamak. Türkiye için 1949’da Avrupa Konseyi üyeliği ile başlayan ve 1999 Helsinki Zirvesinde AB üyelik adaylığının resmi olarak onaylanmasına kadar devam eden 50 yıllık Avrupalılaşma serüveni, pozitif ama tam anlamıyla normal olmayan bir süreçtir. Pozitiftir zira Avrupa ve Ankara ilişkilerinde kurumsal bir çerçeve oluşturmak için hareket etmektedirler. Avrupa Konseyi dışında 1959’da Türkiye resmi olarak AET üyesi olmak için başvurmuş, 1963 Ankara Anlaşması ile bu amaç doğrultusunda, sonuçta serbest dolaşıma izin vereceği umulan bir yol haritası belirlenmiştir. 1981’de Sermaye Piyasası Kurumu kurulmuş, 1995’te Gümrük Birliği Brüksel ve Ankara arasında imzalanmıştır. Türkiye, 1980’lerde Avrupa Topluluğu’nun parçası olma girişimlerinde başarısız olmasına rağmen veya başarısız olduğu için, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile ilgili bir dizi karar almış, en sonunda 1989’da AİHM’nin zorunlu yargı yetkisini tanımıştır.
Avrupa bütünleşme ve genişleme sürecinin egemenlik-bütünleşme ekseninde derin siyasi tartışmalara gebe olduğu düşünülürse Türkiye’nin andığımız dönemde deneyimlediği Avrupalılaşma, egemenlik aleyhine, Avrupalılık altında bütünleşme lehine bir ton taşır. Siyasi açıdan önemli bir gelişmeden bahsediyoruz; özellikle Türkiye’de hakim olan güçlü stratejik egemenlik kültürü düşünüldüğünde. Tüm toplum kesimleri Avrupalılık ve Avrupalılaşma da olumlu bir yan görmese de yönetici elitin dönemsel duraklamalardan sonra Avrupa Topluluğu/Avrupa Birliğini üyeliğine tekrar tekrar başvurduğu bir dönemden bahsediyoruz. Çünkü Türkiye bir yandan da Avrupa ile siyasi ekonomik bütünleşmesini, İkinci Dünya Savaşı sonrası tercih ettiği Batı İttifakı’nın siyasi-ekonomik liberalizasyon kararının bir uzantısı olarak görmüş; zor da olsa bütünleşme tercihini güçlü egemenlik-tam bağımsızlık stratejik kültürü ile refah ve beka üzerinden uyumlandırmıştı.
Öte yandan söz konusu dönem, Avrupalılaşma adına normal olmayan bir görünüme de sahiptir. Bunun en önemli nedeni tüm kurumsallaşma adımlarına rağmen, Türkiye’nin Avrupa Topluluğu/Birliğine üyeliği konusunda hızlı ve kararlı bir yol alınmamasıdır. Sebep nedir sorusuna, farklı dönemlerde farklı yanıtlar verilmiştir. Kimi zaman Türkiye’nin konumu (Ortadoğu’nun komşusu), kimi zaman niteliği (çok büyük, çok fakir, çok kalabalık, çok dinamik), kimi zaman atfedilen kimliği (çok Müslüman, az demokratik, çok bağımsız) popüler söylemler içerisinde ön plana çıkarılmıştır. Popülist söylemleri bir tarafa bırakırsak, 1960’lardan itibaren Türkiye demokrasisinin darbelerle sınanması, siyasal yaşamın askıya alınması, insan hakları ihlalleri, literatürde Avrupa-Türkiye ilişkilerindeki tıkanıklığın sebepleri olarak geçmektedir. Gerçekten de Avrupa Parlamentosunun bu çerçevede Ankara aleyhine pek çok karara imza koyduğu günler görülecektir.
Sorun şu ki; Ankara, demokrasisinin darbelerle sınanmasının boş bir sayfada gerçekleşmediğini, Soğuk Savaş konjonktürünün bir parçası olduğunu ve Soğuk Savaş’ın bir tarafının da Avrupa’nın da içinde olduğu Batı olduğunu hissetmektedir. Ayrıca, Avrupa’nın ve ABD’nin “insan hakları” meselesini, Sovyetler’in Doğu Bloku politikasına baskı için araçsallaştırdığı dönemin hâletiruhiyesinin, Türkiye’nin önünde engel olduğu da düşünülmektedir. Sonuçta Türkiye, Soğuk Savaş’ın kanat ülkesi olarak sivil-asker ilişkisinde normalleşme yaşayamamakta, darbeler ile dönüşen elit güvenlik ve güçlü devlet retoriğini kullanmakta, bu güçlü devletin kanat olarak koruduğu Batı/Avrupa Türkiye’yi normatif zeminde eleştirmekte, ilişkiler zaman zaman donmaktadır. Soğuk Savaş’ın zor bir dönem olduğu ve pek çok Avrupa ülkesini de benzer şekilde sınadığı malum, ancak bu çetin dönemde Türkiye-Avrupa siyasi-ekonomik bütünleşmesinde sonuca ulaşılamaması, Ankara’nın zihninde Türkiye’nin istikrarı ile Batı’nın gücü ve güvenliği arasında, Soğuk Savaş gerçekliğinde doğrudan ve doğal olarak kurulan bağın sorgulanmasına sebep olmuştur.
Sorgulamalar
Bu konuda Ankara’nın ve hatta Türkiye kamuoyunun daha güçlü bir sorgulama içerisine girdiği iki konu, Soğuk Savaş sonrası dönemde de varlığını sürdürecek, hatta giderek ağırlık kazanacaktır. İlk konu Kıbrıs meselesi ile ilgilidir. Türkiye Soğuk Savaş süresince Ortadoğu’ya yönelik politikasını büyük oranda Batı ile uyumlandırmıştır. Bu uyumlandırmanın en önemli istisnası Kıbrıs sorunu ve 1963 sonrası Türkiye’nin izlediği politikadır. Türkiye-ABD arasında Johnson mektubu ile başlayan kriz, Batılı müttefiklerin belirli şartlarda açık tehdit oluşsa dahi Türkiye’nin güvenliğini korumayacağı algısının oluşmasına neden olmuştur. ABD dahi mektubun müttefiklik ilişkileri dahilinde doğurduğu hasarın, bir dış politika hatası olduğunu, sonrasında kabul edecektir. Ancak, zarar gerçekleşmiş, Türkiye müttefiklik risklerine karşı stratejik otonomi doğrultusunda yatırım yapması gerektiği çıkarımını yapmıştır. Kıbrıs meselesi sadece Ada’daki stratejik çıkarlar ve Doğu Akdeniz’deki stratejik denge ile ilgili değildir. Kıbrıs Türk toplumunun bekası söz konusudur.
Bu yüzden dış politikada ilişkileri çeşitlendirme ve stratejik özerkliği güçlendirme sadece ittifak risklerini bertaraf etme aracı değil, aynı zamanda stratejik fırsatları değerlendirme, tehditleri nötralize etme/caydırma, hareket serbestliğini artırma aracı olarak da önem kazanmış, Türkiye operatif kapasitesini yerli-milli olarak inşa etmek için çalışmaya, Batı/Avrupa dışındaki siyasi gelişmelere, bölgelere ve pazarlara bakmaya başlamıştır. Bu yönelim 2004 sonrası GKRY’nin AB üyesi olması ve Kıbrıs sorununun bir Türkiye-AB meselesi haline dönüşmesi, paralel bir şekilde Yunanistan’ın Ege meselesi dahil ikili sorunları, AB-Türkiye meselesi haline getirme çabası karşısında iyice görünürlük kazanacaktır. Ankara, Akdeniz-Ege hattında GKRY ve Yunanistan’ın ikili sorunları, Avrupa sorunu haline getirme stratejisini tek başlarına izleyemeyeceğini de düşünmüştür. Brüksel’in Güney Lefkoşa ve Atina’yı kullanarak, üyelerine karşı sorumluluk ilkesi üzerinden Karadeniz-Akdeniz hattında stratejik varlık geliştirmeye çalıştığı bir dönem (2009-2021), Ankara ve AB’nin ilişkilerinde gerginlik yaşadıkları, birbirlerini rekabet üzerinden konumlandırdıkları bir dönem olmuştur.
İkinci konu da güvenlik meselesi ile yakından ilişkilidir. Avrupa ülkelerinin siyasi mülteci politikası, Türkiye’de darbe ve insan hakları meselesi ve Avrupa diasporası içerisinde Türkiye karşıtı belli grupların örgütlenebilmesi, Türkiye-Avrupa ilişkilerinde demokrasi-güvenlik bağlantısı tartışmasının her daim konusu olmuş ve süreç içerisinde iki taraf arasında bir güvensizlik unsuru haline gelmiştir. Soğuk Savaş sonrası dönem, asimetrik unsurların, ideolojilerden bağımsız, kimlik anlatıları üzerinden kullanılabildiği melez mücadelelerin dönemi olmuştur. Bu ortamda, Türkiye’de tehdit algılaması, terör tehdidini önceleyecek şekilde değişmiş, Avrupalı devletlerle oluşan yukarıda bahsettiğimiz güvensizlik, önce PKK sonra FETÖ gibi unsurlara verilen destek nedeniyle iyice derinleşmiştir. Avrupa ülkeleri ve AB iç siyaseti, 2000’lerde giderek bu unsurların katılımı ile bir Türkiye karşıtı-Türkiye yanlısı diaspora mücadelesine de sahne olmuştur. Bu da ironik bir biçimde Avrupa’da siyaset üzerinde bir baskı aracına dönüşecek, AB’nin ve Avrupa’nın hareket sahasını daraltacaktır. Avrupa’da güçlenen yabancı düşmanlığı, İslamofobi ve dış politikada AB’nin komşu alanlarda Türkiye ile yaşadığı/yaşayabileceği rekabet için elinde koz bulundurmaya çalışması, işi daha da yokuşa sürmüştür. Avrupalı ülkelerin, terörle intisabı bulunan ya da bulunmayan Türkiye karşıtı unsurlara verdiği açık-örtülü desteği elinde manivela olarak tutması, Avrupa dış politika gündeminde Türkiye’yi ötekileştirirken, Türkiye gündeminde Avrupa’yı makul müttefik listesinden düşürmüştür. Bu gelişmeler yaşanırken, AB’nin 1990’lardan bugüne NATO’dan bağımsız bir güvenlik kimliği ve yapısı oluşturma arzusu, Türkiye-AB güvenlik ilişkilerinde Atlantik güvenliği üzerinden giden kurumsallaşmayı da sarsmıştır. Bunun en önemli nedeni, AB’nin bu bağımsızlaşmasını istediği Avrupa güvenlik yapısında -Ankara ile iş birliğini yadsımamasına rağmen- Türkiye’ye anlamlı ve açıkça zikredilebilen bir rol tanımlayamamasıdır.
Kopuş Yok Ama…
Tüm bu sorgulama ve sorgulama süreci ile iç içe geçen Türkiye’nin terörle mücadele ve stratejik otonomi gündemine rağmen 1999’dan bugüne AB-Türkiye ilişkilerinde, aksine bir beklenti olsa da tam bir Avrupalılaşmadan kopuş (de-Europeanization) yaşanmamıştır. Bunda AK Parti hükümetlerinin 2002-2011 arasında Avrupalılaşma sürecini, Türk siyasal hayatında reform yapma çabalarını destekleyici olarak kullanmalarının da katkısı vardır. Sonuçta sivilleşme, demokratikleşme ve dış ilişkilerde, sorunların barışçıl çözümü konusunda, Brüksel, Ankara ve AB üyesi ülkeler birbirlerine olumlu mesaj vermekten geri durmamışlardır. 2011 sonrası dönem ise Türkiye’nin dış ilişkilerinde AB ve Avrupalı ülkeler, AB’nin dış ilişkilerinde Türkiye ile sorun yaşayacağı bir 10 yıl olacaktır. Bu sorunlara rağmen Türkiye aday üye olma kararlılığından geri adım atmamış, Brüksel de Türkiye’nin adaylık sürecini tamamen rafa kaldırmamıştır. Bütüncül baktığımızda denilebilir ki; kurumsal ve normatif düzeyde neredeyse 2000’lerin başından itibaren ilerlememe-kopmama kararı üzerinden bir statüko oluşmuştur.
Bu statüko, aslında iki tarafı da çok memnun eden bir statüko değildir, o nedenle ilişkilerde bir tür tıkanıklığı temsil etmektedir. AB ve Avrupa, Türkiye’nin güvenliğini, siyasi ve iktisadi istikrarını destekleyen bir yapı olursa Ankara açısından bu büyük fayda, stratejik kazanç getiren bir sonuç olacaktır. Özellikle bugün Türkiye gelişmiş orta sınıfı, dinamik ve büyüyen ekonomisi ve bazı sektörlerde artan gücü nedeniyle Avrupa siyasetinde daha eşit bir pazarlık gücü yakalayacağını düşünmektedir. Ayrıca Batı ittifakı içerisinde Türkiye yer aldığından ve NATO hâlâ Avrupa’nın en önemli güvenlik kurumu olduğundan, zaten Ankara ve Brüksel arasında güvenlik alanında bir karşılıklı bağımlılık vardır. Türkiye’nin operatif kabiliyetleri, NATO/AB liderliğindeki barışı koruma ya da istikrar sağlamaya yönelik bölgesel operasyonlarda önemli olmaya devam etmektedir. Keza, NATO’nun Ukrayna krizinin başlamasını takiben konvansiyonel caydırıcılığa kıtada -üstelik bölgesel kuşaklar üzerinden- geri döndüğü bir ortamda, Ankara’nın NATO’ya operatif ve jeostratejik düzeyde katkısının Soğuk Savaş dönemi ile kıyaslandığı günlerde, Türkiye bu karşılıklı bağımlılığı, Avrupa siyasetine ve refahına katılım çerçevesinde kazançlı bir sonuca dönüştürmek istemektedir. Ankara-Brüksel ilişkisinde ticaret üzerinden iktisadi karşılıklı bağımlılık da devam etmektedir. Bu bağımlılığın asimetrik olduğu ve AB ülkelerinin payının Türkiye’nin dış satımında daha yüksek olduğu da bilinmektedir. Kısaca Ankara, karşılıklı bağımlılığın getireceği maliyetleri, AB’nin kurumsal siyasi çerçevesi ile bütünleşme üzerinden yönetmek istemektedir.
Türkiye’nin tıkanıklığı aşmak istemesinin bir sebebi de şudur: AB ve AB’nin bazı üye ülkelerinin Türkiye ve AB’nin paylaştığı komşu alanlarda sürdürmek istediği ihtiraslı politikalar, Türkiye’nin bu alanlara yönelik stratejilerinin maliyetini artırabilmektedir. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de, Kafkaslarda ve Ortadoğu’da sürekli caydırıcılık göstermek zorunda kalmasının nedenlerinden biri de AB stratejisi çerçevesinde ya da Brüksel’den bağımsız Avrupalı aktörlerin bu bölgelerde varlık gösterirken, Türkiye’nin alanını daraltmaya çalışmaları ve bunu da AB dış politikası adına yaptıklarını söylemeleridir. Türkiye, caydırıcılığını sınayan Avrupalı ülkelerin bu sınamada başarılı olmayınca, konuyu AB çerçevesinde siyasallaştırmalarının maliyetini ödemek zorunda kalmaktadır.
İşlevsel İş Birliği Nasıl Bir Çözüm?
Türkiye-AB ilişkileri tıkandığından beri, bu tıkanıklığı aşmanın bir yolu olarak işlevsel iş birliği ön plana çıkartılmaktadır. Güvenlik dışında göç ve enerji iki önemli işlevsel iş birliği sahası olarak tanımlanmıştır. İki taraf arasında yapılan 18 Mart Mutabakatı, enerji alanında TANAP-TAP ve Türk Akım’ın varlığı işlevsel iş birliğinin Avrupa istikrarına katkı sunduğunu göstermektedir. Ancak Türkiye, bu iki alandan elde ettiği faydanın kurumsal-normatif-siyasi düzeyde yaşanan tıkanıklık nedeniyle sınırlandığını da düşünmektedir. Örneğin Ankara’ya söz verilen ya da bu konuda Türkiye’de beklentinin oluşmasına izin verilen vize serbestliği meselesi, işlevsel iş birliği sonucu elde edilebilen bir faydaya henüz dönüşmemiştir. Türkiye, tıkanıklığa dayalı statükonun, Ankara’nın aday ülke statüsünü değiştirmediğinin farkındadır. Ancak Brüksel’in ve Avrupalı devletlerin farklı ortamlarda komşu, ortak ve rakip olarak da Ankara’nın adını zikrettiği bilinmektedir. Bu durum, AB’nin tutarlı bir Türkiye politikası olmadığını Ankara’ya göstermektedir.
Mevcut tıkanıklık, ilerleme ve kopma üzerinden aşılabilir. Kopma durumunda AB-Türkiye arasındaki karşılıklı bağımlılığın yeniden tanımlanması gerektiğinden her iki taraf için de kolay bir siyasi seçenek değildir. İlerleme için gerekli tutarlı Türkiye politikasını da Ankara, AB nezdinde gözlemleyememekte, bundan şikayetçi olmaktadır. Tabii bu tutarsızlık, Türkiye’yi zaten Soğuk Savaştan beri sürdürdüğü stratejik otonomi ve Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti dış politikasında bir devamlılık olarak görebileceğimiz denge politikasına itmektedir. İki taraf 1999’dan itibaren oluşan statüko içerisinde kalmaya devam edecek ise statükonun iki ucu arasında tarafların birbirini işlevsel iş birliği-kısmi fayda zemininde tutması, rekabet ve caydırıcılığın sınanması zemininde tutmasından çok daha faydalıdır. Ankara, rekabet ve caydırıcılığa yönelik sınamalara hazır olsa da işlevsel iş birliğini pozitif gündem olarak tanımlayarak, 100 yıl önce kapattığı Batı Sorununu, Avrupa Sorunu olarak tekrar açmak istemediğini göstermektedir.