Bugünü konuşmaya başlamadan önce hafıza tazeleyelim. Türkiye ve Avrupa Birliği (AB) denince hatırlamamız gereken tarihleri sırayla yazalım: 1957’de imzalanan Roma anlaşmasıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) kuruldu. Türkiye de iki yıl sonra topluluğa üye olmak için başvurdu. Dört yıl beklendi ve 1963’te Ankara anlaşmasının imzalanmasıyla ilk adım atıldı. Fakat 12 Eylül 1980 Darbesi’yle Türkiye-AET ilişkileri de önemli bir darbe aldı.
1983’te darbe karanlığının çok partili siyasal tablo ile biraz aralanmasından sonra ilişkiler yeniden canlanmaya başladı. Türkiye 1987’de tam üyelik başvurusu yaptı. Yani neredeyse tam 30 yıl önce.
1996’da Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği anlaşması yürürlüğe girdi. Türkiye adaylık statüsüne yükseldikten sonra 3 Ekim 2005’te AB ile Türkiye arasında katılım müzakereleri başladı. Geçen 11 yılda müzakere başlıklarının az bir kısmı açılabildi, sadece bir tanesi sembolik olarak kapandı. AB Komisyonu defalarca İlerleme Raporu kaleme aldı. Yazılan raporların fazlalığı sürecin ağır aksak işlediğinin göstergesi oldu. Her yıl Kasım ayında yayınlanan, önceki yılın özetini ve gelecek yılın beklentilerini içeren raporlar son yıllarda haber değerini bile kaybetti.
Türkiye, AB genişleme sürecinin bir parçası olmak istedikçe geri plana atıldı. İrili ufaklı eski Doğu Bloku ülkeleri tam üyelik hakkı kazandı. Orta büyüklükte bir Anadolu kenti seviyesinde olan bu küçük ülkeler dahi AB standartlarını karşıladıkları gerekçesiyle birliğe alındı. Türkiye ise biraz daha geri itildi. Her geçen yıl Türkiye’nin AB’den daha fazla uzaklaştırıldığı bir tablo gözlendi. Belki bu noktada şöyle bir çıkarım yapılabilir: AB genişlemesi tıpkı NATO genişlemesi gibi Doğu Bloku defterinin kapanması için başlatılmış bir operasyondu. Eğer Türkiye, NATO değil de eski bir Varşova Paktı üyesi olsaydı belki de çoktan AB üyeliğine kavuşmuştu.
Batı, Doğu Bloku’nun yıkılmasının ardından yeni düşmanını kolayca buldu. 11 Eylül küresel operasyonunun da etkisiyle İslam, Batı’nın yeni ötekisi haline geldi. Bu çerçevede AB’nin Hristiyan kimliği daha fazla görünür oldu. AB politikasını neredeyse her yıl toplanan Avrupa Hristiyan Demokrat Partiler belirlemeye başladı. Fransa’da Jacques Chirac yerine Sarkozy ve Almanya’da da Gerhard Schroeder yerine Merkel’in sahneye çıkışı Türkiye-AB ilişkilerinde “imtiyazlı ortaklık” gibi üyelik dışı seçeneklerin masaya sürüldüğü bir dönemin başlangıcı oldu.
2008 yılında finansal krizin baş göstermesi AB genişleme süreci kadar birliğin temsil ettiği değerlerin de yıpranmasına neden oldu. Artık genişleme bir tarafa mevcut üyeler bile dışlanmaya başladı. Portekiz, İrlanda, Yunanistan ve İspanya gibi mali durumu kötü olan ülkelerin isimlerinin baş harflerinden oluşan ve “domuz” anlamına gelen PIGS (Portugal, Ireland, Greece, Spain) sözcüğü literatüre girdi. AB bir dayanışma örneği olmaktan çok uzaktı artık.
Türkiye’nin AK Parti iktidarıyla gösterdiği siyasal, ekonomik ve sosyolojik ilerleme AB-Türkiye ilişkilerinde önemli bir gelişmeye yol açtı. Özellikle 2008 krizinde Türkiye’nin pek çok AB ülkesini geride bırakan ekonomik tablosu, Ankara’yı AB masasında önemli bir dosya kıldı. Avrupa ülkelerinde yaşayan yaklaşık 5 milyon Türk de kıta sınırları içinde küçük bir Türkiye prototipine tekabül etmekteydi. Türkiye’deki refah seviyesinin yükselmesi, AB ülkelerini Türk vatandaşları için cazibe merkezi olmaktan çıkarmaya başlamış ve gözle görünür boyutta bir tersine göç başlatmıştı.
Her şeye rağmen AB, Türkiye ile mesafesini korumaya özen gösterdi. Yakınlaşma olasılığı belirdiğinde hep bir bahane buldu. Türkiye’nin tam üyeliğe alınmayacağı neredeyse kesinleşmiş durumdaydı. Çünkü Türkiye Müslüman bir ülkeydi ve nüfusu pek çok AB ülkesinden fazlaydı. Ortadoğu’da İslam ve demokrasi kavramlarının yan yana anılmaya başlandığı 2011-2013 yılları AB ile Türkiye arasındaki iplerin yavaş yavaş gerildiği döneme işaret etmekteydi.
“Müslüman”, “demokrasi” ve “ilerleme” kavramlarının yan yana gelmesi küresel sistemi rahatsız ediyordu. 2013’ten itibaren Türkiye’ye karşı operasyonlar dönemi başladı. Mısır’da seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi’nin devrilmesine giden süreç Türkiye’de de sahnelenmek istendi. Gezi Parkı’ndan girip 17-25 Aralık’tan çıktılar. Siyasal İslam’a karşı Tunus, Mısır ve diğer ülkelerde sürdürdükleri savaşı Türkiye’ye de sıçratmak istediler. Bu savaş sırasında öyle körleştiler ki Suriye’de yüz binlerce insanı katleden ve milyonlarcasının göç etmesine neden olan bir diktatöre, Esed’e bile dokunmadılar. Kimyasal silahlarla kavrulanları, Ege kıyısına vuran minik Aylan’ın bedenini, bir ambulansta şaşkın gözlerle medeniyeti sorgulayan küçük Ümran’ı bu alçak savaşın Guernica’sı gibi sadece bir fotoğraf karesinden ibaret gördüler.
Ve 15 Temmuz gecesi... Hain darbe girişiminde sokaklara dökülerek darbeyi önleyen halkın, “diktatör” ve “otokrat” olarak yaftalanan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile bütünleştiği direnişi hazmedemediler. Darbenin başarısızlığı Avrupa cephesini öylesine şok etmişti ki ilk günlerde hiçbir liderden kınama mesajı bile gelmedi. Ancak bir ay sonra bombalanan Türkiye Büyük Millet Meclisine Avrupalı siyasetçi sınıfından ziyaretçiler gelmeye başladı.
Tarihi 15 değil 16 Temmuz’dan başlatmayı tercih ettiler. Gözaltına alınan darbeciler için seferber oldular. Açıkça ifade etmekten de geri durmadılar... Türkiye’ye muhalif herkese Almanya kapılarının açık olduğunu bizzat ülkenin Avrupa İşlerinden Sorumlu Bakanı dile getirdi. Darbe yanlılarına koruma sağlanırken darbe karşıtı gösteriler ise kriminalize edilmeye çalışıldı. Adeta darbenin başarısızlığa uğramasının hesabı soruldu!
Avrupa Parlamentosu’nun (AP) Türkiye’nin üyelik müzakerelerinin askıya alınması yönündeki tavsiyesi bu sürecin sadece bir halkasıydı. Brüksel, Martin Schulz ve Kati Piri eliyle Ankara’ya her türlü düşmanlığı sergiledi. Referans kaynağı ise hep PKK ve FETÖ teröristleri oldu.
Aralık ayında toplanacak olan AB liderleri, Parlamento tavsiye kararı yönünde elbette bir adım atmayacak. Ama üyelik sürecini kesmek istedikleri de bir gerçek. Bu sorumluluğu üzerlerine almak istemiyorlar. Ankara’yı sıkıştırarak bu adımı atmasını sağlamaya çalışıyorlar.
Siyaset tarihinin en büyük ikiyüzlülüklerinden birisi “AB’nin Türkiye ile üyelik müzakereleri sırasında takındığı tavırdır.” Daha gerçekçi, yalandan uzak ve karşılıklı çıkarların korunarak sürdürüleceği bir süreç artık kaçınılmazdır. Yıllarca askerin siyasetteki rolünün azaltılması için müzakere yürüten AB’nin FETÖ taşeronluğunda gerçekleşen darbe/ işgal girişimi için amasız, fakatsız bir tavır alması aciliyet arz etmektedir.
Avusturya Parlamentosu’nun aldığı Türkiye’ye silah ambargosu kararı ise “Türkiye” ve “ambargo” kelimelerinin yan yana anılmasına kamuoyunu alıştırmak üzere kalkışılmış bir halkla ilişkiler çalışmasıdır.
“İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’nın karşılaştığı en büyük kriz” diye nitelenen mülteci sorunu ve ekonomik ilişkiler ortadayken Batı, Türkiye konusunda aklıselimin kazanacağı bir sürece acilen girmek zorundadır. Başta vize ve mali konular olmak üzere hiçbir yükümlülüğü yerine getirmeyen AB, kendi iyiliği için düşmanlığa varan yaklaşımından bir an önce vazgeçmelidir. Bu hesapların ise Türk insanının öz değerleri süzgecinde takılıp kalacağını asla akıldan çıkarmamalıdır.