Muhtemelen insanlık tarihinin en acımasız katliam ve soykırımının yaşandığı Filistin’de akan kan ve gözyaşı, onlarca yıldır durmuyor. Esir takası için geçici olarak ilan edilen ateşkes sürecinde bile zalim İsrail, bulduğu her fırsatta kadın-çocuk demeden katliamlarına devam ediyor. Bu mezalime sessiz kalamayan dünya halkları İsrail aleyhinde protestolar düzenlerken, dünya çapında peş peşe İsrail mallarına karşı boykot çağrıları yapılıyor. Ekonomi, siyaset ve kültür-sanat alanlarında çok güçlü olan İsrail lobisi, bu ehli vicdan sahiplerinin sesini kısmak için elinden geleni yapsa da artık İsrail’e duyulan tepki, bu baskılara boyun eğme seviyesini çoktan geçti.
O zaman gündemi en çok meşgul eden “Bu boykotun bir faydası var mı?” sorusunun cevabını yazımızın başında hemen verelim: Bu boykot faydalı olacaktır, hem de tahmin edilenin çok daha ötesinde bir fayda sağlayacaktır, bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.
İşgalci İsrail Zulmünün Başlangıcı
1517’de Yavuz Sultan Selim tarafından himaye altına alınan Filistin, 1917’de İngiliz mandasına girene kadar, yaklaşık 400 yıl Osmanlı hakimiyetinde kaldı. Bölgedeki refah ve istikrarın teminatı olan Osmanlı’nın zayıflayıp ülkeden çekilmesiyle orada yaşan halkın yüzü bir daha hiç gülmedi. Filistin toprakları, özellikle Theodor Herzl’ın 1896’da Siyonist düşüncenin temellerini atması sonrasında bu düşünceyi benimseyenlerin hedefi oldu. Yahudilerin “Aliyah” dedikleri göç hareketleriyle, ata toprakları olduğunu iddia ettikleri Filistin, planlı ve aşamalı bir biçimde işgale uğradı. Osmanlı’nın aldığı tüm tedbirlere ve önleme çalışmalarına rağmen çeşitli kaynaklara göre 50 bin civarında Yahudi Filistin’e göç etti. “Aliyah” adı verilen bu planlı işgal girişimi, Filistin’in 1917’de İngiliz mandasına girmesiyle bir ivme kazansa da bölgede bağımsız bir devletin kurulmasına yetecek sayıda insanın göç etmediği anlaşılmaktadır.
Dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour’un, Siyonist hareketin önde gelen finansör ve destekçilerinden Lord Jacob Rothschild’e 2 Kasım 1917’de gönderdiği “Balfour Deklarasyonu” olarak anılan mektupla, İngiltere’nin Yahudilere Filistin’de bir yurt tesisi fikrine desteğini açıklaması, İsrail devletinin kurulmasına giden süreçte en önemli kilometre taşıdır. Ancak Filistin’de bir İsrail devleti kurulabilmesi için hâlâ bir katalizör gerekiyordu ve aranan fırsat İkinci Dünya Savaşıyla ele geçirilmiş oldu.
Mazlum Milletten Zalim Devlete
1 Eylül 1939’da Hitler’in liderlik ettiği Nazi Almanya’sının, Polonya’yı işgal etmesiyle başlayan ve pek çok mecrada görünen ve görünmeyen sebepleri açısından hâlâ tartışılan İkinci Dünya Savaşı da sonuçları itibarıyla Filistin’in kaderini menfi bir şekilde etkileyen en önemli olaylardan biri olarak değerlendirilmelidir.
İkinci Dünya Savaşı sırasında bazı kaynaklara göre 6 milyon Yahudi katledilmişti. En büyüğü Polonya’daki Auschwitz Kampı olan toplama kamplarında; açlık, işkence, ağır çalışma koşulları ve üzerinde uygulanan deneyler neticesinde ölen insanların cesetleri fırınlarda yakılıyordu. İkinci Dünya Savaşı bitip insanlık tarihinin bu kara lekesi gün yüzüne çıkınca, Nazilerin yaptığı katliamlar, Birleşmiş Milletler tarafından Holokost olarak da adlandırılan Yahudi soykırımı olarak kabul edildi. Konuyla ilgili çevrilen yüzlerce film, yazılan onca kitap ve yapılan etkinlikler vesilesiyle mazlum bir millet olarak gösterilen Yahudilere karşı dünya çapında bir sempati oluştu ve bu “mazlum milletin” gelecekte bir daha böyle bir zulüm yaşamaması için toplu olarak yaşayabilecekleri, güvenli bir yurda sahip olmaları fikri giderek güçlendi. Bu noktada Filistin topraklarına kurulan İsrail devletinin mottosunun “bir daha asla” olduğunu belirterek, yazımıza devam edelim.
Bazı tarihçiler, İkinci Dünya Savaşı’nın en önemli sebeplerinden birinin, dünyada dağınık bir şekilde yaşayan Yahudilere toplu olarak yaşayabilecekleri bir ülke kurmak olduğunu iddia ediyorlar. Bu tartışmaları tarihçilere bırakıp, İkinci Dünya Savaşı’nın günümüzdeki yansımalarına baktığımızda, yaşanan soykırım sonrası aslında Filistin toprakları olan günümüzdeki İsrail’e başta Avrupa olmak üzere dünyanın her yerinden göçün hızlandığı görülmektedir. Bu durum doğal olarak söz konusu tarihçilerin tezlerinin doğruluğu konusunda sağlam bir zemin oluşturuyor. Günden güne Filistin’deki Yahudi yerleşimci sayısı artarken, başta Hollywood ve ABD önderliğinde yürütülen açık ve subliminal propagandalar sayesinde Siyonizm daha çok taraftar toplamaya başladı. Böylelikle İsrail’de Yahudiler, Arap nüfusa karşı silahlanmaya ve silahlı örgütler kurmaya hız verdi ve 1948’de ülkedeki İngiliz mandasının Filistinlileri doğdukları topraklardan sürerek İsrail devletini kurmasıyla, günümüzdeki trajedilerin yaşanmasının fitili yakılmış oldu. Sonuç olarak, 1948’de Filistinlilerin “Nekbe” yani “Büyük Felaket” olarak adlandırdığı İsrail devletinin kuruluşu gerçekleşti ve Filistinliler kitlesel bir şekilde yaşadıkları topraklardan sürülmeye başlandı.
Oysaki 1947’de Filistin’e göç edenleri taşıyan gemide açtıkları pankartta “Almanlar ailelerimizi ve evlerimizi yok ettiler, siz bari ümitlerimizi yok etmeyin” yazarak merhamet ve hoşgörü bekleyen mültecilerin çocukları, şimdi Filistinlilerin her şeyini yok ediyorlar.
Zulme Karşı Toplumsal ve Diplomatik Çabalar
Dünyanın en büyük açık hava hapishanesi olarak adlandırılan Filistin’de, Nazi kamplarını aratmayan büyük bir zulüm yaşanırken, dünyanın her yerinden vicdan sahibi insanlar el ele vererek bu drama dur demek için ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Yiğide hakkını vermek düsturuyla hareket edersek bu konuda devlet başkanları özelinde en çok çaba gösteren hiç şüphesiz yine Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Günde bazen 20 saat çalışarak yaptığı diplomatik görüşmelerle mazlum Filistin halkının dünyadaki en gür sesi olan Erdoğan’ın bu çabaları, tüm dünyada büyük takdir toplarken, iç siyasette takdir edilmek bir yana beyhude bir çabaymış gibi lanse edilmesi, büyük bir akıl ve vicdan tutulmasının yanı sıra Türkiye’nin büyüklüğünün ve gücünün malum çevrelerce anlaşılamadığının acı bir göstergesidir.
Büyük Dayanışmanın Sonucu: İsrail Mallarını Boykot
Dünyanın çeşitli yerlerinde İsrail devlet terörüne karşı peş peşe gösteriler düzenleniyor. Bu protestolara ilaveten insanlar, söz konusu mezalime sessiz kalmamak için ellerindeki en büyük koz olarak, İsrail menşeli ürünlere boykot uygulamayı görüyor. Peki, bazı çevrelerce yapılan kara propagandalarda dile getirildiği gibi bu protestolar ve boykot girişimi beyhude bir çaba mı? Cevap kesinlikle hayır. Bu çabaların ekonomik, diplomatik ve psikolojik sonuçlarını şimdiden görmeye başladığımızı söyleyebiliriz.
Ekonomik olarak İsrail’in bu işten ciddi zarar göreceğini tahmin edebiliriz. Zira 300 ekonomistten oluşan İsrailli bir grup Başbakan Binyamin Netanyahu ve Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’e yazdıkları açık mektupta, “İsrail ekonomisinin karşı karşıya olduğu ekonomik krizin büyüklüğünü anlamıyorsunuz” ifadelerini kullanarak, durumun vahametine dikkat çekti. Zira bu ekonomistler, boykot olayının sadece bazı malları almamak boyutunun çok ötesine geçeceğini öngörebiliyorlar.
Boykot eyleminin ikinci ve en önemli aşaması İsrail merkezli firmaların ürünlerinin muadillerinin üretilerek, ekonomi ve finans başta olmak üzere tüm sektörlerde bağımlılığı ortadan kaldırmaktır. Bunun en güzel örneği finansal ödeme sisteminde İsrail menşeili Visa ve Mastercard ile yapılan harcamaların bu kartlar yerine yerli ve milli bir sistem olan TROY’la yapılmasıdır. Bu ve benzeri milli ürünlerin sayısı ve kullanım alanları arttıkça Yahudi sermayesinin dünyadaki hegemonyasına büyük bir darbe vurulacaktır. İsrailli ekonomistlerin uykularını kaçıran gerçek işte budur.
ABD merkezli Rand Corporation’ın 2015’te hazırladığı rapora göre 2013 ve 2014’te İsrail ekonomisine yönelik boykot, İsrail’in gayri safi yurt içi hasılasında 10 yıl içinde kümülatif olarak yaklaşık 15 milyar dolarlık bir zarara yol açtı. Bu da İsrail’de kişi başına düşen GSYİH’de yüzde 3,4’lük bir düşüşe neden oldu. Şu anki boykot, geçmiş dönemdekilerden çok daha yaygın olması sebebiyle İsrail ekonomisine çok daha büyük zararlar verecektir. İsrail devlet bütçesine girmeyen her bir doların silah ve mühimmat alımında kullanılamadığı düşünüldüğünde, boykota katılmanın sadece vicdani değil aynı zamanda insani bir zorunluluk olduğu açıktır.
Boykotun psikolojik boyutunu ele aldığımızda bunun psikolojik açıdan kolay bir eylem olmadığını çünkü kişinin sahip olduğu tüketim alışkanlıklarını terk etmesinin aktif bir zihniyet değişimi gerektirdiğinin altını çizmeliyiz. Ayrıca, İsrail’i destekleyen firmaların boykot edilmesiyle kişi, İsrail’in zalimce masum insanları öldürdüğünü kabul ederek Filistin davasında, İsrail’in karşısında olduğunu tüm dünyaya ilan etmiş olur. Böylelikle, pasif bir nesne olmaktan çıkıp aktif bir özneye döner. Yaşanan acılar karşısında insan eğer hiçbir şey yapmazsa bu durum onu, tam da Yahudi lobilerinin istediği gibi, “çaresizliğe ve umutsuzluğa” iter. İşte boykot, insanın elinden gelen bir şeyi yaparak çaresizlik duygusunun üstesinden gelmesine yarar.
Boykot ve İsrail terörüne yönelik protestoların diplomatik alandaki kazanımlarına baktığımızda, bazı ülkelerin İsrail’le diplomatik ilişkilerini ya tamamen kesmesi ya da en düşük seviyeye indirmesinin, bu ülkeyi ve destekçilerini uluslararası arenada yalnızlaştırarak, üzerlerinde büyük bir baskı hissetmelerine yol açtığı söylenebilir.
Kıssadan hisse niyetine okyanus kenarındaki adamın hikayesini hatırlamakta fayda var. Gelgit zamanında sular çekilince sahilde yürüyen bir kişi, bir adamın sahile vuran denizyıldızlarını tekrar denize attığını gördüğünde ona bu çabasının beyhude bir davranış olduğunu ima etmek için “Sahile vurmuş binlerce denizyıldızı var. Hepsini denize atamayacağına göre bu davranışın neyi değiştirecek ki?” diye sormuş. Adam da eline aldığı bir denizyıldızını denize fırlatarak “Bunun için çok şey değişti” demiş. Vesselam, vel-ikram…