Canımızı çok yakan koronavirüs (Covid-19) salgınını Allah’ın izniyle ve bilimin ışığıyla(!) -ki bu ifadeyi bilim kilisesinin müminlerinin hışmına uğramak için mutlaka eklemeliyim- atlattıktan sonra geriye dönüp tüm bu yaşananlardan tebessüm ettirecek bir an bulmak mümkün olacak mı belli değil. Eğer böyle bir imkan olursa şüphesiz çoklarının aklına basın toplantısında Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’ya sorulan bir soru gelecek. Basın toplantısındaki varlığı gazeteciliğin ilgili kanuna tabi olarak çalışmaktan çok fazlası olduğunu düşündüren bir “çalışan” (evet, muhabir değil) Sağlık Bakanı Koca’ya Çin’den temin edilen testlerin parasının Mustafa Kemal tarafından ödenip ödenmediğini sordu. Bakan Koca sorunun bitmesini bekle(ye)meden “yok öyle bir durum” dedikten sonra “gelen testleri kendimiz parasını vererek alıyoruz” açıklamasında bulundu.
En komiği 2020’de Çin’den alınan testlerin parasının yıllar önce Mustafa Kemal tarafından ödenmiş olabileceğine inanmak olsa da salgın süreci boyunca şahit olduğumuz başka absürtlükler de var. Örneğin Milli Eğitim Bakanlığı’nın çok kısa sürede uzaktan eğitimi hayata geçirmesindeki başarıyı değil, uzaktan eğitim derslerinden birisini veren öğretmenin başörtülü olmasını mesele edenler oldu. Dünyadaki tüm ülkeler gibi Türkiye de tarihindeki en büyük meydan okumalardan biriyle karşı karşıya. Avrupa ülkelerinden peş peşe “Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük felaketi yaşıyoruz” açıklamaları geliyor. Ancak bazıları için hala televizyonlarda başörtülü bir öğretmenin ders anlatması çok tehlikeli olabiliyor. Virüs Cumhuriyet’i yıkamaz ama televizyondaki başörtülü bir öğretmen yıkabilir! Kaldı ki tehlike bununla da bitmemiş; din dersine verilen nağme arasında bir Yunus Emre ilahisi yayınlanmış televizyondan.
Koronavirüs salgını henüz Türkiye’ye ulaşmamışken, salgını hafife alan bazı tıpçı akademisyenlere alışmıştık. Profesör olsalar da birçoğu zaten salgın hastalık uzmanı değildi. Sağlıklı bir bireyin normal zamanda daha sağlıklı olmasına katkıda bulunacağı şüphe götürmeyen tavsiyeleri verdiler; kelle-paça çorbası için, sirkeli suyla gargara yapın, temiz havaya çıkın, egzersiz yapın, bol yeşillik ve meyve tüketin... Ancak salgın ülkemizde de görülmeye başladığında tabii olarak görünmez oldular. Onların yerini boş zamanlarında güneş toplamayı tercih eden ancak salgın günlerinde birden ilaç mütehassısı olan bir şarkıcı (müzisyen ya da edebiyatçı değil), Kızılay’ın mobil kan bağışı araçlarının neden koronavirüs testi yapmadığını sorgulayan(!) bir “artiz” (oyuncu ya da tiyatrocu değil) ve benzerleri aldı.
Din ve Bilim Kıyası
Maalesef bitmedi. Tüm bu muhalefet maskeli saçmalıklara bir değil iki yüzyıl öncesinde kalmış olması temenni edilen vulgar (kaba, basit bayağı) bir pozitivizm eklendi. Konumuz salgın hastalık, dolayısı ile tıp ve dolayısı ile bilim olunca birden din ve bilim karşılaştırmasına geldik. Bünyemiz koronavirüse yenik düştükçe din de bilime yenik düşmüş sayıldı. Öyle ya salgına çareyi imamlar değil hekimler bulacak! Gerçi hekimlerin tüm çabalarına rağmen iyileşemeyenlerin vefat edince cenazelerini imamlar kaldırıyor. Ama bu bir futbol maçı değil. İmamlar ve hekimler de rakip değil. Tüm dünyayı saran bir salgın var ve bunu mümkün olan en az hasarla atlatmaya çalışıyoruz. Ancak içinden geçtiğimiz şu sıkıntılı günlerde en azından “bilimin hakikatlerine dini bir kisve giydirip avama anlatmaya” çabalayan Abdullah Cevdet türü nispeten daha nitelikli bir pozitivizmi hak ediyorduk.
Fakat maruz kaldığımız vulgar pozitivizm Abdullah Cevdet’in “ışıklar içinde” yatmasını temenni ettirecek cinsten. Bilim adına dine değil, siyaset adına her şeye nefret kusuluyor. Gelinen noktada Bilim Kurulu da siyasi nefretten nasibini aldı. Kendilerine istifa çağrıları yapılıyor. Nedeni ise şimdiye kadar siyasi bir beyanat vermemiş, hükümeti eleştirmemiş, “cami yerine tıp fakültesi açsaydık salgın olmazdı” türünden saçma laflar etmeyip özveriyle işlerine odaklanmaları. “Sanatçı muhalif olur” türünden bir slogan da üretmişler; “bilim siyasete boyun eğmez”.
Zeki, Çevik ve Muhalif
Koronavirüsten kaçarak sığındığımız evlerimizde tüm bu absürtlüklere maruz kalmamızın sebebi ise yeknesaklaşarak “muhalif” maskesi arkasına sığınmayı başarmış bir zihniyetin hakikati dünyanın bugününden ibaret zannetmesidir ki vulgar pozitivizm bunu gerektirir. Karşımızda insan türünün en kadim düşmanlarından birisi, bir salgın hastalık var. Kaderin bir cilvesi olsa gerek dünyanın en kadim dertlerinden birisini bugünün dünyasında ilk defa yaşıyoruz. Bir tarafta kilometrelerce öteden ameliyat yapmaya imkan veren teknikler, gen teknolojileri, biomekatronik uygulamaları varken günümüz dünyasının salgınına karşı ellerimizi yıkamaktan, karantina uygulamaktan başka çaresi yok. Görünürde bir tezat var lakin hakikatte her şey tam da olması gerektiği yerde; nihayetinde gelişmiş tıp teknikleri de el yıkamak da insanın hakikat arayışının sonunda geliştirdiği çözümler.
Görünenin gösterdiği hakikati anlamayıp, görüneni kutsallaştırmaya vulgar pozitivizm deniyor. Bugünün dünyasını izleyebiliyor; yabancı lisan konuşabiliyor, diploması var, teknolojiyi kullanabiliyor, sosyal ilişki kurabiliyor, mesleğinde başarılı olabiliyor, güzel şarkı söyleyebiliyor, tweet atabiliyor… Ancak görünenden yola çıkıp ve fakat görüneni aşıp hakikati anlayamıyor. Görünenlerin neyi gösterdiğini anlayamayınca gördüğünü hakikat zannediyor. Gördüğü ile düşünüyor, aklını değil gözünü kullanıyor, gördüğüne tepki veriyor. Gördüğüne verdiği tepkilerse hakikatin karşısında absürt ve komik kalıyor.