1918’de Birinci Dünya Savaşı’nın galiplerinin lideri olarak kendini gören ABD Başkanı Woodrow Wilson, Paris’e ayak bastığında zihninde savaş sonrası uluslararası düzeni şekillendirmek vardı. Hedef Avrupa ölçekli güç yarışının bozduğu Avrupa uyumunu ve güç dengesini yeniden tesis etmek, galiplerin çıkarlarını korumak ve sözde saldırgan karşısında kurbanı koruyacak bir uluslararası hukuk düzeni oluşturmaktı. Ancak ne Wilson hayallerine kavuşabildi ne de Wilson’ın öncülük ettiği Milletler Cemiyeti ayakta kalabildi. Wilson Washington’a döndüğünde Amerikan müesses nizamı, 1823’te hayata geçirilen ve ABD’yi Avrupa siyasetinden uzaklaştırma işine yarayan Monroe Doktrininin etkisiyle, baskın dış politika pratiği haline gelmiş izolasyonizmi tercih etti ve ABD’nin Milletler Cemiyeti’ne katılımına onay vermedi. Tarih kitapları Wilson’a sert muhalefet yapan Teksaslı bir Kongre üyesine verdiği nezaketsiz karşılığın Kongrenin tavrını etkilediğini yazar.
ABD’nin savaş sonrası “eve dönüşüyle” beraber Milletler Cemiyeti’nin kaderi de Avrupa’nın derin jeopolitik takıntılarına hapsolmuş hırslı emperyalist devletlerinin ellerine teslim edilmiş oldu. Sonuçta, saldırgan karşısında kurbanı korumakla mükellef kolektif güvenlik mekanizması hızlıca çöktü ve Nazi Almanya’sının jeopolitik fantezileri, dünyayı 6 yıl boyunca kasıp kavuran kanlı bir dünya savaşına sürükledi. Milletler Cemiyeti’nin başarısızlığı açık bir uluslararası hukuk düzeninin tesis edilememesi ve güç rekabetinin sınırlandırılmasına dair mekanizmaların güç dengesizliği nedeniyle etkin bir şekilde işlememesinden kaynaklanıyordu.
Amaçtan Sonuca Gidiş
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından kurulan Birleşmiş Milletler (BM) ise bu sefer geçmişin derslerini dikkate alan bir yaklaşım ortaya koydu. Kolektif güvenlik ilkesini genel bir istikrara bağladı; hedefini ise çatışmaların minimize edilerek dünya barışının tesis edilmesi noktasında, galipler arasındaki dengeyi önceleyen bir sistem inşa etti. Güvenlik Konseyi’ne verilen veto yetkisi, görünürde (en azından büyükler arasında) küresel bir çatışmaya mahal vermeyecek, saldırgan karşısında kurbanı koruyacak, barışın tesis edilmesinde ise önleyici mekanizmalarla devreye girerek istikrarın oluşmasını ve korunmasını sağlayacaktı. Küresel adalet ise hiçbir zaman BM’nin gerçek menzilinde yer almadı. Nitekim Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerine verilen veto yetkisi adaleti, etkinliği ve çatışmaların barışçıl yollarla çözümünü değil, küresel beşlinin çıkarlarını önceleyen bir yapıya dönüştü.
Soğuk Savaş döneminde BM, küresel nizamı beş daimi üyenin stratejik çıkarlarını koruyacak biçimde organize oldu. BM’nin işlevselliği ve etkinliğini, kendi aralarında doğrudan sıcak çatışmadan kaçınmaya endekslediler; ancak zayıf karşısında güçlüye kendi çıkarlarına uygun olduğu sürece daha fazla alan açtılar. İsrail’e Filistin karşısında alan açan işgal politikası, ABD’nin Latin Amerika’da Soğuk Savaş boyunca yürüttüğü kontrgerilla sponsorluğu ve Vietnam Savaşı gibi daha birçok örnek, sözde daha âli uluslararası sistemin istikrarı adına BM’nin hukuk düzeni içinde paranteze alındı.
Soğuk Savaş’ın sona erişiyle birlikte BM, küresel yönetişim sistemi içinde kendisine daha merkezi bir yer edinse de uluslararası sistemin dönüşümüne paralel bir dönüşüm yaşamadı. ABD’den başka kutup liderinin kalmadığı Amerikan merkezli küresel sistemde, BM stratejik bir kurum olmaktan ziyade giderek taktiksel bir “aygıta” dönüştü. İnsani müdahale konusunda öne çıksa da Balkanlarda Sırp jeopolitik hırslarının saldırganlığına ve Afrika’da etnik temizlik politikalarına karşı etkisiz kaldı. 8 bin Bosna-Hersekli Müslümanın Hollanda’nın gözetimindeki BM bölgesinde etnik kıyıma uğratılması, BM sisteminin nasıl bir krizde olduğunu göstermişti. Kosova’da BM yerine NATO’nun müdahalede bulunarak daha büyük kıyımların önüne geçilmesi, BM’deki veto sisteminin ne denli işlevsiz olduğunu da göstermişti.
Soğuk Savaş sonrası yaşanan küresel ölçekli jeopolitik, siyasi, güvenlik, ekonomik ve toplumsal kırılmaların neden olduğu küresel yönetişim krizi ise BM’nin “arızalarının” daha fazla gün yüzüne çıkmasına neden oldu. Bugün ise BM, tarihinde hiç olmadığı kadar derin bir krizle karşı karşıya. BM’nin kuruluş felsefesine yönelik doğrudan bir meydan okuma ortaya çıkaran bu kriz, örgütün meşruiyetine yönelik kapsamlı bir sorgulamayı da beraberinde getirmekte.
Meşruiyet krizinin temeli, BM’nin onca jeopolitik değişime rağmen beşli bir yapıya teslim edilmesinin devam ediyor olmasından kaynaklanıyor. Küresel sistem Soğuk Savaş sonrası derin bir dönüşümle karşı karşıya ve bu dönüşüm beş ülkenin söz hakkını sürdürmesinin imkansız olduğunu gösteriyor. Çok kutuplu ve çok merkezli uluslararası sistem, kendi kaderlerini beş ülkenin kararlarına teslim etmek istemeyen, yükselen güçler tarafından şekillendiriliyor. Bu durum, BM’nin mevcut jeopolitik güç dengelerini yansıtmaktan uzak olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda BM, derin bir temsil kriziyle de karşı karşıya bulunuyor. Kültürel olarak çok kültürlü olmaktan uzak ve Batı-merkezci bir karaktere sahip. Etkinlik sorunu, BM’nin mevcut haliyle devam etmesini de imkansız kılıyor. Uluslararası krizlerde zamanında önlem alamayan, krizlerin derinleşmesine alan açan ve krizlerin çözümünü dar çıkar hesaplarına terk eden bir BM söz konusu. Şeffaflık BM’nin karşı karşıya kaldığı meşruiyet problemini daha da derinleştiriyor. Kararların alınış şekli, alınan kararların krizlerin doğasıyla uyumsuzluğu BM’nin şeffaf bir örgüt olmaktan giderek uzaklaştığını gösteriyor. Böylesi bir yapının küresel sistemde istikrar sağlaması zor olduğu gibi devletlerin kendi çözümlerini üretecek mekanizmalar inşa etmesini beraberinde getiriyor.
Küresel sistemin özellikle de Covid-19 salgını sonrası yaşadığı derin sarsıntı, Soğuk Savaş’tan bu yana uluslararası siyasetin karakterinde kapsamlı bir dönüşümün arifesinde olduğumuzu gösteriyor. Bu dönüşüm, sadece güçler dağılımının yeniden ayarlanması anlamında değil gücün sıklet merkezinin de Batı’dan Doğu’ya doğru kaymasına işaret ediyor. Batı’nın jeopolitik üstünlüğünde geçen iki yüz yıllık jeopolitik çağ, Doğu’nun jeopolitik dengelemesiyle yeni bir jeopolitik çağın doğmasını beraberinde getirebilir. Güç dağılımının ve jeopolitik düzenin köklü bir değişim geçireceği ancak geçmiş dönemlerden farklı olarak oldukça melez bir küresel sistemin ortaya çıkacağı yeni dönemde, BM’nin reforma tabi tutulması her şeyden daha önemli ve acil bir meseledir.
Küresel güç dağılımının dikkate alınmaması ve küresel sorunlara zamanında etkin ve adil bir çözüm üretememesi durumunda, BM’nin meşruiyet krizi daha da derinleşecektir. Bu kriz mevcut uluslararası hukuk düzeninin içinde alternatif normların ortaya çıkmasına neden olabilir ve paralel bir hukuki evrenin oluşmasına kaynaklık edebilir. Halihazırda alternatif bölgesel oluşumların siyasi, ekonomi ve güvenlik ekseninde aldığı kararlar, BM merkezli normların yerini bölgesel merkezli normların almaya başladığını göstermektedir. Öte yandan uluslar üstü bir yapı olarak BM yerine alternatif bölgesel örgütlerin kurulması BM’nin daha da etkisizleşmesine ve tamamen yok olmasına neden olabilir.
Osmanlı şairi Ziya Paşa’nın tabiri ile, “Bu kantar bu yükü çekmez”.