Covid-19 olağanüstü konjonktürünün etkisinde geçirdiğimiz zaman neredeyse bir seneye ulaşıyor. Henüz pandemi eksenli gelişmelerin sıcağında ve bundan sonraki seyrin nasıl bir tablo getireceğini öngörmenin sıkıntı ve tahditleri altında yola devam ediliyor.
Dünyada “büyüme özürlü bir sene” olarak tamamlanan 2019’da, Türkiye diğer ekonomilerden pozitif ayrışmayı başarmış ve etkileyici bir büyüme patikasına girmişti. Covid-19 felaketi ülkemizin yüksek hızlı büyüme temposuna önce yavaşlatıcı, sonra ket vurucu menfi etkilerini göstermekte gecikmedi. Büyüme tablomuzun vazgeçilmez dinamikleri arasında ön planda gelen ihracat ve turizm kulvarlarında ortaya çıkan pandemi etkisi, maalesef 2020’ye ait ümit var beklenti ve tahminlere geçit vermedi; adeta nefesini kesici etki husule getirdi. Söz konusu tüm olumsuz gelişmelere karşın içinde bulunduğumuz yılı yüzde 1’in altında dahi kalsa “mütevazı bir pozitif rakam ile tamamlamak”, Türkiye ekonomisinin potansiyelini ve normalleşme sürecindeki avantajlı durumuna delil teşkil ederek önümüzdeki dönemler için yeniden kuvvetli büyüme oranlarının yakalanacağına dair sinyal etkisi oluşturacaktır.
Geçtiğimiz günlerde gerçekleştirilen G-20 toplantısı öncesinde yapılan bir tespit; ülkelerin Covid-19 ters konjonktürüne karşı farklı mücadele, anlayış ve uygulamalarıyla günümüze kadar vaziyet ettiklerine dikkat çekiyor. Gelişmiş ülkelerin görece büyük GSMH’lerinin yüzde 20’sini; gelişmekte olan ülkelerin yüzde 7’sini ve geri kalmış ülkelerin, cılız kaynaklarının sadece yüzde 2’sini bu uğraşta kullandıkları anlaşılıyor. Açık ve net olan tespit; herhalde ortak ve destek temelli ortak bir dayanışma ile duruşun tezahür etmediği, “gemisini kurtaran kaptan” anlayışının hakim olduğudur. Nitekim an itibari ile ekonomik yöneliş ve beklentilerde tayin edici ağırlık ve role sahip aşı geliştirme-erişimi çalışmalarında aynı tablo daha açık ve dramatik şekilde ortaya çıkmıştır. Dünya Sağlık Örgütü’nün teşkile çalıştığı Covax ortak aşı geliştirme inisiyatifine zengin ülkeler destek vermekten imtina etmişlerdir. Bu tablo karşısında, Türkiye’nin dünyanın saygın bir ülkesi ve önde gelen bir ekonomisi kimliği ile müstakil hareket kabiliyet ve imkanlarını arttırması önem kazanmaktadır.
Üçlü Yapısal Formül
Son dönemlerde başta Sayın Cumhurbaşkanımızın ve ilgili zevatın demeç ile söylemleri ve gerçekleştirilen nöbet değişimleri temelinde, yeni bir duruş-vaziyet ediş yoluna gidildiği anlaşılmaktadır. Değişen ve gelişen koşullar çerçevesinde eko-politik temelli yeniden yapılanma sürecinin benimsendiği ve buna bağlı olarak gerekenlerin ikmali yoluna gidileceği beklentisi ön plana çıkmıştır. Ekonomi, bir yönü ile “beklenti yönetimi” olarak hayat bulduğuna göre, bundan sonraki duruş ve icraatların tezahürü kritik ağırlık taşımaktadır. Bizzat Başkan Erdoğan tarafından işaret edildiği üzere reformların; ekonomi–demokrasi–hukuk ekseninde gerçekleştirme yoluna gidileceği görülmektedir. Bu temel duruş ve yol haritasına paralel olarak münhasıran eko–politik kulvarda gene üçlü bir yapısal formülün, istenilen sonuçlara ulaşmada elzem olduğu kanısındayız
Bütüncül ve kavrayıcı yaklaşım ile perspektifler temel alınmalı politika ve kurumsal icraatlarda tamamlayıcı, ahenkleştirici ve senkronize edici entegrasyon çerçevesinde yola devam edilmelidir. İlgili Bakanlıklar, TCMB, BDDK ve diğer kurumlar arası duruş ve icraat bütünlüğünün korunması hayati önem taşımaktadır. Bu minvalde, “zorunlu karşılık”tan “aktif rasyo”ya kadar tüm konularda birbirini tamamlayıcı düzenlemelerin de resme dahil edilmesi gereklidir. Ekonomi bütünü içerisinde yer alan tüm aktörlerin (meslek kuruluşları, STK’lar, sendikalar ve diğerleri) katılımcı ve tamamlayıcı katkı sağlayıcı mevcudiyetlerinin temini ile hareket edilmelidir. Resmin tamamının ancak ustalıklı fırça dokunuşlarının bir araya gelmesi ile oluşturulabildiği hatırlanmalıdır.
Birliktelikten doğan güç ve sinerji yaklaşımını, modern-rekabetçi bir ekonominin temel ziynetleri arasında saymak gerekir. Kaldı ki, her türlü ıslahat ve terakki yolunda temel alınması gereken kriter konumundaki “Katma Değer” faktörü ancak bu ortak duruş ve enerji ile inşa edilebilir.
Üzerinde emek harcanmış büyük hedeflere dikkatli ve birbirini takip eden adımlarla ulaşılacağına göre bu yolda ana felsefe, Sürekli Gelişme (Tekamül) yaklaşımı olmalıdır. Japon dostlarımızın “kaizen” adını verdikleri bu yaklaşım ehliyetini çoktan ispat etmiş doğru bir metodolojiyi işaret etmektedir. Çağımız, büyük sıçrama ve devrimci kırılmalardan ziyade, makul ve kararlı; birbirini imar ve inşa eden kazanımlardan müteşekkil olmanın dayanılmaz ağırlığı ile kaimdir.
Yukarıda ifade edilen söz konusu temel ilke ve kabuller; yeni dönemdeki yönelişlerin etkili ve verimli bir şekilde icrası yolunda gerekli vasatı hazırlayacak; engellerin aşılmasında gereken gücü temin edecektir.
Finansal İstikrar
Hiç şüphesiz salgın dönemine bağlı koşullarda ortaya çıkan kredi ve parasal büyüklükteki hızlı artış ile güçlenen iç talep ve altın ithalatına bağlı olarak cari işlemler açığımız yükselmiştir. İlaveten, mevduatlarda dolarizasyon eğilimi artış kaydetmiş; bu durum, döviz rezervleri ve kurlar üzerinde baskı oluşturarak fiyat ve makro finansal istikrar kalemlerine yönelik riskleri arttırmıştır. Bu tespitlerin gerçekçi bir şekilde kabul ve paylaşımı gerekenin yapılması yolunda ilk adımı oluşturmalıdır. Finansal piyasaların etkin çalışması yolunda makro finansal ölçekli kırılganlıkların azaltılması amacıyla ekonominin tüm aktörleri ile istişareli ve koordineli politikaların tesis ve tatbikatı elzemdir. İstikrarın sağlanmasında, fiyat istikrarının; finansal istikrar için vazgeçilmezliği ve karşılıklı olarak her iki kalemin birbirini tamamlayıcı dinamikleri dikkate alınmadan yol kat etmek mümkün değildir.
Bundan sonra gidilecek mesafe ve hedefleri menzile almak için önce mevcut durumu tespit gerekir. Bu amaçla sıklıkla başvurulan Durumsallık Analizi yaklaşımı ile gerçekleştirilecek tespitler, bizim için önemlidir. Reform sürecinin terennüm edilmeye başlandığı süreçte, yabancı yatırımcı tahvil ve hisse senedi piyasamıza bir buçuk milyar dolar fon getirmiş; CDS’miz 530 baz puandan 390 baz puana; 10 yıllık eurobond faizimiz yüzde 7’den yüzde 6’ya düşmüş, ancak aynı dönemde yerli yatırımcı (gerçek kişi) dört milyar dolar döviz almıştır. TL cinsinden mevduat faizinin yüzde 15-yüzde 16 bandına oturmasına rağmen “Türk lirasından kaçış; Amerikan dolarına yöneliş” döngüsünün devam ettiği görülmektedir. Anlaşılıyor ki, bu kanamanın durdurulabilmesi için gerek şart; enflasyonun tek haneli seviyelere düşürülmesinden ibarettir. Bu gerek şartı ikmal etmeden, diğer yeter şartların gereğinin yapılması; anlamlı ya da sürdürülebilir bir strateji ile örtüşmeyecektir.
Türkiye’de enflasyon, uzun yıllardır birden fazla kuşağın hayatını etkileyen ve sadece ekonomiye ait olmanın ötesinde bir “hayat tarzı” olarak varlığını sürdürmüştür. Geçmiş dönemlerdeki tahribatını ve gerçekleri çarpıtıcı etkilerini teferruatlı bir şekilde herhalde analiz etmek mümkündür. Ancak gelinen noktada, ülke ekonomisinin iki haneli enflasyon sendromu ile yoluna devam etmesi mümkün görünmüyor. Enflasyonu; öngörülebilir bir süreçte ve behemehal tek haneli düzeylere çekmek ve bir daha manşetlerin üst sırasını işgaline izin vermemek durumundayız.
Başka ekonomilerde faiz yoluyla terbiye edilebilen enflasyon, ülkemizin özellikli ekonomik yapılanması çerçevesinde, sonuç verici bir tedavi olmaktan uzaktır. “Yükselt faizi; düşsün enflasyon” formülü bizde çalışmaz; kalıcı bir etki sağlamaz. Maddi ve manevi ağır yük ve sorumluluğu olan faiz aracının artış yönünde kullanımı; ilk planda enflasyon üzerinde düşürücü ve/veya yükselişe ket vurucu bir etki doğurur ama bunu toplam talebi baskılayarak değil sıcak para girişini cesaretlendirerek sağlar. Artan döviz arzı, döviz fiyatlarını baskılar; kur geçişkenliği izale edilerek enflasyon baskılanır. Ancak ucuz döviz, döviz cinsinden borçlanmayı teşvik eder; ithalatı artırır; cari açıkta büyütücü etki yapar. Takiben büyüyen dış borç stoku, dahili tasarruf yetersizliği ve/veya yabancı fonlardaki azalan girişler; dövizli kredilerin artan finansman yükü ile katmerlenerek kur üzerinde yukarı yönlü baskıları yeniden ve artan oranda gündeme getirir. Kur geçişkenliği, bir kere daha, söz konusu kısır döngünün tamamlayıcı bir unsuru olarak arz–ı endam eder ve enflasyonun tahribatı sürer, gider.
Türkiye’de enflasyon ile mücadelede hiç şüphesiz ortak bir zihniyet değişikliğine ihtiyaç vardır. Toplumun tamamı, enflasyon “illüzyonu”nu hayatlarından çıkartma kararlılık ve iradesi ile “makul” kavramında buluşmak ferasetini göstermelidir. Enflasyonun; “gerçekleri çarpıtan merceği”ni gözümüzden çıkartmadan; “makulün üzerini örten şal”ını sırtımızdan atmadan, ekonomik reform yolculuğunu selametle tamamlama imkanına sahip değiliz. Bizi, istenilen hedeflere, bu temelde şekillendirilmiş; ihtiyatlı iyimserlik ile güçlendirilmiş bir duruş ve kararlılık taşıyacaktır.