İnsan zihni karmaşık meseleleri basitleştirip kolayca algılayabilmek için türlü türlü genelleme, kategori ve gruplandırmalara ihtiyaç duyar. Kişileri, sosyal kesimleri ve ülkeleri farklı saiklerle kategorize etme ihtiyacı biraz da belli kitlelere anlaşılır mesaj verme kaygısıyla ortaya çıkar. Özellikle ekonomi gibi beklenti ve algı yönetimine dayanan, teknik derinliği yüzünden vakıf olmanın zor görüldüğü alanlarda olumlu ya da olumsuz çağrışımları olan kategoriler kurmanın mutlaka bir siyaseti ya da stratejisi vardır. Somutlaştırmak gerekirse uluslararası saygınlığı olan bir kurum ülkenizi “mucize ekonomiler” kategorisinde lanse ettiği zaman dış kamuoyu ve yatırımcılar nezdinde beklentileri olumluya, “kırılgan ekonomiler” kategorisinde lanse ettiği zaman ise olumsuza çeviren bir algıya katkı yapacağının bilincindedir. Ancak bu tür kategorizasyon girişimleri her zaman katı bir profesyonellik içinde, tutarlılığı tartışma götürmez objektif kriterler ile yapılmaz. Her ulusal ekonomik sistemin diğerleri ile kıyaslandığı zaman görece daha güçlü ya da zayıf olarak değerlendirilebilecek yönleri vardır. Ancak bu özelliklerinden bazılarını öne çıkarıp bazılarını göz ardı ederek bir ülke ekonomisinin kategorik olarak “güçlü” ya da “kırılgan” olduğunu açıktan ifade edebilmek daha sübjektif ve seçici bir tavrı gerektirir. Dolayısıyla belli ülkeleri kategorik biçimde gruplayıp olumlu ya da olumsuz algı oluşturmayı amaçlayan analitik görünümlü girişimlerin her zaman başka ajandalara hizmet edebileceğini düşününüp mesafeli durmak iyidir.
Kredi Değerlendirme Kuruluşları Politik Davranıyor
Uluslararası siyasetin akışı ve dışarıdan katı teknik gerçekler olarak görülen ekonomik değerlendirmeler arasında kabaca şöyle bir ilişki kurabiliriz: Uluslararası sistemin başat aktörleri nezdinde görece olumlu bir ülke imajınız varsa ya da egemen güçler ile temel siyasi konularda çok ters düşmemeye gayret ediyorsanız ekonomik bünyenizdeki kimi yapısal sorunlar göz ardı edilir, altı çizilmez ya da fazlaca eleştirilmez. Ancak küresel güç odakları ile uluslararası ve bölgesel konularda çıkar çatışmaları ya da görüş ayrılıkları yaşıyorsanız gerek IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası ekonomik kuruluşlar gerekse uluslararası sermaye çevreleri ve kredi derecelendirme kuruluşları gibi özel sermaye yapılarının size karşı çok daha sert eleştiriler yönelttiklerine şahit olabilirsiniz. Ekonomik yapınızdaki görece güçlü alanlardan söz edilmezken zayıflık ya da risk faktörü olarak görülen konuların altları kalın çizgilerle çizilmeye başlar. Mevcut risk algısını olumsuz etkileyecek hikayeler abartılır. Problem alanları olduklarından çok daha vahim biçimde yansıtılır ve attığınız reform adımları değerlendirmeye dahi alınmaz. Bir de “Kırılgan Beşli” gibi küresel sermaye çevrelerinin yükselen piyasalarda hızlı kar etme önceliği üzerinden üretilen kategorik jargonlara dahil edildiyseniz, ne kadar zayıf ve kırılgan bir ekonomik yapıya sahip olduğunuz adeta fizik kanunlarıyla ispatlanmış sanılır.
Aslında buraya kadar özetlediğimiz kategorizasyon girişimlerini objektif ya da teknik faaliyetler değil daha ziyade küresel sermaye çevrelerinin çıkar tanımlamaları ile jeostratejik mücadelelerin ekonomik terimlerle ifadesi olarak okumak daha doğru. Diğer bir açıdan “mucize ekonomiler” gibi aşırı iyimser, “Kırılgan Beşli” gibi aşırı kötümser tanımlamaları ciddiye alıp ismi geçen ülkelerdeki gerçek sosyoekonomik resmin ifadesi olarak değerlendirmemek önemli. Örneğin küresel finans krizi öncesinde yatırımcıları yükselen ekonomilere çekmek üzere farklı argümanlar ortaya koyan küresel finans çevrelerinin, ABD’de faiz artışlarına dair sinyal alınca yükselen ekonomilerdeki riskleri abartarak ortaya koymaya başladıklarını biliyoruz.
Küresel yatırımcıların algılarını yönetmek üzere 2014’te yazılan bir Morgan Stanley analizinde FED’in parasal sıkılaştırma politikasından en çok etkilenecek ülkeler olarak Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Endonezya ve Türkiye’nin “Kırılgan Beşli” olarak anılması bir zincirleme reaksiyonu tetikledi. Kendi içlerinde birçok farklı özellik barındıran bu beş ülke cari açık, enflasyon, kamu bütçe dengesi, siyasi istikrar gibi parametreler ışığında yapılan tartışmalarla olumsuz bir ekonomik kategori içine sokuldu.
Oysa hem Türkiye buradaki ülkelerden düşük kamu borcu, mali disiplini, siyasi istikrarı ve yüksek büyümesi ile ayrışıyordu hem de Yunanistan, Portekiz, İtalya ve İspanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin birçoğu “Kırılgan Beşli” olarak ifade edilen gruptaki ülkelerden çok daha kırılgan ekonomik yapılara sahipti. Ama bu gerçekler nedense pek dillendirilmedi. Türkiye 2014 yılından bu yana Hindistan ve Endonezya ile birlikte küresel ortalamaların çok üzerinde güçlü bir büyüme performansı ortaya koyarak “Kırılgan Beşli” tartışmalarının dışında kalmayı çoktan hak etmişti.
Ancak Standard and Poors kredi derecelendirme kuruluşu yakın zamanda yeni bir “Kırılgan Beşli” listesi yayımlayıp Türkiye, Arjantin, Mısır, Pakistan ve Katar’ın ekonomik dengelerinin kırılgan ve dış şoklara karşı dayanıksız olduklarını ilan etti. Burada en ilginç olan konu elbette 2014 yılından bu yana geçen süreçte eski “Kırılgan Beşli” listesinde yer alan tüm ülkeler değişirken sadece Türkiye’nin halen kırılgan olarak değerlendirilmeye devam etmesi. Bir özel yatırım bankası olan Morgan Stanley gibi bir özel kredi derecelendirme kuruluşu olan Standard and Poors Türkiye ekonomisini bu şekilde elbette değerlendirebilir. Peki yine özel bir yatırım bankası olan Goldman Sachs’ın yakın zamanda “Kırılgan Beşli” adlandırmasının tamamen yanlış olduğunu belirtmesine ne diyeceğiz? Goldman Sachs üst düzey yöneticilerine göre “Kırılgan Beşli” grubunda anılan ülkelerin ekonomileri aslında oldukça güçlü ve ekonomik şoklara birkaç yıl öncesine göre daha dayanıklı. Türkiye'nin uluslararası standartlarda oldukça düşük kamu borcu seviyesi de bu bağlamda özellikle vurgulanıyor
Ekonomide Algı Savaşları
O zaman Türkiye’nin küresel sermaye çevreleri tarafından sürekli kırılgan ekonomiler arasında gösterilmesi ve yapısal zayıflıklarının vurgulanmasına ekonomik değil daha siyasi ve jeostratejik bir pencereden bakmak gerekiyor. Aslında bu tür kategorizasyon eylemlerinin küresel güç mekanizmaları ile ne kadar iç içe geçtikleri biliniyor. Bu anlamda 19. yüzyıla kadar gidip “sömürgeci merkezler” ve “uydular” ya da 20. yüzyılın başlarına dönüp “sanayileşmiş” ya da “gelişmiş” ülkeler ile “sanayileşmekte olan”, “geç sanayileşen”, “gelişmekte olan”, “geri kalmış” ya da “en az gelişmiş” ülke kategorilerinin üretilme süreçlerine bakabiliriz. Bütün bu kategoriler vakti zamanında küresel ekonomik sistemin merkezinde yer alan oyuncuların etkisindeki Dünya Bankası gibi saygın kuruluşlar tarafından yapıldıkları için son derece rasyonel, teknik geçerliliği olan objektif tanımlamalar olarak yansıtılmışlardı. Ancak küresel ekonominin başat oyuncuları ve kurumsal yapıları nezdinde Soğuk Savaş kamplaşmasının Batı tarafında saf tutan gelişmiş ülkeler ile Doğu Bloku’nda yer alanlara dair bakış hiçbir zaman aynı olmadı. Hatta Batı kampında yer alan gelişmekte olan ülkeler içinde dahi ABD dış politikası ile daha uyumlu yaklaşımlar benimseyen ülkelere IMF-Dünya Bankası programları bağlamında daha toleranslı davranılıp “slippage” denilen uygulama eksikliklerine uzun süre göz yumuldu. Nispeten muhalif görülen ülkelere ise yapısal uyum programlarında daha sert tavırlar takınıldı. Uluslararası kuruluşların kategorizasyon merakı Latin Amerika ülkelerini 1980’lerde “Büyük Hayal Kırıklığı” ilan edip IMF programlarına zemin hazırlarken de Doğu Asya ülkelerini “Asya Mucizesi” kavramı ile şımartıp Asya Finans Krizi’ne zemin hazırlarken de objektif, gerçekçi ve dengeli değildi. Sadece o bölge ile ilgili AngloSakson dünyanın ve uluslararası sermaye çevrelerinin ajandalarını meşrulaştırma ve daha sonra atılacak jeostratejik adımlara altyapı oluşturma amacı taşıyorlardı.
Dolayısıyla özel sermaye yapıları olarak görülen yatırım bankaları ve kredi derecelendirme kuruluşlarının uluslararası siyasetin ve bölgesel/küresel güç mücadelelerinin kritik alanlarında kendilerine biçilen rolleri de oynayan aktörler olduklarını hatırda tutmak gerekir. Türkiye’nin küresel sermaye çevreleri tarafından sürekli kırılgan ekonomiler arasında gösterilmesi ve bu yolla ekonomi kanalından bir tür siyasi baskı oluşturulmasının çok yönlü dinamikleri düşünülmeli.
Türk-Amerikan ilişkilerinde son dönemde yaşanan gerginliklerden tutun Ankara ile Washington’ın Ortadoğu vizyonlarının giderek ayrışmasına, Suriye özelinde PYD’ye destek konusunda ortaya çıkan kutuplaşmadan FETÖ meselesine varıncaya kadar pek çok konudan bu bağlamda bahsedilebilir. Türkiye’nin ABD ve küresel sermaye çevreleri için giderek oyun bozucu bir aktör olarak görülmesinin tetiklediği sıkıntıların ülkenin ekonomik algısını bozan mekanizmalar üzerinden ifade edildiği de söylenebilir. Ancak sonuçta küresel siyaset gibi dünya ekonomisi de algı savaşları üzerinden yürüyor ve ülke imajını zedeleyen her tür girişime karşı doğruları uygun zeminlerde dillendirerek mücadele etmek gerekiyor.