Avrupa Birliği (AB), uluslararası politikada ulus üstü özellikleri de barındıran tek uluslararası örgüt olarak nevi şahsına münhasır bir yapıdır. 1951’de Paris Antlaşması ile oluşturulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile 1958 Roma Antlaşması’yla ortaya çıkan Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu şeklinde örgütlenen birlik, daha kuruluşunda ulus üstü-hükümetler arası ikilemini doğuracak şekilde bir yapılanma oluşturmuştur. Zira Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu ve AB Adalet Divanı gibi organları ile devletler üstü karar alabilme yetkisini oluşturmuşken, Bakanlar Konseyi ve oy birliği ile karar alma yöntemi ile de hükümetler arası formatını korumuştur. Altı ülke (Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg) bu dönemin koşullarında ortak bir zeminde bir araya gelmiş ve tarihsel süreç içerisinde bugünkü 27 ülkeli haliyle günümüzde Avrupa kıtasının en önemli örgütlerinden biri olmuştur. Birliğin genişleme süreçleri 1970’lerde başlamıştır. Birleşik Krallık, Finlandiya ve Danimarka’nın katılımıyla Birlik, ekonomik olarak güçlenmişse de 1980’lerin genişlemeleri (Yunanistan, İspanya ve Portekiz), bu ülkelerin içinde bulundukları siyasi ve ekonomik koşullardan dolayı bir önceki kadar pozitif bir katkı sağlayamamış ve diğer ülkelerin yükünü arttıracak bir durum ortaya çıkarmıştır. Kuşkusuz Birlik ülkelerini en derinden etkileyen katılım Soğuk Savaş sonrası dönemde “büyük genişleme” olarak da adlandırılan ve on Merkezi ve Doğu Avrupa ülkesinin Birlik üyesi olduğu genişleme olmuştur. 2007 ve 2013’te Bulgaristan, Romanya ve Hırvatistan’ın Birlik üyeliği 2000’lerden itibaren AB’yi üstesinden gelmekte zorlanacağı krizlerin içine sokmuştur.
AB’nin özellikle bu genişleme süreçlerinden sonra yaşadığı krizlerin de etkisiyle -bazen de bu krizleri bahane ederek- üye ülkeler üzerinde müdahaleci politikalar uyguladığına şahit olmaktayız. Birlik üyesi ülkeler zaman zaman bu müdahaleci politikalardan nasiplerini almakta ve bu durum söz konusu ülkelerin iç siyasetlerinde de ciddi karşılıklar bulmaktadır. Brüksel’in bu müdahalelerini ekonomik, siyasi ve hukuki olmak üzere üç başlık altında toplamak mümkündür.
Müdahaleciliğin Anti-Demokratik Sonuçları
Birlik, kuruluş yıllarında öncelikli olarak iktisadi bütünleşme amacı taşısa da zaman içinde dönüşüm geçirerek ve genişleyerek bugün sosyal, iktisadi ve siyasi anlamda bütünleşme gerçekleştirmeyi amaç edinmiş ulus üstü bir birlik halini almıştır. 2000’lerle birlikte ortak paraya geçişle ekonomik bütünleşmesini büyük oranda tamamlamış, ancak ortak paraya geçişte yapılan bazı hatalar (ülkelerin Maastricht Kriterleri’ni tam olarak tamamlamadan ortak paraya geçişe izin verilmesi gibi) 2008’de ABD’de ortaya çıkan ve hızla Avrupa’ya yayılan ekonomik krizden Avrupa ülkelerinin çok fazla etkilenmesine neden olmuştur. AB değerlerinin en başında gelen demokrasinin dahi sorgulanmasına sebep olan bu kriz esnasında AB müdahaleciliğinin ekonomik yönü en fazla gündeme gelen konulardan biri olmuştur. Ekonomik krizden en fazla etkilenen ülkeler Yunanistan, İtalya ve İspanya olmuştur. Bu ülkelerin büyüme oranları, işsizlik, enflasyon gibi ekonomik göstergeleri yerle bir olmuştur. Bu durum söz konusu ülkelerin siyasi yapılarına da kuşkusuz zarar vermiştir. Birlik ülkelerinde bu yönde bir gerilemenin yaşanması özellikle avro bölgesinde krizden en fazla etkilenen ülkelerin karar alım süreçlerine müdahale edilerek politika oluşturmadaki bağımsızlıklarına ve hesap verebilirliklerine zarar verilmesinin bir sonucudur.
Birlik, Avrupa ülkelerinde ekonomik ve sosyal yaşamı neo-liberal politikalar doğrultusunda yeniden şekillendirmek, idari yapısını da bu çerçevede yenilemek için bir takım adımlar atmıştır. Bunların başında Yunanistan ve İtalya’da çalışanların yoğun tepkisi karşısında özellikle Almanya ve Fransa’nın dayatmalarıyla hükümetlerin birer birer istifa etmek zorunda kalıp yerlerine teknokrat hükümetlerin kurulması gelmektedir. Yine Yunanistan’da ilginç bir manevrayla Başbakan Papandreu’nun kemer sıkma politikasını referanduma götürme kararından aldığı tepkiler üzerine vazgeçerek geri adım atması da bir diğer sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır. Halkın yaşamını doğrudan ilgilendiren bir konuda, mesela ücretlerin düşürülmesi, kamu harcamalarının kısıtlanması gibi uygulamalarla ilgili halkın görüşünün alınması, bu çerçevede referanduma gidilmesine AB kurumlarının ve Merkel’in şiddetle karşı çıkması Avrupa demokrasisi açısından bir yara değil midir? Referanduma gösterilen tepkiler sonrasında, referanduma götürülmesi düşünülmüş aynı politikaların uygulanmasını sürdürecek bir teknokratın başbakanlığa getirilmesi, çalışanların taleplerini dikkate almayan ve temel meselelerde halkın siyasal müdahalesine kapalı niteliği pek çok ülkede yayınladığı raporlarda anti-demokratik uygulamalara dikkat çeken AB Komisyonu başta olmak üzere AB kurumlarının samimiyetinin sorgulanmasına neden olmuştur.
Krizden etkilenen bir diğer ülke olan İtalya’da da benzer bir senaryo yaşanmıştır. İtalya’da kemer sıkma programının İtalya Temsilciler Meclisi’nde kabul edilmesinden sonra istifa etmek zorunda kalan Başbakan Berlusconi’nin ardından hükümet başkanı olan Mario Monti de bürokrat özelliğiyle dikkat çekmektedir. Üstelik Monti’nin başbakan olabilmesi için Senatör olma şartı da çok kısa bir süre içinde yerine getirilerek teknokrat hükümetin bu ülkede de kurulması sağlanmıştır.
AB’nin bu ülkelere yaptığı ekonomik ve ardından siyasi müdahaleler bir sonraki adımda aşırı sağ partilerin oylarını arttırmalarına sebep olmuştur. Teknokrat hükümetlerden ve AB’nin bu politikalarından rahatsız olan vatandaşlar oy tercihlerini, Birlik karşıtı olan radikal partilerden yana kullanmışlardır. Bu da ekonomik krizi takip eden dönemde Avrupa’da aşırı sağın yükselişi krizini siyaset sahnesine sokmuştur. Yani kısaca AB, bu ülkelere yaptığı müdahalelerin karşılığını hiç de istemeyeceği bir şekilde Birlik karşıtı politikalarla görmüştür.
Dik Başlıları Durdurma Politikaları
Avrupa müdahaleciliğinin bir başka boyutunu hukuki alana müdahale oluşturmaktadır. Bu konuda da Brüksel’in yakın dönemde Polonya ve Macaristan’la yaşadığı sorunlar örnek gösterilebilir. 2004 genişlemesinde Birlik üyesi olan Macaristan’da Fidesz Partisi’nin 2010’da Victor Orban’ın başkanlığında seçimleri kazanmasından sonra 2011’de üyeleri hükümet tarafından atanan Medya Konseyi’ne yazılı ve görsel basın üzerinde denetim ve ceza yetkisi veren ve basın özgürlüğünü ciddi bir biçimde sınırlayan yasa, AB’nin belirli kesimlerinde ciddi rahatsızlık yarattı. Ağırlıklı olarak Avrupa Parlamentosu’nun Sosyalist ve Liberal grubundan gelen tepkileri Orban, “Macaristan’ın içişlerine karışma” olarak değerlendirmektedir. Orban, bir sonraki adımda Macaristan’da bir Anayasa değişikliği yapmak için adımlar atmıştır. Birlik tarafından özgürlüklerin kısıtlandığı gerekçesiyle yeniden eleştirilere maruz kalan Orban hükümetine karşı ekonomik yaptırım gündeme gelmiştir. Yeni Anayasa’nın yürürlüğe gireceği ve Macar Merkez Bankası’nın bağımsızlığının sınırlanacağı 2011 sonuna doğru kesinleştiğinde, Uluslararası Para Fonu ve Avrupa Birliği, aynı yıl vadesi gelen 4.6 milyar avroluk borcu olan ve Fitch tarafından kredi değerlendirme notu BB+’ya düşürülen Macaristan’a sağlayacakları 20 milyar avroluk ihtiyat kredisi görüşmelerini askıya almışlardır. 2014’e gelindiğinde 800’e yakın yeni yasayı hayata geçirmeyi başaran Orban hükümeti, ülkenin siyasi düzeninde AB’de rahatsızlıklara yol açacak ciddi değişiklikler yapmıştır.
Son olarak 2017’de yapılan yasal düzenlemeler ile insan hakları ve azınlık hakları ile ilgilenen ombudsmanların görevleri sembolik hale getirilmiş, yabancı ülke diploması veren yükseköğretim kurumlarının ülkedeki faaliyetleri zorlaştırılmıştır. Avrupa Parlamentosu, Yeşiller Partisi’nden Hollandalı Judith Sargentini’nin hazırladığı rapor neticesinde 12 Eylül 2018’de, Macaristan’ın “AB değerlerini”, yani AB Antlaşması’nın 2. Maddesi’ni ihlalinin tespitine ilişkin bir oylama gerçekleştirilmiştir. Sargentini’nin hazırladığı raporda Macaristan’daki yargının bağımsızlığı, anayasal durum, seçim sistemi, yolsuzluk, ifade özgürlüğü, akademik özgürlükler, dini özgürlükler, azınlıklar ve göçmenlerin hakları konularında ciddi endişelerin duyulduğu ifade edilmiş ve Konsey 7. Madde’nin işletilmesi talebiyle göreve çağrılmıştır. Birlik antlaşmasına göre “söze riayet etmemenin bedeli” 7. Madde’de ifade edilmektedir. AB normlarının üye devlet tarafından ihlal edildiği bir durumda Birlik, AB Antlaşması’nın 7. Maddesi’ni işletebilmekte ve “ilgili üye devletin hükümet temsilcisinin Konsey’deki oy hakları da dahil olmak üzere” antlaşmanın sağladığı bazı hakların askıya alınmasına karar verebilmektedir.
AB’nin bu çerçevede yaptırımlarıyla kaşı karşıya kalan diğer bir ülke de Polonya’dır. Polonya’da 2015’te Jaroslaw Kaçinski liderliğindeki AB karşıtı muhafazakar Hukuk ve Adalet Partisi (PiS) seçimleri kazanmış ve tek başına iktidara gelmiştir. Hükümetin “Polonya’yı yeniden yapılandırma” amacıyla yapmaya çalıştığı yargı reformu AB kurumlarının tepkisine neden olmuştur. Bu yargı reformunda en dikkat çeken madde Yüksek Mahkemeye ilişkin olandır. Yüksek Mahkeme yargıçlarının emeklilik yaşını düşürerek, mahkemenin üçte birini zorunlu emekliliğe iten yasa, yargı bağımsızlığını hedef aldığı gerekçesiyle eleştirilmiştir. Avrupa Komisyonu yasanın incelenmesi talebiyle ATAD’a gitmiş, Polonya’ya karşı 7. Madde’nin ilk aşamasının devreye sokulması yönünde karar vermiştir. Polonya hükümetine yakın haber portalı Wpolityce.pl, Polonya'daki yargı reformu konusundaki yorumları yüzünden Alman medyasını ve siyasetçilerini eleştirerek, “Almanların ateşe körükle gittiği Polonya ile AB arasındaki yapay çatışma, bizde hayata geçirilemeyen, ama somut olarak Almanya'daki hukuk normlarından hiçbir farkı olmayan reformlarla ilgili. Aynı mesele Almanya'da 'hukuk düzeni', bizdeyse 'hukuk devletinin yıkımı' adını alıyor” yorumunu yapmış ve çifte standart imasında bulunmuştur.
Birlik İçinde Bozuk Birlik
Almanya Başbakanı Angela Merkel’in ön plana çıktığı AB’nin mülteci politikası konusunda da Polonya ve Macaristan’a ek olarak Çekya, Birlik ile sorun yaşayan ülkelerden biridir. Aralık 2017'nin başına gelindiğinde yargı reformu hareketinden bağımsız olarak Avrupa Birliği Komisyonu, Konsey kararlarına rağmen İtalya ve Yunanistan'da biriken mültecileri almayı reddeden Polonya, Macaristan ve Çekya'yı Avrupa Adalet Divanına şikayet etmiştir. ATAD, AB üyesi Polonya, Macaristan ve Çekya’nın, 2015'te yaşanan sığınmacı krizinde sergilediği tavrın, AB hukukuna aykırı olduğuna hükmetmiştir. Avrupa Konseyi 2015’te İtalya ve Yunanistan'daki yaklaşık 160 bin sığınmacının, AB sınırlarını rahatlatmak adına diğer Birlik ülkelerine dağıtılmasına karar vermiş ancak Polonya, Macaristan ve Çekya bu kararı uygulamayı reddetmişti. Üç ülke, karara yönelik itirazlarını, iç güvenliğin tehlikeye girme ihtimali ve yeniden yerleştirme mekanizmasının işlemediğini savunarak gerekçelendirmiştir.
Brüksel ile daha pek çok konuda fikir ayrılığına düşen bu ülkeler (ilave olarak Slovakya) Vişegrad Grubu (V4) adı altında Birlik içinde bir kamplaşma oluşturmuşlardır. 2014’e kadar süren olumsuz gelişmelerin diyalog yoluyla çözülme süreci, mülteci kriziyle sonu alınamayan sorunları beraberinde getirmiştir. Bu tarihten itibaren V4 ülkeleri AB ile en sorunlu döneme girmişler ve AB kurumlarının aldığı kararlarda veto kartlarını (zaman zaman birbirlerini destekleyecek şekilde) kullanarak Birlik politikalarını engellemektedirler. Arap Baharı ile Avrupa’ya mülteci akışının artması, Avrupa’da önü alınamayan sorunlara neden olmuş ve V4 üyeleri AB’nin büyük güçleri olan Almanya, Fransa gibi ülkelerin karşısında durmaktan çekinmemişlerdir. Zorunlu kota uygulaması ile kendilerine yapılan dayatmaları kabul etmeyen üyeler zamanla diğer ülkelerin muhalif gruplarından da destek görmüş ve kota uygulamasının zorunluluğunun iptalini sağlamışlardır. Ancak devamında Polonya, AB ile yargı reformu krizi, Macaristan ise AB ile medya baskısı krizi yaşamıştır. Bu sorunlar gündeme -AB Temel Antlaşması’nın 7. Maddesi kapsamında- özgürlük karşıtlığı durumunda ülkelerin karar mekanizması dışında bırakılmasını getirmiştir. Bunun üzerine bahsi geçen ülkeler zorunlu kota sistemine atıf yaparak sorunun siyasi olduğunu açıklamış ve kriz derinleşmiştir. AB’nin üye sayısı arttıkça ve üye ülkelere yönelik müdahaleleri de sıklaştıkça Birlik içindeki kamplaşmaların artacağını ve yeni krizlerin kapıda olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.