Türkiye 24 Haziran’da kritik bir seçimi geride bıraktı. Seçmen yeni sistemin mimarı olan Recep Tayyip Erdoğan’ı yüzde 52,6 oy oranıyla yeni yönetim modelinin birinci cumhurbaşkanı seçti. Yola Erdoğan’la devam etmek istediğini güçlü bir şekilde dile getirdi. Millet bir taraftan siyasi aktörlere gereken mesajı verirken diğer taraftan da Türkiye üzerine kurgulanan planları bozguna uğrattı. Şimdi Türkiye’nin önünde yeni bir süreç var. İçeride ve dışarıda nasıl bir politika takip edilecek, siyaset nasıl şekillenecek, yeni bir parti kurulabilir mi? Bu soruların ve daha fazlasının cevabını açık oturumda masaya yatırdık. Yusuf Özkır moderatörlüğünde Kriter Genel Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Fahrettin Altun, SETA Genel Koordinatörü Prof. Dr. Burhanettin Duran ve GENAR Başkanı İhsan Aktaş değerlendirdi.
Moderatör: Yusuf Özkır Fotoğraf: İlhami Yıldırım
Cumhurbaşkanı Erdoğan en yakın rakibine 11 milyon fark atarak seçimi açık bir zaferle kazandı. Bu bağlamda 24 Haziran’ı nasıl yorumluyorsunuz?
Burhanettin Duran: 24 Haziran seçimlerinde Erdoğan’ın birinci turda açık ara bir zafer kazanması aslında bizim Türkiye siyaseti açısından analiz etmemiz gereken çok önemli bir olguya işaret ediyor. Öncelikle bu başarının pek emsali yok, genellikle tek parti dönemindeki uzun iktidarlara referans verilir ama Erdoğan demokratik seçimlerle iktidara gelen bir lider olarak 16 yılın ertesinde tekrar bir zafer kazandı. Bu açıdan baktığımızda Erdoğan’ın siyaseti başarılı oldu. Türkiye’deki sorunlarla mücadele etme, Türkiye’yi kalkındırma ve yeni bir hamleye taşıyabilme, Türkiye’nin dış politikasında bir iddia ortaya koyabilme ve sorunları da sandığa giderek aşabilme yani her seferinde halka ulaşabilme, sandıktan başarıyla çıkabilme anlamında söylüyorum. Bunların hepsini bir araya topladığımda ben Erdoğan siyaseti diyorum. Hem dönüştüren hem de dönüşen bir siyasetçiden bahsediyoruz. Seçmen sosyolojisi değişimine de hızla cevap veren bir siyasetçiden söz ediyoruz. 24 Haziran seçimlerinin birinci olgusu bu bence. İkinci olgu Türkiye’nin 15 Temmuz’da yaşadığı darbe girişimi ile birlikte bir siyaset gerçekliğiyle karşılaşmamız. Türkiye’nin 1990’larda beka sendromu denilen ama bugün için belki daha farklı adlandırılması gereken bir olgusu var. O da Türkiye’nin daha güçlü bir ülke olması fikrini kimin taşıyabileceğidir. Aslında seçmen bu soruya cevap verdi ve tercihini Erdoğan’dan yana yaptı.
Biz 1990’larda savunmacı, içe kapanmacı, Türkiye’nin bölünmesinden bahseden beka tehdidi algısını yaşıyorduk ve bunun da bir karşılığı vardı o dönemde. Ama şimdi geçtiğimiz beş yılını da mücadeleyle geçiren ve Türkiye’yi bir üst lige taşıma noktasında kararlılığını ortaya koyan bir lidere duyulan güvenden bahsediyoruz. Bu Türkiye’nin Irak ve Suriye’de sınır ötesi operasyonlar yapabilmesi, gerektiğinde ABD ve Avrupa ülkeleriyle gerilebilmesini de göze alan bir dış politika iddiasını da barındırıyor. Dolayısıyla “Erdoğan’sız kalırsak ne olur?” sorusunun cevabı sadece bir beka sorunu değil. Türkiye’nin büyük ve güçlü olma iddiasından da vazgeçmek anlamına gelecekti. 15 Temmuz’la beraber Cumhur İttifakı’nı oluşturan bu milli siyasi bilincin galip geldiği kanaatindeyim.
AK PARTİ LİDERİNİN TEMPOSUNA UYGUN HALE GELMELİ
Erdoğan’ın balkon konuşmasında “Seçmenin bize verdiği mesajı aldık” diye bir ifadesi vardı. AK Parti açısından bakıldığında önümüzdeki süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Burhanettin Duran: Erdoğan ortalama bir cumhurbaşkanı adayı değil. Erdoğan demokratik siyasetimiz açısından belki Menderes’le kıyaslanacak ama bence onunla da mukayese edilemeyecek ölçüde istisnai bir lider. Onun partisinin işi daha zor yani partiyle lideri arasındaki 10 puanlık farkın olması bir yönüyle anlaşılabilir ama ben sadece AK Parti açısından değil diğer bütün muhalefet partileri için de aynı şeyin söz konusu olduğu kanaatindeyim. AK Parti tarafına baktığımızda partinin, liderinin temposuna uygun bir yeni yapılanmayla ister parti teşkilatı ve milletvekilleri isterse belediyeler açısından bu performansı yakalaması gerektiği kanaatindeyim.
AK Parti dönüştürdüğü seçmenin sosyolojisine ulaşmak durumunda. Bu da sürekli bir yenilenmeyi gerektiriyor. 16 yıllık bir iktidar eğer kendisini hakim parti haline getirecekse sürekli yenilenebilmenin yollarını bulmak ve Erdoğan’ın gücünü, karizmasını kurumsallaştırmak durumundadır. Bunun için de açıkçası son beş yılın türbülansının getirdiği mazeretleri bir kenara bırakıp yeni bir beş yılda AK Parti mikro politikaları üretebilen, farklı toplumsal kesimleri rahatlatabilen ve onlara ulaşabilen siyasetin önünü açmalı. Milli eğitim ve yükseköğretim başta olmak üzere sosyal politikalara, oradan birçok alana ulaşan yeni bir hamleyi getirmesi gerekmekte. Aksi takdirde yerel seçimlerde AK Parti daha sıkıntılı bir süreç yaşayabilir. Yani yedi puan kaybından daha öte bir sorunla karşı karşıya kalabilir. Belediyelerin AK Parti’nin iktidara gelmesini kolaylaştıran bir şey olduğu hatırlanırsa bunun ne kadar kritik bir nitelik taşıdığı anlaşılabilir.
MİLLET ERDOĞAN’IN KAYBETMESİNE RAZI DEĞİL
İhsan Bey siz hem Erdoğan’ın Türkiye’nin birinci başkanı olarak sandıktan zaferle çıkmasını hem de kendi partisiyle arasında 10 puanlık makas olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
İhsan Aktaş: Bu seçimde benim gördüğüm Türkiye halkının Recep Tayyip Erdoğan’ın kaybetmesine razı olmadığıdır. Yani onu yenilmiş görmek istemiyor. Her ne kadar muhalefet zaman zaman dozu artırıp iktidara büyük suçlamalar getirse de bu hava değişmedi. Türkiye halkı Recep Tayyip Erdoğan’ı başta görmek istiyor. İkincisi AK Parti sosyolojisi iktidarı kaybetmeye hazır ve razı değil çünkü orta sınıfı temsil ediyor ve orta sınıf sinerjisinde bir düşme kaygısı vardır.
Müslüman ülkeler arasında demokrasinin en sağlıklı işlediği ülke Türkiye. Türkiye’deki din ve vicdan hürriyeti alanındaki kayıplar bir bakıma bütün dünyadaki Müslümanların da pozisyonlarını aşağı düşürecek bir durumdur. Bunun da bir manevi iticiliği var. Biraz madde madde gidecek olursak AK Parti yatırımlarıyla, hizmetiyle, millete götürdükleriyle bir şekilde yüzde 40’ı muhafaza ediyor. Bunda ulaşımın, sağlık yatırımlarının ve diğer yerel yönetimlerde yapılanların etkisi var. Yüzde 40’ın üzeri birtakım saiklerin yolunda gitmesine bağlı. Ekonomi, güvenlik, uluslararası ilişkiler mutlaka etkili. Az önce bahsettiğim bu mazlum dünyanın AK Parti’den beklentilerinin de etkisinin olduğunu düşünüyorum. Maltepe mitingini CHP yaptıktan sonra AK Parti’li kitlede “Acaba CHP mi geliyor?” gibi bir endişe oluştuğu zaman millet histerik bir şekilde birbirini aradı, destek istedi.
Türkiye’nin uluslararası alanda verdiği bir mücadele var. Bu bir yönüyle tam bağımsızlık mücadelesi, bir yönüyle Türkiye’nin kendi mücadelesi bir yönüyle de mazlum milletler adına ortaya koyduğu mücadele. Bence seçmen kitlesi bu pozisyonunu da kaybetmek istemedi. Ekonomi etkilenir, yatırımlar etkilenir fakat Erdoğan’sız bir Türkiye’de uluslararası ilişkiler tam ters yüz hale gelir. Tabii seçimde artılar eksikler bir sürü mevzular olur. AK Parti ile Tayyip Erdoğan’ın oyu arasında bir fark var, bunun büyük bir kısmı MHP’den ama Erdoğan’a oy verip MHP’ye giden AK Parti’li seçmen de var. Burada belki seçmenle alakalı bir iyi niyet yorumu yapabiliriz. Seçmende seçimin başından beri AK Parti’ye bir mesaj verme kaygısı vardı. Millet hem AK Parti’ye uyarıda bulundu hem de çok uzağa gitmeyerek, müttefikine oy vererek Cumhur İttifakı’nı iktidarda tutmayı başardı.
15 TEMMUZ KIRILMA NOKTASI
Fahrettin Hocam 24 Haziran’da toplum nasıl bir mesaj verdi? Diğer taraftan Erdoğan’ın açık bir zafer kazanmasının arkasında 15 Temmuz sürecindeki liderliğinin nasıl bir etkisi oldu?
Fahrettin Altun: Her şeyden önce bu seçim Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’nin gerçek lideri olduğunu tescil etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye sosyo-politik gerçekliğinin en asli parçası olduğu mesajı hem dışarıya hem de toplumun diğer bütün kesimlerine verildi. Bu seçimden en net çıkartılacak mesaj budur. Türkiye’ye dönük olarak dışarıdan yapılan, Erdoğan’ı değiştirmeye yönelik müdahalelerin bir karşılığının olmadığı da ortaya çıktı. Son beş yıldır yürütülen bu yoğun yıpratma savaşının bir karşılık bulmadığı ve bulamayacağı ortaya kondu. Diğer taraftan seçimden aldığımız en net mesajlardan birisi Erdoğan karşıtlığının Türkiye’de siyasi bir başarı elde etmeye yetmediğidir. Erdoğan karşıtlığı belki bir sinerji yaratabilir, belki bir duygusal zemin oluşturabilir bazı siyasi kesimler için fakat somut siyasi bir başarı üretmeye yetmiyor. Bu net olarak tescillenmiş oldu.
15 Temmuz Türkiye siyaseti açısından çok önemli bir kırılma noktasıdır. Hem muhalefet hem de AK Parti seçmeni ve elitleri açısından Erdoğan liderliğinin aslında doğal olarak altının çizildiği bir süreçtir. Erdoğan’ın liderliğini AK Parti’de uzun süre başkanlık yapması dolayısı ile elde edilmiş bir liderlik olarak görenler oldu. 15 Temmuz’a gelindiğinde ise şu anlaşıldı: Erdoğan’a dönük yapılan bu yorum yanlış bir yorum. Çünkü Erdoğan’ın liderliği her şeyden önce kabiliyeti, fonksiyonalitesi dolayısıyla hak edilmiş bir liderlik. Bu zamana kadar bir taraftan vesayet odaklarıyla mücadele etmiş ama diğer taraftan da toplumda sorun çözmüş, çözdüğü sorunlar dolayısıyla da kabul görmüş bir lider. Vesayet odaklarıyla mücadele ederken de Türkiye’nin içerideki ve dışarıdaki sorunlarıyla cebelleşirken de Erdoğan çözüm üreterek yol almış. Yeri geldiğinde daha müzakereci bir tarafta durmuş, yeri geldiğinde sert bir şekilde mücadeleyi, çatışmayı göze almış ve bu anlamda da bedel ödeyebilmiş bir lider. 15 Temmuz’un savuşturulması, boşa çıkartılması ve sonrasındaki süreçlerin yönetilmesi Erdoğan’ın liderliğini tescil etmiştir. Bu anlamda bir dönüşüm yaşandı.
Fakat gelgelelim bu muhalefetin de ciddi bir çelişkisini ortaya çıkardı. Çünkü muhalefet 2002’den bu yana giderek artan oranda Erdoğan karşıtlığı temelinde kendisini inşa etmiş bir muhalefet ve Erdoğan karşıtlığı bu muhalefet için neredeyse bir siyasi kimliğe dönüşmüş. 15 Temmuz sonrasında Erdoğan’ın liderliğinin kabul gördüğü ve artık tartışılmadığı bir ortamda muhalefet açısından bir çelişki oluştu. 16 Nisan referandumuna giderken bunu çok net olarak gördük. Çünkü bir taraftan temelde muhalefet tek adam söylemini kullandı fakat öte taraftan Erdoğan karşıtlığını istediği gibi araçsallaştıramadı. Çünkü bu sermayenin ciddi anlamda bir tepki oluşturacağını biliyordu ve Erdoğan karşıtlığını kapalı bir şekilde sürdürdü.
16 Nisan’dan sonra Erdoğan karşıtlığı sermayesi dışında elinde yine bir şey olmadığı için bu kez bu sermayeye yatırım yapmaya çalıştı. Bu sermayeyi yine kullandı fakat burada da bir karşılık üretemediğini 24 Haziran seçiminde net olarak gördük. Bu da belki de muhalefetin en önemli çelişkisiydi. Bu çelişkiyi de aşmayı başaramadığını görmüş olduk
YERLİ VE MİLLİ SİYASET EKSENİNDE BİR İTTİFAK
Cumhur İttifakı’nın oluşmasında 15 Temmuz destanının etkisi nasıl oldu?
Fahrettin Altun: Çok net bir biçimde 24 Haziran seçimleri Cumhur İttifakı’nın başarılı ve doğal bir ittifak olduğunu, organik bir ittifak olduğunu gözler önüne serdi. Cumhur İttifakı’nın kurduğu vizyonun, üzerinde yükseldiği o sosyo-politik zeminin önümüzdeki sürecin siyasi hayatının doğal bir parçası olacağını da gösterdi. Bu anlamda baktığımızda her şeyden önce bir siyasi vizyon ve toplumsal taban ortaklığı bu ittifakı sahici kılan ve hayatiyetini de sürdüreceğine ilişkin güçlü bir kanaat oluşturmamızı sağlayan unsurlar. Bu anlamda değerlendirdiğimizde Cumhur İttifakı’nın devam edecek bir ittifak olduğunu öngörebiliriz çünkü bu ittifak sentetik, parçalı meselelerle ilgili bir araya gelmiş bir ittifak değil.
15 Temmuz sonrasında her şeyden önce Türkiye’nin beka mücadelesi ve karşı karşıya kaldığı güvenlik tehditleriyle ilgili bir ortak vizyon geliştiren unsurlardan, aktörlerden bahsediyoruz. Burada Erdoğan’ın liderliği çerçevesinde bir araya gelmiş bir ittifaktan söz ediyoruz.
15 Temmuz sonrasında yaşanan kırılma ve Türkiye’de devlet-millet arasındaki ilişkinin yeni bir dinamik kazanması bu ittifakın da temel unsurlarından bir tanesi. 15 Temmuz sonrasında millet-devlet ilişkisinde millet daha belirleyici bir hal almaya başladı. Bu kez devlete yeniden yapılanma talebinde bulundu. Devletin bu ideolojik alanda yaşadığı dönüşümü kurumsal olarak da gerçekleştirmesi gerektiği talebinde bulundu ve Erdoğan siyasetinin aslında kendisine daha geniş bir zemin bulduğu bir süreç yaşandı. 16 Nisan’da kabul edilen Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi bunun bir uzantısıdır.
24 Haziran seçimlerine giderken Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine uygun yeni bir yönetim modeli ortaya koymasının arka planında yatan yine bu dinamiktir. Milletin yeniden yapılanma talebidir. Bu anlamda baktığımızda 15 Temmuz sonrasında yerli ve milli siyaset eksenli bir buluşma yaşandı. Bu yönüyle değerlendirdiğimizde Cumhurbaşkanı Erdoğan siyasetinin merkezinde hep bu yerli ve milli siyaset olageldi. Bu yönüyle 15 Temmuz sonrasında AK Parti’nin MHP’ye yaklaşması, yakınlaşması meselesi değil bu. Erdoğan siyasetinin bu anlamda kendisine daha geniş bir yer bulması ve yerli ve milli siyaset ekseninde bir ittifakın oluşması meselesi.
Diğer taraftan Erdoğan ve AK Parti arasındaki ilişkiye dair birkaç hususun altını çizmek isterim. Çünkü ortada bir makasın olduğu açık ve bununla ilgili olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan çok ciddi bir gayret sarf etmesine ve bu makası ortadan kaldırmak için çok yoğun bir performans sergilemesine rağmen böyle bir manzarayla karşılaştı. Bunu üç yıllık bir travma olarak nitelendirmemiz gerekir. Cumhurbaşkanı’nın 10 Ağustos 2014’ten sonra partinin dışına çıkmasıyla -ideolojik ve zihniyet olarak değilse de fiiliyatta- ve “Erdoğan’sız AK Parti” projesine inananların kendisine biraz daha geniş bir alan bulmaya başlamasıyla birlikte parti neredeyse üç yıla yakın bir süre bu travmayla karşı karşıya kaldı. Bütün bunlar AK Parti seçmeninin gözünün önünde oldu. 2016’nın Mayıs’ından bugüne kadar yaşanan süreç bir rehabilitasyon sürecidir esasında. Yani Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AK Parti’yi bir anlamda rehabilite etmesi sürecidir ve bu travmanın aşılmasıyla ilgilidir.
İNCE YA KAVGA EDECEK YA DA BEŞ YIL KENARDA BEKLEYECEK
Burhanettin Hocam önümüzdeki süreçte yerel seçim var. Cumhur İttifakı’nın yapısı yerel seçimleri nasıl etkiler?
Burhanettin Duran: Cumhur İttifakı aslında bu yeni sisteme geçişle alakalı olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin birlikte yaptıkları bir girişim sonucu gerçekleşti ve Millet İttifakı da buna tepki olarak doğdu. Dolayısıyla Cumhur İttifakı hem yeni sistem ve 15 Temmuz Yenikapı ruhunun bir sonucudur hem de yeni sistemin bir gereği olarak onunla beraber ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla seçimlere giderken de bir beş yıl yeni sistemi kurumsallaştırmayı ve aslına bakarsanız ideoloji ve kimlik olarak da konsolide etmeyi kendisine bir görev bildikleri kanaatindeyim. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Bahçeli’nin seçimden sonraki görüşmeleri bunu netleştirdi. Türkiye önümüzdeki beş yıl hem geçmiş beş yılın sorunlarını aşan hem de yeni bir hamleyle iddiasını daha ileriye götüren bir politik düzleme geçmek isteyecektir. İlk ayak yerel seçimler ama daha sonrası da olacak.
Öncelikle Türkiye’nin dış politikası yeni bir düzleme geçmek zorunda. ABD ve AB ile olan gerilimler sürdürülebilir değil. Her iki tarafın da haklı olarak hem ABD ve AB hem de Türkiye açısından bunun bir kararının verilmesi gerekiyor. Ayrıca Türkiye’nin hem Batı ittifakıyla ilişkisinde hem de küresel olarak alacağı rolle ilgili bir tür kendini tanımlamayla ilgili de bir konsültasyona ihtiyacı var. Bunların hepsini bir araya getirdiğimizde -yani spesifik ihtiyaçlar, konjonktürün gerektirdikleri ve bunun kimlik boyutu- aslında Cumhur İttifakı’nın devam edeceğini çok net bir biçimde görebiliyoruz.
Cumhur İttifakı’nın karşısında 24 Haziran’da Millet İttifakı kurulmuştu. Ayrıca örtülü işleyen bir CHP-HDP ittifakından da bahsediliyordu kamuoyunda. Bu tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Burhanettin Duran: Millet İttifakı’nın kendi arasında bir arada kalmak konusunda işlerinin biraz daha zor olduğu kanaatindeyim. Çünkü AK Parti ve MHP arasındaki yakınlaşmanın daha uzun bir geçmişi var ve daha somut karşılıkları bulunmakta. Daha organik bir bütünleşmeye doğru gittiğini görüyorum fakat Millet İttifakı açısından baktığımızda öncelikle HDP’ye yaklaşım bu ittifakın bileşenleri arasında sorun doğuracak gibi.
HDP’nin Mecliste nasıl bir siyaset yürüteceğini bilmiyoruz. Eğer Öcalan’a özgürlük gibi birtakım radikal söylemler üzerinden giderlerse bunun Millet İttifakı’nın bir arada kalması açısından sorun oluşturacağı kanaatindeyim. Özellikle İYİ Parti’nin burada çok zorlanacağı öngörülebilir. Hatta CHP’nin tabanını ikiye bölecek bir gelişim gösterebilir. Bu açıdan baktığımızda Millet İttifakı’nın bir arada kalma çabasının daha zorlu bir süreç olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
İşin CHP boyutuna geldiğimizde CHP açısından mesele daha girift hale geldi. Bir yanda Kılıçdaroğlu birtakım taktikler kullanarak kendisinin başarılı olduğu ve AK Parti’nin yedi puan kaybetmesini sağladığı kanaatinde. Oyunun ikiüç puanlık bir düşüş göstermesi, Muharrem İnce’nin yüzde 30’u aşması ise başka bir hengame. Söz konusu durum makus AK Parti’yi yenememe talihini kıran bir liderin uç gösterdiği şeklinde yorumlanıyor. Bu bir gerilim oluşturuyor CHP tabanında.
Bu gerilimin yerel seçimlere nasıl yansıyacağını göreceğiz. Muharrem İnce de çok zor bir yolda gidiyor. Yani bir tür Macron gibi yeni bir parti kurmasından bahsediliyor ama ben Türkiye’deki parti skalasının çok dolu olduğu kanaatindeyim ve İnce’nin de bu kadar büyük bir ümit doğurmadığı düşüncesindeyim. Yani çok da stratejik oylarla bir kerelik bir zafer gibi görünüyor bu. İnce’nin kalıcı olabilmesi için daha konsolide edici hareketlere, bir siyasi varlığa ihtiyacı var. Hem Mecliste değil hem partisinin başında değil. Kendini var edebilmesi o kadar mümkün görünmüyor. Geçmişe dayalı büyük bir başarısı, performansı olan büyükşehir belediye başkanı da değil. Dolayısıyla İnce’nin siyasi varlığını devam ettirmesinin o kadar kolay olmadığı kanaatindeyim. Bu ister istemez bir kavgaya dönüşmek zorunda ya da İnce gibi hırslı bir siyasetçinin kenarda beklemesi demek. Futbol benzetmesi yapacak olursak beş sene kenarda, yedek kulübesinde beklemek çok zor olsa gerek.
İNCE KENDİNİ CHP’DEN AYRIŞTIRARAK YÜZDE 30 ALABİLDİ
Muharrem İnce’nin parti kurup kurmayacağı yakında netleşir. Fakat bu CHP’nin toplumla arasının kopuk olması bağlamında şekillenen esas sorunu çözer mi? Buradaki esas meseleyi nasıl yorumluyorsunuz?
İhsan Aktaş: Şimdi CHP tabanının nasıl oluştuğuna bir bakmak lazım. Birincisi 1940’lara 50’lere kadar devlet benim diyen, devleti yöneten, asker, sivil ve bürokrat elitler ve bu asker, sivil ve bürokratlar eliyle de zenginleştirilmiş bir kitle var. Diğer taraftan 12 Eylül sonrası dönemde korkularla bir araya gelmiş adeta bir kaleye sığınmış kesim var. Refah geliyor, şeriat geliyor tehditleriyle sıkıştırılmış bir kitle bu. Daha sonra da AK Parti’nin iktidar olması ve sürekli güçlü bir şekilde iktidarda kalması Türkiye’de yüzde 25’lik bir kesimi daha fazla kenetlenmiş bir hale getirdi.
Bu kitlenin bir başka özelliği daha var. Kılıçdaroğlu profilini ele alırsak muhtemelen CHP’de Kılıçdaroğlu seviyesinde ve hatta kendisini Kılıçdaroğlu’ndan üstün gören bir milyon CHP’li var. İdeoloji ve tavır olarak bir de Aydınlanma felsefesine inanmış, hakikatin, bilginin kendilerine geldiğini düşünen ve her oturduğu mecliste herkese akıl veren bir kitle bu. Dolayısıyla sürekli öğretmen duruşundalar. Halen onlar bu toplumun öğretmeni, eğitecekler, dönüştürecekler, değiştirecekler. İşte Muharrem İnce bir denemeydi, deneyimdi bence. Ne yaptı? Bu toplumun ortalamasına uygun ifadeler kullandı. Din ile özgürlüklerle alakalı problem olmadığını söyledi. Hatta Recep Tayyip Erdoğan’a göre daha basit bir halk dili kullandı. Kendini anlattı.
Aslında bir noktaya kadar CHP kitlesi bekledi. İzmir mitinginden başlamak kaydıyla kazanabileceklerine inandıktan sonra yavaş yavaş o kimliklerini ortaya koymaya başladılar. Yani “Geliyoruz, açık havada yargılayacağız” gibi. Bir, lider sürükleyici olacak. İki, kendi tabanını çok iyi tanıyacak. Üçüncüsü de ilk seçimde iktidar ümidi verecek bir lider tabanını dönüştürür. Hatta şu tartışmayı da belki yapabiliriz. Mesela popüler bir Muharrem İnce var. Yüzde 30 oy aldı ve bu oyu alırken CHP’nin varlığını unutturarak ilerledi. Yani tamamen kendisini oradan ayrıştırdı ve farklı bir kampanya yaptı. Acaba yarın CHP gömleği giydiğinde bu halkın ona olan muhabbeti devam edecek mi, etmeyecek mi? Bence bu CHP’nin geleceği açısından önemli bir sorudur.
Yine de Muharrem İnce parti kurmaz diye düşünüyorum. CHP’nin çok kemik bir kitlesi var. En azından yüzde 20’si sabitkademdir orada. 15’i daha da katıdır. Hatta yüzde 8’i katının katısıdır. Dolayısıyla bir parti kurduğunda çok da başarılı bir sonuç alacağını düşünmüyorum. Hurra CHP dükkanı kapatıyor diye öteki tarafa gitmez. Ben parti öngörmüyorum.
BATI MEDYASI TÜRKİYE’DE YÖNETİM DEĞİŞİKLİĞİ İÇİN ÇABALADI
Meselenin bir de Batı cephesi var. Özellikle İngiltere ve ABD medyasında Erdoğan’ın Türkiye ve dünya için tehdit olduğuna ve seçmen tarafından kendisine bilet kesileceğine dair yazılar çıktı. Bu anlamda Batı medyasını yenilenler arasında sayabilir miyiz? Bir de tabii terör örgütleri FETÖ ve PKK... Onlar açısından da bir değerlendirme yaparsak yenilenler kulübünü nasıl yorumlarsınız?
Fahrettin Altun: 18 Nisan’da seçim kararı verildiğinde Batı medyasında Erdoğan karşıtlığına ilişkin yine net emareler karşımıza çıkmaya başlamıştı. Yani bu seçimde de Erdoğan’a karşı bir kampanya yürüteceklerini 18 Nisan’da göstermişlerdi esasında. Orada farklı olan belki Batılı siyasetçilerin yaklaşımıydı. Batılı siyasetçiler 16 Nisan referandumundan önceki yaklaşımlarını, tavırlarını sergilemediler. Bu tespiti yapmamız lazım. Fakat söylemlerinde dikkatli olmalarına rağmen fiili olarak AK Parti’nin, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Avrupa’da kampanya yapmasını da engellediler.
Bu noktada bir tutumları olmasına rağmen bunu sergileme açısından daha önceki gibi cömert davranmadılar ve açıktan net bir Erdoğan karşıtı tavır almamak için özen gösterdiler. Bunun nedeni bu tavrın Erdoğan’a yarayacağını düşünmeleriydi. Dolayısıyla dikkatli davrandılar. Fakat bir taraftan Batı medyasında bu dikkatli yaklaşımı görmedik. Çünkü giderek artan oranda sertleşen bir Erdoğan karşıtı söylem kullandılar. Bunun unsurları nelerdir diye dönüp baktığımızda öncelikle erken seçimlerin baskın seçim olarak yansıtılması karşımıza çıktı ve seçimlerin gayrimeşru olduğuna ilişkin bir tartışma başlatmaya çalıştılar. Fakat bir taraftan bu tartışmanın çok da bir karşılığı olmadığını görünce bu tartışmayı kapattılar. Bu kez seçimlerde Erdoğan’ın daha iyi imkanlarla propaganda yaptığını, buna mukabil Erdoğan karşıtı cephenin bu imkanlara sahip olmadığını vurgulamaya başladılar.
Oy vermenin adil ama seçimlerin adil olmadığı yönünde bir propagandayı devreye soktular. Bu kapsamda yine Türkiye siyasetini etkilemekle ilgili bir çabaya gittiler. Fakat bu da yetmedi. Bu kez bir adım daha ileri gittiler ve seçimde şaibe olacağına ilişkin neredeyse seçimlere bir ay kala propagandaya başladılar. Olmamış seçimlerle ilgili bir şaibe algısı oluşturmak için yoğun çaba sarf ettiler. Seçimlere son iki hafta kala ise yeni bir söylemle karşımıza çıktılar bu sefer. O da artık bu seçimde Erdoğan’ın zayıfladığı, kazanamayacağı ve Erdoğan’ın karşısına ilk defa çok güçlü bir adayın çıktığı vurgularından oluşuyordu.
Bu propagandayı bir taraftan yaparken hiç kuşkusuz içerideki beslenme kaynakları dolayısıyla böyle bir yaklaşım içine girdiler. Çünkü içeride daha sonra “Ben CHP seçmeninden, onların yarattığı mahalle baskısından korktuğum için hatalı, yanlış, kasıtlı olarak CHP’yi, Muharrem İnce’yi yüksek gösterdim” diye açıklama yapan SONAR Araştırma Şirketi’nin başkanı gibi yanlış, hatalı bilgi kaynaklarına başvurarak bunu yaptılar. Bile isteye yaptılar. Örneğin sadece CHP’nin adayını destekleyen, HDP’yi destekleyen aktörlerle mülakat yaptılar. Yoğun bir şekilde hem hatalı bir Türkiye fotoğrafı verdiler hem de bunun kampanyasını yürüttüler. Dolayısıyla ciddi anlamda başarısızlığa uğradılar. Siyaseti bir tarafa bırakıp medya performansı itibarıyla bakalım. Avrupa ve ABD medyasının Türkiye ile ilgili olarak özellikle son beş yıldır kendi geliştirdikleri ilkeleri, kavramları bir kenara bırakıp kaba saba bir propagandaya giriştiklerini görüyoruz. Amaçları Türkiye siyasetini etkilemek ve yeni bir yönetim meydana getirmekti.
Terör örgütleri PKK ve FETÖ seçim sürecinde nasıl bir pozisyon aldı?
Fahrettin Altun: Şimdi gelelim FETÖ ve PKK’nın konumuna… FETÖ de PKK da bu seçimlerde daha önceki seçimlerde olduğu gibi açıktan pozisyon aldı. Bu anlamda bütün kanallarını ve kaynaklarını kullandılar. Fakat bu kez bu seçimlerde farklı olan şey FETÖ’nün de PKK’nın da Türkiye sınırı içerisindeki etkinliklerinin önemli oranda kırılması olmuştur. 30 Mart yerel seçimlerini hatırlayalım. Ondan önce FETÖ’nün ne denli bir propaganda ağı olduğunu gördük. Neden? Çünkü devletin içindeki varlığı dolayısıyla devletin içinden birçok bilgi, belge alıp, bunları imal edip, manipüle edip hem Batı hem de içerideki Erdoğan karşıtı medyaya bunları servis ettiklerini gördük. Yine PKK’nın bölgede çok ciddi bir korku siyaseti ürettiğini ve bu korku siyaseti üzerinden HDP’ye destek oluşturduğunu, yine Erdoğan karşıtı, ana akım medyaya malzeme taşıdıklarını gördük. Buna 7 Haziran öncesinde hatta 1 Kasım seçimlerinden evvel bile şahit olduk.
Şimdi geldiğimiz nokta itibarıyla FETÖ ve PKK’nın Batı medyasındaki gibi retorikler kullanarak seçime müdahale etmeye ve bu anlamda özellikle Erdoğan karşısındaki aktörleri destekleyerek bu seçimde kendilerini göstermeye çalıştıklarını gördük. Sınırlarımız içerisinde terör faaliyeti yapmaya dönük etkinlikleri kırıldığı için bu anlamda daha sınırlı oranda varlık gösterebildiler ama pozisyon aldılar. Dolayısıyla onlar da bu sürecin kaybedenidir. Önümüzdeki dönemde Batı’nın, Batılı ülkelerin Türkiye’ye ilişkin tavırları nasıl şekillenecek diye sorarsanız Batı ülkeleri nihayetinde uzun bir süredir Türkiye’de bir yönetim değişikliği getirmek için çaba içerisindeler. Bu seçimler bu anlamda önemli bir kırılma noktası teşkil edecektir diye düşünüyorum. Elbette yerel seçimler var. Elbette Erdoğan’ın gücünü kırmakla ilgili bir imkan olarak görüyor bunu terör örgütleri. Buna ilişkin bir taraftan çaba gösterilecektir. Ama bu çaba da daha aşağıdan yürüyen bir çaba olacaktır. Bu seçimlerdeki kadar bile görünür olmayacaktır. Bir taraftan da Türkiye doğru adımları atarsa bu noktada hem Avrupa hem de ABD’de yaşanan ihtilaflarla ilgili daha somut, Türkiye lehine birtakım kazanımlar da elde edebilecektir. Bu anlamda sorunlar tamamen ortadan kalkmayacak olsa da seçimlerden bir yıl öncekine göre çok daha iyimser düşündüğümü ifade etmeliyim.
BATI İTTİFAKIYLA İLİŞKİMİZ YENİDEN TANIMLANMAK ZORUNDA
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin Türkiye’de siyaset ve toplum açısından önümüzdeki süreçte nasıl getirileri olacak? Özellikle dış politika açısından Türkiye’yi neler bekliyor?
Burhanettin Duran: Yeni sistemin bir teknik boyutu var. Neticede bir başkanlık sistemi olan Cumhurbaşkanlık hükümet sistemi seçimlerden önce Erdoğan tarafından açıklandı ve orada anlaşılan on altı bakanlığın, dört ofisin, dokuz kurulun, sekiz başkanlığın ve bağlı kuruluşların olduğu dört sacayaklı bir teşkilatlanmaya gidilecek. Erdoğan’ın karizmatik ve güçlü liderliğini göz önünde bulundurduğunuzda bu ilk yapılanmanın bir teamül oluşturacağını da görmek gerekir. Şimdi Türkiye bu sisteme birkaç sebepten dolayı geçti. Birincisi mevcut parlamenter sistemin sorunlarını aşmak için. Bu uzun dönemli birikmiş, yığın haline gelmiş sorunların ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu da kendisi bizatihi iktidarda yeni sistemi tecrübe eden bir lider tarafından yapılıyor. Bunun amacı kuşkusuz bürokrasiyi azaltmak, her türlü vesayeti ortadan kaldırmak, daha etkin bir yapı ve işleyiş ortaya koymak.
Aslında geriye doğru baktığımızda Erdoğan milletin taleplerini yerine getirmek için siyasetin önceliğini hep vurgulamıştı. Siyaseti önceleyen bir sistem olacak yani siyasetçiyle doğrudan çalışan, onunla gelip onunla giden üst düzey yöneticilerin hepsinin Erdoğan gibi aktif olacağı bir yeni yapılanmadan bahsediyoruz. Mevcut kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması anlamına da gelecek. Sadece bir aktifleşme, sinerji oluşturma değil bu anlamda beş yıl sürekli reform diyebileceğimiz bir dönem yaşayacağız. Bu kamuyu yeniden yapılandırmakla kalmamalı. Aynı zamanda AK Parti’nin birikmiş birtakım konulara, mikro meselelere yeniden el atacağı ve etkin projeler üreteceği bir dönem olmak zorunda.
İşin dış politika bağlamına baktığımızda ise ben Türkiye’nin önündeki bu beş yıllık siyasi istikrarla durduğu ve gelecekte duracağı yerin tanımlanmasıyla ilgili nihai bir sözün söylenebileceği bir döneme geldiğimiz kanaatindeyim. Geçtiğimiz beş yılda biz bir türbülans yaşadık bunun iç ve dış boyutları vardı ve Türkiye’nin aslında yeniden tanımlanması kavgasıydı bu. Türkiye neticede şu kararı verdi: Ben yeni bir sistemle sorunlarımı aşacağım ve kendimi bu şekilde tanımlayacağım. Bunun dış politikaya yansımaları açısından baktığımızda bizim klasik anlamdaki müttefiklerimizle bazı meselelerde artık son sözü söyleme noktasına geldiğimizi düşünüyorum. Yani Batı ittifakıyla ilgili olan ilişkimiz yeniden tanımlanmak zorunda. Bu artık uzatılabilir, sürdürülebilir bir şey değil bu haliyle.
Şimdi bahsedilen şey Batı Balkanlardaki üyelerin dahil edilmesi ama Türkiye’nin dışarıda bırakılması. Türkiye’nin dışarıda bırakılması bu haliyle sürdürülebilir değil. Türkiye’yi sadece mülteci ve güvenlik meselesinde bir kapı gibi görüp ilişkileri oraya sınırlamak, mesela Gümrük Birliği’ni bile yenilememek Türkiye’nin önümüzdeki beş yılda taşıyabileceği bir pozisyon değil. Dolayısıyla Türkiye’nin AB ile olan ilişkileri zaten bir düşme trendinde. Bu trendin devam edip etmeyeceğinin kararı verilecek. Bunlar bugünden yarına bir anda bıçak gibi kesilebilecek ilişkiler değil.
Türkiye’nin dış politikada kararlarını istediği ölçüde uygulayabilme ve aktörlere bunu daha iyi iletebilme otonomisine sahip olduğunu düşünüyorum. Bu sınır ötesi operasyonlar boyutuyla, Rusya ile olan savunma iş birlikleriyle var. NATO ve AB’ye “Bana biçtiğiniz rolün yeniden tanımlanması gerekir” mesajını biz uzun süredir veriyoruz. Artık bunun kabullenilmesi gereken bir noktaya geldiğini düşünüyorum. Bu anlamda Erdoğan’ın eli daha güçlü olacak. Tabii diğer aktörler nasıl tepki verecekler bu ikinci bir bahis. Ben gelen türbülanstan dolayı onların da er ya da geç Türkiye ile çalışmak zorunda kalacağı bir noktada olduğunu düşünüyorum. Türkiye-ABD ilişkileri açısından baktığımızda ise bu bölgede İran’a yönelik uygulanacak politikayla çok yakından alakalı. Eğer Trump Suriye’den hakikaten çekilip burayı Rusya’ya bırakma ama bu arada da İran’ı da oradan çıkarma niyetindeyse, mesele İran’ın sınırlandırılması üzerine odaklandırılacaksa burada Türkiye’nin önünde çok fırsatlar olacak. Türk-Amerikan ilişkilerini yeniden gözden geçirebilecek, sağlıklı bir zemine ulaştırıp mevcut sorunları peyderpey çözebilecek bir perspektifin olabileceği kanaatindeyim. Ama bunlar tabii bugünden yarına olmayacak. Türkiye şu anda bütün seçeneklere eşit mesafede.
SİVİL SİYASET DEVLET ÜZERİNDE ETKİN
İhsan Hocam yeni sistemin ruhu olarak etkili ve hızlı yönetim diye bir tanımlama var. Özellikle bürokratik oligarşinin zayıflatılmasına dönük yorumlar yapılıyor. Siz bu yorumlar açısından yeni sistemi ve yeni sistemin önümüzdeki süreçte nasıl şekilleneceğini nasıl değerlendiriyorsunuz?
İhsan Aktaş: Cumhur İttifakı neye karşılık geliyor? Bir, küresel hegemonyaya karşı direnç. Çünkü yüzde 60’lık bir oy tabanıyla AK Parti ve MHP o dünyadaki saldırılara karşı duruyor. İkincisi merkezi vesayetin zayıflatılması. Üçüncüsü de devlet-millet kaynaşması. Orduyu da katacak olursak AK Parti, MHP ve Türk ordusu. Yeni sistemle alakalı bir defa Türk halkı şunu biliyor. Yani Türkiye Cumhuriyeti bir memur devletidir. Tanzimat Fermanı’ndan başlayarak oluşan bürokratik elit aslında devleti kendi malı gibi, bir yönetici elit olarak yönetti. Siyasiler ve halk da onların memurları pozisyonundaydı. Özal döneminde, Menderes döneminde, Erbakan Hoca’nın kısa döneminde ve AK Parti’nin uzun iktidarında bu bürokrasiyle önemli mücadele verildi. Fakat nihayetinde gelenek çok değişmiyor. AK Parti’nin ortaya koyduğu siyasi ve kurumsal kapasite o kağnı gibi hareket etmeyen devleti bir bakıma itekleyerek çalıştırdı.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi şöyle tanımlanıyor: yalın, dinamik, çözüm odaklı. Şimdi ben daha dinamik bir yapıya geçileceğini ümit ediyorum fakat burada önemli bir soru şu: Devletler nihayetinde uzun vadeli gelenekler üzerine inşa edilir. Bu bürokrasinin yavaşlama geleneğini terk ederek acaba bu dinamik sistem kurulurken devlet geleneğini de teorize ettirebilecek miyiz? Aslında bir yönüyle Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri sivil siyaset ilk kez fiilen devlet üzerinde etkin oluyor. İşte bu nihayetinde Ankara’daki bürokratlar da bugün göreve başlamış bürokratlar olmadığına göre o bin yıllık devletin temsilcileri bu dönüşüme ayak uyduracaklar mı onu zaman gösterecek.
TÜRKİYE BÜYÜK FIRSATLARLA KARŞI KARŞIYA
Yeni dönemde Türkiye’nin önünde meydan okumalar var. Fakat fırsatlar da var. Bu fırsatları ve meydan okumaları nasıl yorumluyorsunuz?
Fahrettin Altun: Şimdi bu seçim sonuçları şu imkanı verdi. Türkiye’de güçlü siyasal liderlik devam edecek ve istikrar korunacak. Güçlü, halktan destek alan bir irade Türkiye’nin yönetiminde etkin olacak. Bunun Türkiye’ye getirdiği büyük fırsatlar var. Her şeyden önce ciddi güç boşluklarının söz konusu olduğu bu coğrafyada Türkiye bölgesel güç olma özelliğini tahkim edecek. Fakat bir taraftan da küresel güç haline gelme arayışında belirsizliklerle dolu bir dünyada önemli fırsatları değerlendirme imkanı bulacak. Şu an itibarıyla dünya siyasetine, uluslararası ilişkiler alanına dönüp baktığımızda ciddi bir mücadelenin yürüdüğünü ve geçmişteki ittifakların ortadan kalktığını görüyoruz. Tamamen ulus devletlerin ön planda olduğu, giderek güvenlik odaklı siyasetlerin yürütüldüğü ve mikro ittifakların kurulduğu bir dönemi yaşıyoruz. Dolayısıyla böylesi bir konjonktürde güçlü siyasal liderlikle hareket eden ve bir programa sahip olan Türkiye ciddi anlamda kazanımlar sağlayacak.
Türkiye bu süreçte bir taraftan iddialarını hayata geçirmek için uğraşırken diğer taraftan da yatırımlarını sürdürmek zorunda. En önemli yatırım güvenliğini temin edecek uzun dönemli teknoloji yatırımları olacak. Savunma sanayii bu anlamda önemli atılım alanlarından bir tanesi. Türkiye aslında uzun süredir bu yeni dünyaya hazırlık yapıyor. Bugün sonuçlarını gördüğümüz teknolojik yatırımları çok daha önceden yaptı ve bu süreç hızlanarak devam edecek. Ama ne olursa olsun önümüzdeki belki on yıl Türkiye’nin hem büyürken hem de bu anlamda kendi savunma sanayiine büyük yatırımlar yapması gereken bir dönemdir. Türkiye caydırıcılık kapasitesini artırmak zorundadır. Bir taraftan bunu yaparken öte taraftan da hem kendi içinde hem de bölgesinde imar adımlarını atmaya devam edecek. Yani taş üstüne taş koyacak, büyük yatırımlar yapacak.
Elbette küresel aktörlerle ilişkilerin yönetilmesi en önemli meselelerden bir tanesidir. Türkiye bir taraftan kendi bağımsızlığını, dış politikadaki bağımlılık tuzağını aşmayı temin ederken öte taraftan da yine büyük aktörlerle doğrudan karşı karşıya gelmeme, sıcak çatışmaya girmeme politikasını da sürdürecek diye bir öngörüm var.
Türkiye’deki en önemli mesele ise millet-devlet birlikteliğidir. Bu sağlandığı takdirde Türkiye ne kadar zor bir coğrafyada olursa olsun, ne kadar belirsizliklerle dolu bir çağda yaşarsak yaşayalım ciddi fırsatlarla karşı karşıya. Umarım bu fırsatlar değerlendirilebilir ve ülkemiz adına olumlu sonuçlar ortaya çıkabilir.