28 Şubat Darbesi’nin üzerinden 21 yıl geçti. Darbenin neden olduğu yasaklar ve ayrımcı uygulamalar AK Parti hükümetleri tarafından kaldırıldı. Fakat toplumun dindar kesimini hedef alan ve Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın başbakanı olduğu Refahyol koalisyon hükümetini her alandan baskılayan süreç büyük zulümlere sahne olmuştu. Türkiye hak ve özgürlüklerin hesapsızca kısıtlandığı, hukuk tanımayan keyfi uygulamaların hüküm sürdüğü ve halkın oylarıyla iş başına gelen iktidarın daha önce benzeri görülmemiş yöntemlerle alaşağı edildiği bir askeri cunta dönemi yaşamıştı. Daha iyi bir gelecek için darbe dönemini unutmamak gerekiyor. Bu yüzden 28 Şubat cuntacılarının siyaset ve toplum üzerindeki baskılarını bu süreçte hukukçu kimliği ile Refah Partisi milletvekili olan Şeref Malkoç ile konuştuk.
SÖYLEŞİ: YUSUF ÖZKIR, NEBİ MİŞ
ŞEREF MALKOÇ KİMDİR?
Trabzon’da doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Trabzon’da tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni 1982 yılında bitirdi. Trabzon’da on yıl serbest Avukatlık yaptı. Refah Partisi (RP) Trabzon İl Başkanlığı yaptı. 20 ve 21. dönemde Trabzon’dan milletvekili seçildi. TBMM Adalet Komisyonu sözcülüğü, Anayasa Komisyonu Başkanvekilliği ve Türk-Alman Parlamentolar arası Dostluk Grubu Başkanvekilliği yaptı. RP ve Fazilet Partisi’nin (FP) kapatma davalarında savunmalarını hazırladı ve Anayasa Mahkemesinde savunmalarında bulundu. RP, FP ve Saadet Partisi’nde (SP) Genel Başkan Yardımcılığı görevlerini yürüttü. 54. Hükümet’in Başbakanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’a yakın danışmanlık yaptı. 28 Şubat davası şikayet dilekçesini yazdı. Anayasa ve başkanlık sistemi üzerine çeşitli dergi ve gazetelerde makaleleri yayımlandı. 40 Soruda Yeni Anayasa ve Başkanlık Sistemi adlı kitabı yayımlandı. Cumhurbaşkanı’mız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Başdanışmanlığı görevini yürüttü. Aralık 2016’dan bu yana Kamu Başdenetçisi görevini yürütmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır.
Tasfiyeler Orduyu Zayıflatmadı, Güçlendirdi
“15 Temmuz’dan sonra tecrübeli askerler ordudan atıldı ve ordu zayıfladı” şeklinde dedikodular vardı. Fakat Türkiye çok ciddi operasyonlar yapıyor ve başarı da elde ediliyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Bu coğrafyada biz binlerce yıldan beri varız. Devlet geleneğimiz var. Türkiye bir aşiret veya çadır devleti değil. Cumhuriyet Osmanlı ve Selçuklunun tecrübesine dayanıyor. Ne badireler ne sıkıntılar atlatılmış. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında yapılan temizlik ordu adına gayet normal ve gerekli bir temizlikti. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bundan dolayı zayıflamamış aksine güçlenmiştir. Bakın bu millet ve devlet gerektiğinde ordusunu bile lağvetmiş bir millettir. Yeniçerileri kastediyorum. O açıdan bu tür şeyler sorun oluşturmaz. Fakat problem şu: Türkiye’de kendini azıcık güçlü hisseden gruplar devleti ele geçirmeye çalışıyor. Bu devlet ele geçmek için değil millete hizmet etmek için vardır. Ama devleti ele geçirmeye çalışanlar bir müddet sonra kendilerini sanık sandalyelerinde buluyorlar. Tıpkı 15 Temmuz’da FETÖ’cülerin yaptığı gibi.
Cuntacılar ve darbeciler ordudan temizlendiğinde ordu aslında güçleniyor yorumu yapabilir miyiz?
Tereddütsüz. Şayet 28 Şubat’tan sonra TSK’da gereken temizlik yapılsaydı zaten bu FETÖ’cüler türeyemezdi. Benim şahsi kanaatim Gezi Parkı Şiddet Eylemleri, 17-25 Aralık yargı darbesi girişimi ve 15 Temmuz darbe girişiminin de gayrimeşru babası 28 Şubat’tır. Eğer bir toplum kendi içinde oluşan hukuksuzluğu anayasal ve hukuki çerçevede temizleyemezse ileride daha büyük sıkıntılarla karşılaşır. FETÖ’cüler TSK’dan önemli ölçüde temizlenmiştir fakat yine de tamamen bitmemiştir. Bu temizlik TSK ve Türkiye’yi kuvvetlendirmiştir. Bunun dışında yapılan yorumlar ya kasıtlıdır ya da bu işleri bilmeyenlerin yaptığı yorumlardır. Onlara tarihimize bakmalarını tavsiye ederim.
28 Şubat Bir ABD Projesidir
28 Şubat Darbesi sizin de bizzat yaşadığınız, aktif olarak siyasetin içerisinde olduğunuz dönemde gerçekleşen bir süreç. 28 Şubat’ı yapan cuntacı grubun esas amacı neydi? Nasıl bir Türkiye kurmak istediler? Neden bu darbeyi yaptılar? Biraz o dönemdeki yaşadıklarınıza da atıfta bulunarak değerlendirebilir misiniz?
Cumhuriyet dönemindeki bütün darbeler NATO ve ABD ile irtibatlıdır. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz’da ikisinin parmağı vardır. ABD’nin NATO’da özellikle Türkiye’ye çizdiği bir model var. Türkiye bunun dışına çıktığında ABD irtibatlı olduğu kesimlerden TSK içerisinde cuntalar oluşturuyor. Buna üniversitelerden, toplumun farklı gruplarından destekler bulup medyayla da bu işi abartarak müdahale imkanı oluşturuyor. 28 Şubat bu şekilde programlanmıştır. Ama tekrar söylüyorum 28 Şubat kesinlikle yerli ve milli değildir, ABD’nin projesidir. Tıpkı 15 Temmuz gibi TSK içerisinde Çevik Bir ve arkadaşlarından bir cunta oluşturdu. Dışarının arzularıyla içerideki hırslı, kifayetsiz muhterislerin hevesleri örtüşünce hukukun dışında işlere kalkıştılar. Çevik Bir’in özelliği neydi? Önünde Genelkurmay Başkanı olduğu için kendisi genelkurmay başkanı olamıyordu ve yakında emekli olacaktı. Ama cumhurbaşkanı olmak istiyordu.
O dönem Erbakan Hoca’yı yani Refah Partisi’nin iktidarını bahane ederek irtica yaygarası kopardılar ve dolayısıyla Genelkurmay Başkanı’nı da çiğneyerek TSK’yı da alet ederek 28 Şubat’ı yaptılar. Rahmetli Erbakan iktidarı döneminde iki tane önemli şey yaptı: Birincisi Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) ile ABD arasında sıkıştığını gördü ve yeni bir alan açtı: İslam dünyasıyla ilişkileri güçlendirme. Buna da D8 projesi dedi. İkincisi de Türkiye’de bütçede toplanan vergilerin hemen hemen hepsi faize gidiyordu. Kamu tek hesabını yani halkın deyimiyle havuz sistemini oluşturarak Türkiye’de faize giden paranın önünü kesti. İçerideki menfaat grupları milletin sırtından para kazanmaya alışmıştı. Onların haksız kazançları kesildi. Onlar da dışarıda NATO ve ABD yanlılarıyla da ittifak kurarak sivil toplum örgütlerini harekete geçirdiler.
28 Şubat’ı yapanlar yasama, yürütme ve yargıyı Batı Çalışma Grubu’na (BÇG) bağladılar, yani TSK içerisinde oluşturulan illegal bir yapıya, cuntaya. Tıpkı 15 Temmuz gibi. Tıpkı 12 Mart cuntası gibi. 28 Şubat Türkiye’de milletin manevi kaynaklarını kuruttu. Manevi pınarlarının üzerine beton döktü. 28 Şubat’ın manevi tahribatı hala tam olarak ortadan kaldırılmış değil.
28 Şubat’ta Kimse Demokrasiye Sahip Çıkmadı
Neden böyle bir şey yapmak istediler?
Türkiye ABD’nin çizdiği yörüngenin dışına çıkıyor yani İslam dünyasıyla irtibat kuruyordu. İslam dünyası uçak yapma projesine giriyordu. Şimdi Türkiye savunma sanayiinde yerli tank, helikopter, gemi yapıyor ya o dönemde de bunlarla ilgili çalışmalar başlattı Erbakan Hoca. Özellikle Türkiye’nin güçlenmesini istemeyenlerin çekindiği iki şey vardı: Birincisi ekonomisinin güçlenmesi ve buna bağlı olarak Türkiye’nin bağımsız hareket etmesi. İkincisi de Türkiye’nin onların dediklerinin dışında İslam dünyasıyla harekete geçmesi. Temel sebep buydu. İçeride de tabii bundan değişik şekilde nemalananlar vardı. Faizin ve rantiyecilerin önünü kesti. Onlar milleti sömürmeyi doğal hak görüyorlardı. Bu yüzden isyan ettiler. Bir şey daha var tabii. Maalesef Türkiye’de zamanı geldiğinde demokrasiye sahip çıkması gereken kurumlar yani yargı, siyaset, medya, iş adamları, sivil toplum örgütleri 15 Temmuz haricinde Türkiye’deki demokrasiye sahip çıkmadılar. Bu açıdan sicilleri önemli ölçüde bozuktur.
Bunu biraz daha açabilir misiniz?
Osmanlı’da yeniçeriler ayaklanacağı zaman önce ulemaya bakar, kendilerine göz kırpan var mı diye. Ulemadan kendine göz kırpan varsa ondan sonra İstanbul’un eşrafını bir kolaçan eder. Eğer bu üçlü sacayağı tamamlanmışsa yeniçeri kazan kaldırır. Şimdi Türkiye’de de bütün darbelerde cunta var. Aydın ve akademi denen çevrelere bakarlar, oradan kendilerine göz kırpan varsa döner İstanbul sermayesine ve onların uzantılarına bakarlar. 28 Şubat’ta bırakın sivil toplum örgütlerinin seçilmiş iktidara desteğini beşli çete diye bir oluşum vardı. Refik Baydur başlarındaydı. TİSK, TESK, DİSK, TÜRKİŞ ve TOBB gibi beş tane sivil toplum örgütü darbecilerin emrine girdi ve hükümeti indirmeye kalktı. Yargı, Anayasa Mahkemesinin üyeleri, Yargıtay ve Danıştay üyeleri, yargı mensupları askeri araçlara bindirildiler ve onlardan brifing aldılar. Böyle bir toplumda demokrasiye sahip çıkmak zor. Fakat onun tek istisnası 15 Temmuz’dur. Sayın Cumhurbaşkanı’mız Recep Tayyip Erdoğan demokrasiye, millete ve hukukunuza sahip çıkın dediğinde Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma açtı. Olması gereken buydu.
Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay açıklama yaptı. Tarihinde ilk defa Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) darbeye direndi. İsmail Kahraman Bey’in başkanlığında TBMM toplantıya çağırıldı. Bundan cesaret alan Silahlı Kuvvetlerin içerisindeki vatanseverler, bu millete bağlı olanlar ve Emniyet teşkilatımız harekete geçti. Ama 28 Şubat’ta bunların hepsi ya darbecilerin yanındaydı veya susmuşlardı.
28 Şubat’ın Sivil Ayağı da Yargılanmalı
Refah Partisi Doğru Yol Partisi ile koalisyondaydı. Muhalefette Anavatan Partisi vardı ve çok sert muhalefet ediyordu. O dönemde Refah Partisi ve Büyük Birlik Partisi dışındaki siyasetçilerin darbeye karşı demokratik bir duruş sergilediğini düşünüyor musunuz?
TSK’daki cuntacıların açıklama ve hareketlerine Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal “TSK sivil toplum gibi hareket ediyor” demiştir. Anavatan Partisi Genel Başkanı Mesut Yılmaz da mevcut durumdan başbakanlık çıkarabilme ümidiyle askerleri teşvik ve tahrik etmiştir. Çok demokrat geçinen bir insan vardı: Hüsamettin Cindoruk. O da Doğru Yol Partisi’ni bölüp kuracağı suni bir partiyle iktidar olmaya heves etmiştir. Yani sivil toplum örgütleri, yargı, iş adamları, sermaye grupları, medya ve hatta siyaset cuntacıların peşine takılmıştır. Şimdi mahkemede 28 Şubat’ın cuntacıları Çevik Bir ve arkadaşları yargılanıyor. Doğru yargılanmaları gerekir. Fakat bunlara yardım ve yataklık yapan, destek olan, yol gösteren medya mensuplarının ve oradan nemalanan iş adamlarının, darbecilerin yaptığı işlemler sonucu bakan olan, siyasetten nemalananların da yargılanmaması durumunda 28 Şubat yargılamaları eksik kalır.
Cuntacılar Güç Sarhoşu Olmuştu
Burada şöyle bir eleştiri de var. Özellikle bu darbeyi yapanlar diyorlar ki aslında bir darbe olmadı. Bütün süreç Başbakan'ın istifa etmesi ve Cumhurbaşkanı'nın da kendi yetkileri dahilinde başka birine hükümeti kurma görevini vermesiyle meşru bir süreç içerisinde gerçekleşti. Siz bu eleştiriyi nasıl yorumluyorsunuz?
28 Şubat ile birlikte tanklar yürüdü mü? Bunda tereddüt var mı? Yok. Peki, tankların yürüyüşünü nasıl izah ettiler? Demokrasiye balans ayarı vermek için yürüttüklerini söylediler değil mi? Demokrasiye balans ayarı tanklarla mı verilir, sandıkta mı? Elbette sandıkta verilir. Diğer bir husus her gün gazetelerde bir askeri yetkili “Şöyle olacak, böyle olacak. İktidar sözümüzü dinlemezse şunu yaparız” kabilinden tehditler savuruyordu.
Askerler kendi anayasal ve yasal sınırlarını aşıyorlardı. Evet, bir Milli Güvenlik Kurulu (MGK) vardı. Ama MGK kararlarına uymaması halinde Başbakan Erbakan’ı tehdit ettiler. Genelkurmay Başkanlığında omuz attılar Erbakan Hoca’ya. Düşük rütbeli bir subay omuz attı. Bir general çıktı Başbakan Erbakan’a sövdü, küfretti. Her gün gazetelerde darbecilerin isim ve rütbeleriyle tehdit etmeler, Genelkurmayda Başbakan’a omuz atmak, tankları yürütmek… Şimdi Türk milletinin örf, adet ve geleneğinde böyle bir edepsizlik var mı? Veya TSK’nın geleneğinde bir generalin başbakana hakaret etmesi var mı? Biz genel kanunu açtık baktık, Erbakan Hoca’ya dedik, biz de söveceğiz, küfredeceğiz. “Hayır” dedi. “Kanun ne diyorsa onu yapın.” Kanunu açtık baktık, kanun diyor ki Genelkurmaya müracaat edilir, o da askeri savcılığa gider. Genelkurmaya dilekçe verdik. Ne dedi biliyor musunuz? “Gerekirse daha ağırını yapacağız.”
Çıktı basın açıklaması yaptı. Bizim dilekçemize de “İlgili asker görevini yapmıştır” diye cevap verdi. Özellikle 28 Şubat toplantısından sonra Genelkurmay biraz geri çekildi ve devreye MGK’yı soktu. MGK Genel Sekreteri İlhan Paşa sürekli gelir Başbakan Erbakan’ın bazı kararları imzalamasını isterdi. Hoca da her seferinde “Bu kararları hiçbir Müslüman evladı kabul edemez. İlhan Paşa bak sen bunlara inanıyorsan imanın gider. İmanına dikkat et. Bir daha bunları bana getirme” diye nasihat ederdi. Ama onun dışında her toplantı öncesi zaten gazete ve televizyonlar bir iğneli fıçıya sokarlardı siyasetçileri. Siyasetçilerin nefes alması bile zorlaşırdı.
Doğru Yol Partisi milletvekilleri o dönem Mecliste bize şunu söylüyorlardı: “Hoca’ya söyleyin bıraksın.” “Niye?” “İşte geçen akşam askerler bizi aldı, getirdi, darbe yapacağız dediler, bizi darbede nereye koyacaklarına dair yerleri gösterdiler.” Bunlar Meclisteki milletvekilleri tarafından konuşulurdu.
Despotlukla Anayasa ve hukukun dışına çıkmak bir müddet esrar çekmek, afyon almak gibidir. Bir müddet kendini mutlu edersin ama sonra perişan olursun. Türkiye’nin cuntacıları da 28 Şubat’ta esrar çekmişlerdi. Güç sarhoşluğu yaşıyorlardı. Zannettiler ki öyle devam edecek. Ama bu millet belki bu tür şeylerde tepkisini aniden ortaya koyamıyor ama 28 Şubat’a cevap olarak AK Parti’yi iktidara getirdi ve on beş yıldan beri de iktidarda tutuyor.
Erbakan Kararları İmzalamayı İhanet Olarak Gördü
Rahmetli Erbakan’ın 28 Şubat kararlarını imzalayıp imzalamadığı üzerinden bir tartışma devam etti bugüne kadar. O günlerde Erbakan Hoca’nın o maddelere yönelik itirazlarını aranızda konuşuyor muydunuz? Maddelerle ilgili biraz işin arka planını dinleyebilir miyiz?
Erbakan bunu bir iman meselesi olarak kabul ediyordu. Yani buna imza atmak imandan çıkmak gibidir. Millete, Anayasa’ya ve hukuka ihanet etmektir gibi değerlendiriyordu bunu. Onun için bunları mümkün olduğu kadar oyalayıp siyasi partilerden, sivil toplum örgütlerinden, anayasal kurumlardan destek alıp cuntacılara yaptıklarının yanlış olduğunu göstermeye çalışıyordu. Değişik metotlar uyguladı. Hatta unutmuyorum bir grup toplantısına o zaman İstanbul Büyükşehir Belediye başkanı olan Tayyip Bey de katılmıştı. Kesinlikle kararların imzalanmaması gerektiğini uzun uzun Tayyip Bey de anlatmıştı. Hem milletvekilleri hem de bakanlar arasında bunlar çok tartışıldı. Neticede Erbakan Hoca kararları imzalayanın veya buna onay verenin imanının gideceğine inanıyordu. Ama onun yaşadığı zorlukları tabii öncelikle kendisi biliyor. Bir kısmına da biz şahit olduk. Her askeri görüşmede bütün Türkiye gerilirdi. Çok şükür Cumhurbaşkanı’mız Erdoğan’ın iradesi ve milletin sahip çıkmasıyla Türkiye bunları geride bıraktı.
Cuntacı Askerler: “Gerekirse Milyonlar Ölür”
O zamandan beri rahmetli Erbakan ile alakalı medyada çok tartışılan konulardan biri de “Erbakan Milletin önüne geçse ve 28 Şubat darbecilerine karşı direnseydi durum çok farklı olabilirdi. Türkiye’nin demokratikleşme tarihi daha farklı yazılabilirdi” bağlamında oldu. Siz o dönemi bizzat yaşayan ve Hoca’nın yakınında biri olarak bu eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunlar Erbakan Hoca’ya yapılan haksızlıklardır. Şimdi hatırlayın Cezayir’de İslami Selamet Cephesi iktidara geldi yüzde 85 oyla, ardından askerler darbe yaptı, yüz binin üzerinde insan öldü. 28 Şubat’ta da gazeteler bir generalin “Gerekirse bir milyon insan ölür” sözünü manşete taşıdı. Elinde silah var ve hukukun dışına çıkmış. Bu insanlara karşı hukukun içinde mücadele edeceksin. Rahmetli Hoca’nın yaptığı da buydu. Yani devletin gücünü ve meşruiyeti kullanmaya çalıştı. Çünkü anayasal kurumlar hukuk ve demokrasiyi korumak bir tarafa darbecilerden yana oldular. Rahmetli Hoca’nın özelde Türkiye, genelde de İslam dünyasına bıraktığı bence en büyük miras şudur: Her şeyinizi meşru yoldan yapacaksınız. Kaba güçle değil ikna metodunu kullanacaksınız ve fikirle rakiplerinizi yeneceksiniz. Bakın Türkiye’de El-Kaide gibi veya benzeri örgütlerin hiçbiri türememiştir. Çünkü rahmetli Erbakan Hoca’nın siyasi hareketi Türkiye’de manevi değerlere itibarı yüksek olanları hep meşru alanlara taşımıştır. Gayrimeşru faaliyette bulunanları da engellemiştir. Bence Hoca sabrederek, ıstırabı kendi çekerek bu milletin geleceğinin daha sağlam zeminde yürümesini sağlamıştır.
16 Ocak 1998’de Refah Partisi aleyhine Anayasa Mahkemesi kapatma kararını açıkladı. Türkiye’de inanılmaz bir gerilim vardı. Hani kibrit çaksan yanacak. Hoca çıktı dedi ki:
“Anayasa Mahkemesi partimizi kapatmıştır. Bu hukuka aykırıdır, insan haklarına aykırıdır, Anayasaya aykırıdır, bu yanlıştır, hatalıdır ve zulümdür.”
“Ancak Türkiye’nin her zamankinden daha fazla bugün huzura ihtiyacı vardır. Kimse yanlış yapmasın. Taşkınlık yapanlara prim vermesin, bu memleket, bu millet bizimdir. Evet, partimiz haksız ve hukuksuz yere kapatılmıştır. Ancak bu kapatma kararının tarih içerisinde zerre kadar önemi yoktur. Bu kapatma kararı bizim düşüncemizin ileride tek başına iktidarının yolunu açmıştır.”
Bu zor şartlar altında ileride bizim düşüncemiz tek başına iktidara gelecektir diyor. Bu ferasettir, vatan ve millet sevgisidir. Milleti yakmamak için kendi yanmış ve bugünlere gelen sürecin önünü açmıştır.
“Evet, Türkiye İran Olmayacak ama Suriye de Olmayacak”
28 Şubat sürecinde Muhsin Yazıcıoğlu’nun şöyle bir sözü vardı: “Evet Türkiye İran olmayacak ama Suriye de olmayacak.” Bu söz kamuoyunda çok tartışıldı. Ne demek istiyordu Muhsin Yazıcıoğlu?
Allah rahmet eylesin o dönem siyasetin içinde de toplumda da yiğitçe adam gibi duran bir insandı Muhsin Yazıcıoğlu. 28 Şubat başladığında “Namlusu millete dönmüş olan tanka, askere selam vermem” diye çok veciz bir söz etti. Tabii TSK’nın içerisinde, emniyet ve istihbaratta cuntacılara karşı faaliyette bulunan vatansever insanlar da vardı. Bunlar bazı bilgi ve belgeleri Hasan Celal Güzel ve Muhsin Yazıcıoğlu’na ulaştırıyorlardı. O dönem en çok konuşulan ve rahmetli Yazıcıoğlu’na intikal eden belgelerden bir tanesinde 28 Şubat cuntacılarının aslında dinden imandan uzak, Müslümanlığı Türkiye’den silmeye çalışan, imam hatipleri ve Kur’an kurslarını kapatacak, milletin başörtüsünü sokakta yasaklayacak olan Türkiye’de İslam’a karşı savaş açan bir grup olduğunu ve bunların Baas Sosyalist Partisi’ne benzediğini ve TSK içerisindeki bazı mezhepçi unsurları da istismar ettiğine dair bilgiler vardı. İşte Muhsin Yazıcıoğlu bundan hareketle “Türkiye bir İran olmayacak ama Suriye’deki gibi bir Baas rejimi de olmayacak” diyordu. Bu bilgiler cuntacılar tarafından gerçekleştirilen uygulamalarla da örtüşüyordu. Tabii iktidarı kuşatmışlardı. Rahmetli Hoca’ya askerle irtibat kursun diye verdikleri bir danışman tuğgeneral vardı. Meğerse bu isim BÇG’nin en önde gelenlerindenmiş. Yani her taraftan Başbakan’ı kuşatmışlardı.
28 Şubat’ın Manevi Tahribatını Hala Silemedik
O sürecin siyasi aktörlerinden biri olan Mesut Yılmaz “Siyasi hayatıma mal olsa da imam hatipleri kapatacağım ve bu kuralları uygulayacağım” demişti. Varsa sizin yaşadığınız bireysel bir hadiseden hareketle 28 Şubat’ın toplumda ne tür yaralar açtığını anlatabilir misiniz?
Mesut Yılmaz o dönem Özal’a ve Anavatan Partisi’ne yanlış yaptı. Cuntacıların yasama ile ilgili bölümde de en fazla istismar ettikleri onlara teşne olan Mesut Yılmaz’dı. Onların sunduğu başbakanlığı kabul edebilmek için 28 Şubat kararlarını siyasi hayatına mal olsa da yapacağını söyledi. Gerçekten de siyasi hayatına mal oldu. Başbakan oldu ama hatırlarsınız Türkiye’den Bakü’ye giderken Mehmet Ali Birand’a verdiği bir açıklamada askerleri ima ederek çok sıkıştırıldığını söyledi. Bakü’den döndükten sonra Çevik Bir bu sözünün hesabını sordu. Yılmaz gitti özür diledi. Düşünebiliyor musunuz bir Başbakan Genelkurmay İkinci Başkanı’ndan özür diledi.
Bir gün başörtülü imam hatip öğrencilerini okullarından alıp arabalara doldurmuşlar ve Ankara’nın uzağına bırakmışlardı. Aynı şeyler İstanbul’da da yapılıyordu. Kur’an kurslarına eli silahlı jandarmalar baskına gidiyordu. Sanki PKK’ya baskına gider gibi. Ben Trabzon’un Arsin ilçesindenim. Bizim köyün bitişiğinde bir Kur’an kursu var. Hocası da tanıdığım bir insan. Her gün arıyordu beni Kur’an kursu kapatılacak diye. Ben de ona “Türkiye’de 5 bin Kur’an kursu var. 4999’u kapatılmadan seninki kapatılmaz. Rahat ol” dedim. Bu arada kaymakam ve valiyi arıyordum. Allah rahmet etsin vali İsmet Gürbüz Civelek adam gibi durdu. Demek ki adam gibi durulabiliyormuş. Kaymakama da şöyle söyledim: “Bu günler geçer. Yanlış yaparsan teneke gibi arkana bağlanır, gittiğin yerde öter.”
28 Şubat sürecinde okullarını bıraktığı için psikolojik rahatsızlıklar yaşayan birçok insan tanıyorum. Perişan oldular, mahvoldular. Aileleri dağılan, yuvaları yıkılan, aç susuz bırakılan yüzlerce, binlerce insan oldu. Manevi tahribatını hala tam olarak silemedik.
Mağdur edilen öğrencilerin yüzde 10’u yurt dışına gidebildi. Diğerleri perişan oldu. Zaten bunlar garip, fakir fukara çocuklar. Anne babası dişinden tırnağından biriktirerek okutmuş.
Öyle bir dönemdi ki hakimler evlerinde hangi müzik dinleniyor diye takip edildi ve dinledikleri ilahiden ötürü meslekten atıldılar. Kayıtları devletin arşivinde var. Türkiye bunları yaşadı. Ama çok şükür bunları aştı. Yaşananları ikide bir toplumun önüne çıkarıp huzursuzluğa yol açmak için anlatmıyorum. Üç tane sebep var: Birincisi bir daha hiç kimse durumdan vazife çıkarıp devleti ele geçirmeye kalkmasın. İkincisi bugünün kıymetini bilelim. Üçüncüsü, seçtiğimiz insanların arkasında sağlam durduğumuzda Türkiye’nin bırakın iç sorunlarını halletmesini, çevresinde ne kadar güçlü olduğunu, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarını yapabildiğini, Almanya ve AB’ye hesap sorabildiğini, BM’den Kudüs ile ilgili kararı ABD’ye rağmen çıkarabildiğimizi görelim.
Bu üç husus önemlidir. Türkiye yaşadıklarını acı bir tecrübe olarak not etti. Çoluk çocuğumuza hatırlatmakta fayda var. Ama ikide bir dikiz aynasına bakar gibi zihnimiz arkada olmamalı. Ön cam dikiz aynasının yirmi katı kadardır. Hem sağlıklı gitmek hem de ileriyi görmek için arkaya takılı kalmamak lazım.
Mahkeme Başlamadan Kararlar Verilmişti
Refah Partisi’nin kapatılması sürecinde siz avukatlardan biriydiniz. Yargılama ve savunma süreçleri nasıl oldu?
28 Şubat ile ilgili iddianame BÇG tarafından Genelkurmayda hazırlanıp savcılığa iletildi. Vural Savaş orada hazırlananı gönderdi. AK Parti’nin kapatılması davasındaki Abdurrahman Bey’in hazırladığı iddianame de Kara Kuvvetleri Komutanlığında hazırlandı. Değişen bir şey yoktu yani.
Anayasa Mahkemesine iddianame verildi ve mahkeme baskı altına alındı. Dava açıldı. Özel temaslarımız oldu. Rahmetli Hoca mahkeme üyelerinden birine gönderdi beni. Anayasa’ya aykırı olduğunu ve iddianamenin doğru olmadığını anlatmaya çalışıyordum. O üye bana dedi ki: “Sayın Malkoç nefesini tüketme. Biz sizi kapatacağız.”
“Nasıl kapatacaksınız” dedim. “Anayasa’ya aykırı. Siyasi partiler kanununa aykırı, ayrıca iddianameye karşı savunmamızı vermedik daha.” Şöyle dedi: “Savunmanızı verseniz de kapatacağız, vermeseniz de.” “İki kişi muhalif kalır. Onlar da şöyle şöyle yazar” dedi. Hakikaten de dediği gibi oldu. Bunlar daha mahkeme safahatı başlamadan olan şeyler. İddianame mahkemeye yeni verilmiş. Biz daha delillerimizi toplamamışız, savunmamızı yapmamışız. Refah Partisi’nin kapatılması kararını çoktan vermişler.
Ardından yüksek mahkeme üyeleri Genelkurmay başkanlığına brifinge çağrıldı. Niye gittikleri sorulduğunda, korktuklarını söylediler. Anayasa Mahkemesi üyeleri korktuğu için Refah Partisi’ni kapatma kararı verdi. Rahmetli Hoca’nın yargılandığı “Kayıp Trilyon Davası’nın hakimine Yargıtay üyeliği vadettiler. O davanın mahkeme başkanı Hoca ve arkadaşlarına haksız yere ceza verdi ve Yargıtay’a seçildi.
FETÖ’cüler Namaz Kılan Askerleri İhbar Etti
28 Şubat sürecinde Refahyol hükümetine karşı olan sivil aktörlerden biri de Fetullah Gülen’di. O zaman medyaya verdiği demeçlerde “Beceremediniz, artık bırakın” şeklinde ifadeler kullanmıştı. Bu da manşetlere yansımıştı. Devamında da “Başörtüsü teferruattır” diyerek başörtüsü üzerinden oluşan toplumsal direnişin parçalanmasına yol açtı. 15 Temmuz’a kadar ordu içindeki FETÖ yapılanmasından bahsediliyordu ama bu şekilde bir cunta beklenmiyordu. Geçmişe dönük olarak süreci okuduğumuzda 28 Şubat’ta FETÖ’cü askerlerin nasıl bir etkisi oldu ve örgüt üyeleri kendilerini nasıl gizlediler?
TSK’dan iki bine yakın kişi namaz kılıyor, oruç tutuyor ve eşi başörtülü diye ihraç edildi. Bu ihraç edilenler kendilerini ihbar edenlerin FETÖ’cüler olduğunu söylüyorlardı. FETÖ’cülerin eşlerinin başı açıktı, içki içmekte beis görmezlerdi, gizlenmek için oruç bile tutmazlardı. Yine gizlenmek için kendilerinden olmayan dindar insanları ihbar ettiler. Bunu Emniyet’te de Adliye’de de yaptılar. O zaman biliyorduk bunları. Anlatılıyordu bunlar. Ama TSK’da bu kadar güçlü olabileceklerini hiç kimse tahmin etmiyordu. Kendilerini gizlemek için namaz kılan, oruç tutan, eşleri başörtülü olanları ihbar ediyorlardı. Onlarla ilgili bilgi ve belge hazırlıyorlardı. Bunları ilgili makamlara veriyorlardı. İhbar edince de kendini önemli ölçüde gizlemiş oluyorlardı. FETÖ’nün bahsettiğiniz diğer tavrı açıktı. Bunları yapan insanların lideri bir yandan da “Cebrail gelse, parti kursa oyumu vermem” diyordu.
Erbakan Hoca Gülen’in Siyonistlere Asker Yetiştirdiğini Söylerdi
Sizin Erbakan Hoca ile Gülen’in açıklamaları ve ona bağlı olanların yaptıklarıyla alakalı bir müzakereniz oldu mu? Hoca’nın bunlara karşı tavrı ile alakalı hatırladığınız bir şey var mı yani bu manşeti görünce ne dedi Erbakan Hoca?
Tabii bu basına yansıyan açıklamalarından sonra kapalı ortamda rahmetli Hoca çok sitemde bulundu FETÖ’ye, ağır sözler de söyledi. Hoca nazik ve kibar bir insandı. Siyasi rakiplerinin dışında hiç kimseye de bir şey söylemezdi. Yanlışı olanlara nasihat ederdi. Ama ben şunu biliyorum baştan beri Gülen ve örgüt üyelerinin tavırlarından hiç hoşlanmazdı ve bunların yabancı bağlantıları olduğunu her seferinde söylerdi. Mesela 1990’ların sonunda ziyaretine gidenlerle “Çoluk çocuk nasıl? Hangi okula gidiyor? Kaçıncı sınıfa gidiyor?” kabilinden konuşurken çocuğu FETÖ’nün okulunda olanlara “Onu oradan al” derdi. 90’lardan bahsediyorum. “Efendim üniversiteye hazırlıyorlar, eğitimleri falan iyi” dendiğinde tekrar “Onu oradan al. Onlar siyonistlere asker yetiştiriyor” derdi.
Rahmetli Hoca’nın Türkiye’deki her kesimle görüşmüşlüğü, fotoğrafı vardır. FETÖ ile bir karesi bile yoktur. Ben hatırlamıyorum. Gülen’i Türkiye’ye zararlı bir insan olarak görürdü. Yerli bir unsur olarak görmezdi. Bu anlamda da sürekli nasihat ederdi. Gülen’in gazetelere manşet olan o ifadesi için “Müslüman olan bunu yapamaz” derdi. Fakat prensibi gereği rakip olarak gördüğü siyasilerin dışında kimseye açıktan bir şey demezdi.
AK Parti 28 Şubat Mağduriyetlerini Gidermek için Olağanüstü Çaba Gösterdi
28 Şubat’ın ardından bir toplumsal travma ve ekonomik kriz oldu. Ardından Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde AK Parti hükümetleri dönemi başladı. 28 Şubat uygulamalarına karşı AK Parti iktidarları döneminde neler yapıldı ve bunlar sonra neler yapılacak?
AK Parti 28 Şubat’ta oluşan mağduriyetleri hukuki, sosyal ve fiili açıdan gidermek için olağanüstü çaba gösterdi. Yasal düzenlemeler ve fiili durumlar dahil. Fakat bir miktar hala mağduriyetleri devam edenler var. Onların bir kısmının görüşmeleri sürüyor. Mağdurların hukukun genel prensipleri çerçevesinde mağduriyetlerinin giderilmesi gerekiyor. Buna Sayın Cumhurbaşkanı’mız ihtimam gösteriyor ama maalesef bazı bürokratlar ve bazı siyasetçi arkadaşlar gereken özeni göstermiyorlar. O dönemi yaşamayan ve bilmeyenler var AK Parti’nin içerisinde. Onun için bazı isimler 28 Şubat mağdurlarına normal bir süreçte olduğu gibi muamele yapıyorlar. 28 Şubat darbe şartları dikkate alındığında daha hassas olunması gerekir diye düşünüyorum.
O dönemde yine FETÖ’cü hakim ve savcıların gayretleriyle haksız yere ceza alanlar var. Bunların mağduriyetlerinin giderilme çabaları var, bunlara destek olunması gerekiyor. Yani kamu görevindeki hizmetlerden mağdur olan ve hakkı ellerinden alınanlara sosyal haklarla ilgili destek olunması gerekiyor. Haksız yere ceza almış olanların da yeniden yargılanmaları gerekiyor. Ama genel sosyal bazda 28 Şubat’ın hedefinde ne vardı; Kur’an kursları ve imam hatipler. Sayın Cumhurbaşkanı’mız gayretleriyle halloldu. İkincisi de başörtüsü meselesi. Sokakta başörtüsüne müsaade edilmiyordu. Efendim “kamu hizmeti alan mı, veren mi?” tartışması vardı. Şimdi çok şükür böyle bir sorun da yok, halledildi. Başörtüsü takan da takmayan da bundan memnun. Veya dindar kesimlerin iş yapmalarının önünde engeller vardı, bunların hepsi kalktı. Toplumda bu anlamda adalet temin edildi. Ama bireysel anlamda yapılan haksızlıkların mutlaka giderilmesi gerekiyor. O konuda herkese iş düşüyor.
28 Şubatçıların geçen süre içerinde bir ders alıp almadıklarını soracağım ama önce bir alıntı yapayım. Geçtiğimiz günlerde Kemal Alemdaroğlu -o dönemin İstanbul Üniversitesi Rektörü- 28 Şubat sürecinde yaptıklarının tamamının arkasında olduğunu söyledi. Yani 28 Şubatçılar hala nasıl böyle düşünebiliyorlar? Yeniden siyasal iktidar değişimi olsa Türkiye aynı tabloyla mı karşılaşır?
Birkaç sebebi var: Bunlardan bir tanesi Türkiye’de İslam düşmanlığı üzerine kurulu bu damar hala canlı ve faaliyetlerini sürdürüyor. İkincisi ideolojik tavırdır. Kemal Alemdaroğlu ve yargılananların bir kısmı ona girer. Onlar dinin ve dindarların toplumsal hayatta olmaması gerektiğine inanıyorlar. Din ile bu toplumun bağının kopması gerektiğini düşünüyorlar. Anayasa Mahkemesi kararları vardı biliyorsunuz Kemalizm’i bir din gibi anlatırdı. Kemal Alemdaroğlu ve benzerleri bu hukuki metinlere inanırlar. Onlarda bir iman, itikat, inanç haline dönmüş. Dolayısıyla kendi itikadını, inancını yerine getirdiğini düşündüğü için pişmanlık duymuyor. 28 Şubat içinde fonksiyonu olan, görev üstlenenler, bu işi sürükleyenler ve bunu bir inanç, bir itikat haline getirmiş olanlar pişman değil. Mahkemelerde de bunların savunmalarında görüyoruz ama “Bizim yaptığımız yanlıştı” diyenlerin sayısı da az değil. Şunu unutmamak gerekir, Türkiye’de hala İslam karşıtlığını sürdürenler ve Kemalizm’i bir ideoloji haline getirip “Ben böyle inanıyorum” deyip Müslümanlığa zarar vermek isteyenler var. Bunlar her toplumda olduğu gibi bizde de var. Ama Türkiye toplumunda bunların oranı azımsanacak düzeyde değil. Bunların makul olanlarıyla oturup konuşmak gerekir.
Devlet Ele Geçirmek için Değil Millet için Var
Devam eden 28 Şubat davası var. Muhtemelen önümüzdeki Şubat ayı içerisinde mahkeme kararını verecek. Siz bu yargılama sürecinin hem Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından hem de hukuki olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Nasıl bir sonuç çıkar ve nasıl bir cezaya layık görülürler?
Şikayet dilekçesini yazan biri olarak ben burada tarafım. Yargılama devam ediyor. O sebepten çok şey söylemek istemiyorum ama savcının mütalaasına iştirak ettiğimi ifade ettim. Bir hukukçu olarak devam eden yargılamada bunu söylemek hakkımdır. Çünkü müdahil sıfatıyla davaya katılan olduğum için bunu orada söyledim.
Bu davadan çıkan birkaç tane sonuç var: Birincisi eline silah gücü geçtiğini düşünerek hiçbir zaman hak, hukuk ve adaletten ayrılmamak gerek.
İkincisi “Efendim ben falan gruptanım, falan şeydenim” diyerek devletin anayasal işleyişinin dışında devleti ele geçirmeye kalkmamak gerekiyor. Bu devlet ele geçirmek için değil millete hizmet etmek için vardır. Devlet ele geçirilmez, yönetilir. Yönetmek mi istiyorsun, kur partini, al milletten oyu, gel, yönet. Ama onun dışında “Ben silahlı kuvvetlerde, yargıda, emniyette, maliyede örgütlendim” diyerek bunu kesinlikle kimsenin yapmaması gerekir.
Üçüncüsü de özellikle TSK cuntacılardan çok çekti. Darbelerin birinci mağduru TSK, ikinci mağduru yargıdır. Dolayısıyla TSK’daki yeni yapılanmada yani Kara, Deniz ve Hava Kuvvetlerinin Milli Savunma Bakanlığına bağlanıp, Harp Okullarının Milli Savunma Üniversiteleri haline dönüşmesi veyahut Sahil Güvenlik ve Jandarmanın İçişleri Bakanlığına bağlanması önemli bir olaydır. Türkiye’nin iki yüz yıllık siyasi hukuku, askeri tarihinin en önemli olayıdır. Sultan III. Selim bunu yapmaya kalktı, alaşağı ettiler onu. Çok şükür bunu yapanlar iktidarını devam ettiriyor. İşte bu bir fırsattır. Polis, asker ve jandarmamıza demokrasi, insan hakları ve seçimin ne olduğunu Milli Savunma Üniversitesi’nde okutmamız lazım. Bunu okutursak Türkiye’de darbe olma ihtimalinin zayıflayacağını söyleyebiliriz. Yoksa elinde silah bulunduranlar hangi iktidar olursa olsun onu beğenmeyip başka türlü davranabilirler. Çünkü yurt dışında onlara akıl verenler çok.
Bir diğer sonuç da hiç kimse milletin sesine kulaklarını tıkayamaz. Bu millet asaletli, faziletli ve irfanı yüksek bir millettir. Yanlış yapanları sonunda kendi rızasına getirmeyi bilir.