Kriter > Siyaset |

Batı, Türkiye’nin Seçimiyle Neden Bu Kadar İlgili?


Batı kamuoyundaki ana akım dil, söylem ve yaklaşım tonundaki belirgin farklılaşmanın 2010 sonrası döneme denk düştüğü görülüyor. Burada, temelde siyasi saiklerin rol oynadığı ve Batı ile Türkiye arasındaki çıkar çatışmalarının merkezde olduğu bir silsileyi anlamlandırmak ve bir kimlik ve zihniyet sorunu etrafında tartışmak gerekiyor.

Batı Türkiye nin Seçimiyle Neden Bu Kadar İlgili

Türkiye Mayıs 2023’te gerçekleşecek seçimine hazırlanırken, son on yıldır uluslararası düzlemde karşılaşılan manzara kendisini bize yeniden hatırlattı. Batı dünyasının siyasi elitleri, ana akım medya organları eliyle, seçime doğrudan taraf olma ve nüfuz etme konusunda yine heveskâr. Öyle ki sadece geçtiğimiz hafta, dünya çapında etkin İngiliz dergisi The Economist’in, kapağını ve ana dosya konusunu bütünüyle Türkiye’deki seçime ayırarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı doğrudan hedef alan son sayısını, Amerikan Bloomberg ve Alman Der Spiegel’deki editöryal başyazılar izledi. Bunların öncüllerini ise bir önceki hafta ABD’nin ünlü Washington Post ve Wall Street Journal ile İngiltere’nin Financial Times gazetelerinde yayımlanan analiz ve makaleler oluşturuyordu. Almanya’nın haftalık etkili haber dergisi Stern de haftanın bitiminde buna eklenen son halka oldu. Seçime gidilen süreçte öncül işaretlerin alındığı bu zemin, bu yolun bundan sonraki rotasına dair de bize epey somut işaret sunuyor.

Giriş cümlesinde bahsettiğimiz gibi bu durum yeni ve aşina olmadığımız bir tavır değil. Bu durumun zihniyet ve siyasi okumasına girişmeden evvel, hikâyenin kısa ve öz tarihçesine göz atmakta fayda var.

 

Kırılma Anı: 2010 Sonrası

Batı kamuoyundaki ana akım dil, söylem ve yaklaşım tonundaki belirgin farklılaşmanın, 2010 sonrası döneme denk düştüğü rahatça görülüyor. Burada temelde siyasi saiklerin rol oynadığı ve Batı ile Türkiye arasındaki çıkar çatışmalarının merkezde olduğu bir silsileyi anlamlandırmak ne kadar önemli ise bu tarihlerden çok daha önce Türkiye’nin henüz AK Parti iktidarıyla ilk tanıştığı yıllarda yüksek bir motivasyonla giriştiği AB üyelik süreci bağlamında Avrupa’daki ana akım bazı tartışma ve analizler, siyasi saik ve çıkar çatışmalarının yanı sıra meselenin başka boyutlarının varlığına da işaret ediyor. Bu ise bir kimlik ve zihniyet sorunu etrafında tartışılacak bir durum. Önce 2010 sonrası silsileye bakalım.

Türkiye siyasi hayatının çok yakın geçmişi, bölgesinde 2010 sonlarında başlayan Arap Ayaklanmalarının etkilerini doğrudan ve derinden hissettiği bir zeminde, içeride 2012’den itibaren sistematik biçimde gelişen olaylar silsilesine karşı meşruiyet mücadelesi vermekle geçti. Söz konusu mücadelenin ana aktörü ve öznesi ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’dı. Paralel biçimde hem sağ-muhafazakâr hem sol-liberal Batılı yayınların ortaklaştığı nokta olarak Türkiye’ye dair negatif kodlama ve inşanın ana omurgası da Erdoğan üzerine bina edildi. Bu inşadaki kavramsal kodlama ise “diktatör”, “otoriter”, “çılgın/çıldırmış” gibi bir kavram setine yaslanıyordu. Tam da Foucault’un söylem-iktidar ilişkisine, Gramsci ve Frankfurt Okulu teorisyenlerine atfedilen dil ile söylem analizi arasındaki ilişkinin temelde bir iktidar mücadelesinin ana unsuru olarak işlevsel olduğunu söyleyen eleştirel söylem analizi tartışmalarını teyit edercesine. Yani bu kavramsal dünya, Batı’nın kurduğu hegemonik dilin bize izdüşümü. Freire’nin yıllar önce uyardığı gibi, insan zihninin manipülasyonu, gerçekten de bir çeşit fetih aracı.

Bu anlamda; The Economist’in 8 Haziran 2013 sayısında, tamamlayıcı bir görsel ile Erdoğan’ı “Sultan” olarak nitelemesi, esasen Batı dünyasının zihinsel kodlarına dair bize bir şeyler söylerken, bir taraftan da Batı dünyasındaki siyasi projeksiyonun bundan sonraki baskın işaretlerini sunuyordu. Yine aynı dergi, 15 Nisan 2017’deki kapak ve ana dosyasını, “Türkiye’nin diktatörlüğe kayışı” olarak oluştururken de Batı kamuoyunun dikkatini bu kavramsal dünyanın içine çekiyordu. Özetle The Economist, Türkiye’de son on yılda gerçekleşmiş iki (2015 ve 2018) ve önümüzde gerçekleşecek bir (2023) genel seçim olmak üzere her üç seçim öncesinde de kendi kavramsal ve entelektüel pozisyonunu sürdürmekte. Benzer şekilde İngilizlerin ünlü Financial Times gazetesinin analizlerinde de paralel bir zihin haritası ve benzer bir ekonomi politik ajandaya rastlamak mümkün. Farklı tarihsel periyotlarda (2014’te, 2016’da, 2018’de ve en son Covid-19 günleri ve sonrası süreçte) Türkiye’nin ekonomik bir darboğaza girdiği savını farklı argümanlar üzerinden dillendirerek, bunu ülkedeki siyasi iklim ve yönetim tarzı ile ilişkilendiren bir fotoğraf sunuyor. Tuhaf olan, ilgili zaman dilimlerinde ulusal, bölgesel, küresel birçok etken değişkenlik göstermiş, zamanın ilerleme hızı artmış ve dünya yepyeni bir kırılmanın eşiğine gelen işaretler sunmuştu. En tuhaf ve izaha muhtaç somut analizi mümkün kılacak bir örnek olarak örneğin ülkenin parlamenter sistem ile yönetildiği dönemlerde bu analizlere konu olarak bambaşka argümanlar ileri sürülürken, 2018 seçimiyle beraber başkanlık sistemine geçişin ardından sorunların toplandığı ana kaynak, ülkedeki başkanlık sistemi oluyordu. İçerideki muhalefet partileri ve onlara fikri kılavuzluk eden yahut medya organlarında bunun söylemsel mücadelesini veren elit tabaka da bu argümanı, noktasına virgülüne dokunmadan satın almaya çoktan hazırdı. Doğrusu ise bu analizlerde ne bilimsel ne istatistiki ne de rasyonel bir çaba, kaygı ve temel mevcuttu.

Benzer şekilde, Amerikan ana akım medyasının iki temel mecrası The New York Times ve The Washington Post’ta Türkiye ile ilgili çıkan başyazıların sıklığına ilişkin akademik çalışmalar bize, 2013’ten itibaren bu yayınlarda sistematik bir artışın olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte bu tarihlerden önceki yayın ve başyazılar incelendiğinde de Türkiye’nin seçimlerinin ve seçmen tercihlerinin sorgulandığına yine şahit oluyoruz. Örneğin 23 Kasım 2009’da Washington Post’taki başyazı, Erdoğan ve partisinin güçlenmesine dair Washington’daki “endişeli dili” tarif ediyordu. 14 Ocak 2011’de New York Times’taki başyazıda ise, AK Parti’nin bir önceki yerel seçimlerde yüzde 42 oy almasının Türkiye için bir tehlike olduğu yazılıyordu. Öne çıkan anahtar ifade ise “otoriterlik” idi. 10 Mart 2011’de Washington Post’taki başyazıda ise Türkiye’nin otoriterliğe kaydığı analizi ışığında, özgür medya ve özgür bir sivil toplum konusunda problemli olduğu ifade ediliyordu. Oysa bu yazılardan hemen birkaç ay sonraki 12 Haziran 2011 genel seçimlerinde AK Parti yüzde 49,8 oy alacaktı. Yine 21 Eylül 2011’de New York Times’daki başyazıda, Washington açısından bir başka “problemli” bağlam olarak Türkiye ve Erdoğan’ın, Arap Ayaklanmalarıyla büyük devinimler geçiren bölge ülkelerine modellik ve liderlik rolüne soyunma ihtimalinden bahsediliyordu. 25 Mart 2012’de New York Times’daki başyazı ise Türkiye’deki demokrasinin halen daha çok sıkıntılı bir demokrasi olduğunu yazıyordu. Üstelik bu “demokrasi” ve “özgürlük” kaygıları, ironik şekilde, o tarih itibariyle cumhuriyet tarihi boyunca yapılmamış demokratikleşme reformlarını bu on yıllık dönemde gerçekleştirmiş bir Türkiye’ye ve o reformları gerçekleştirmiş iktidarın lideri olan Erdoğan’a ilişkin dile getiriliyordu.

Yine, 17-25 Aralık’ın ardından gerçekleşen ilk seçim olan 30 Mart 2014 yerel seçimlerinden hemen sonra 1 Nisan 2014’te New York Times, başyazısında, seçim süreci ve sonuçlarını “oldukça tehlikeli” olarak ilan ederken, bunu Erdoğan’ın demokratik ilkelerden ne kadar uzaklaştığını gösteren bir durum olarak analiz etmeye çabalıyordu. 20 Haziran 2013’te New York Times’ta “Çıkmazdaki Türkiye” başlığıyla yayımlanan başyazıda, Gezi olaylarının hemen akabindeki siyasi iklimi analiz ederken, Erdoğan’ın laik bir devlette muhafazakâr görüşleri dayatmada çok ileri gittiği analizi yer alıyordu. Bu noktadan sonra ise 15 Temmuz’a kadar olan süreçte, temelde PKK, Kobani, Suriye’nin kuzeyi ve YPG-PYD meselesi ve FETÖ’nün siyasi operasyonlarının etrafında şekillenen bir söylem ve yaklaşım diline rastlamaktayız. New York Times, örneğin, 6-8 Ekim Kobani (Ayn el Arab) olaylarının hemen sonrasında 10 Ekim 2014’te okuyucularının karşısına “Türkiye’nin IŞİD’le Mücadeleyi Reddetmesi Kürtlere Zarar Veriyor” başlığıyla çıktı. Burada, sonrasında FETÖ’nün temel argümanlarının uluslararası dolaşıma sokulduğu ilk zemin de inşa edilmiş oluyordu. Yine Washington Post’ta 21 Aralık 2014’teki başyazı, Zaman Gazetesine yönelik operasyonları eleştirirken “basın özgürlüğü” söylemi üzerinden, Türkiye’de Erdoğan tarafından otoriter baskıcı bir rejimin işletildiğini yazıyordu.

15 Temmuz’a ilişkin Batılı medyadaki bakış, yaklaşım ve söylem tonu ise ayrı bir akademik külliyata konu olacak cinsten.

CIA eski yöneticilerinden Graham Fuller’in 22 Temmuz 2016’da Huffington Post için kaleme aldığı Gülen’i savunan yazısıyla fitilini ateşlediği bir toplu kampanyaya, Batının sağ ya da sol eğilimleri fark etmeksizin topyekûn şekilde dahil oldu. Batıda sağdan ya da soldan önemli kamusal figürler ve medya organları, darbe girişiminde bulunanlara dönük yaptırımları Hitler ve Stalin dönemi uygulamaları üzerinden okumaya girişerek, Erdoğan’ın Türkiye’de nasıl bir diktatörlük kurduğunu yazmaya koyuldular. Batılı aydın, politika yapıcıları ve medya elitlerinin 15 Temmuz’u Türkiye’deki demokrasiye açık bir kasıt ve buna karşı duruşu demokrasi adına muazzam direniş olarak değil de Türkiye’de otoriterliğe kayışın miladı olarak okuma tercihinin siyasi ve ideolojik bir tercih olduğuna kuşku yok. Fakat sorun, bu siyasi ajandanın hem Batı kamuoyunu hem de Batı dışı dünyayı ve Türkiyeli okuyucunun bir kısmını bu yönde bir anlam kaymasına uğratmasıydı. Peki bu, nasıl işledi?

The Economist kapağı

Batıyı Birleştiren Türkiye Seçimleri

Görülen net manzara, Batı sağının önemli yayın organları ve isimleri ile Batı solunun önemli mecralarının, 15 Temmuz bahsinde ortaklaşa bir siyasi ajandanın bayraktarlığını üstlenmeleri idi. Örneğin FOX News’te darbe girişiminin başarısızlığının anlaşılmasından hemen sonra yayımlanan analiz, “Türkiye’nin son umudu da ölüyor” başlığıyla çıktı. İçerisindeki siyasi tonun yanı sıra kültürel, dini, medeniyetsel atıf ve vurgular içeren yazı, Batı’nın bir bloku açısından 15 Temmuz’u sadece günün dinamikleriyle değil hem uzun geçmişin mirası hem de geleceğe dair bir ufuk çizgisi üzerinden kodlayan tarihsel referanslarla doluydu. Yine o dönemde Daniel Pipes ve Michael Rubin gibi isimlerin zihin haritalarının dışa vurumu da benzer bir hatta işaret ediyordu. Rubin, örneğin, Türkiye saati ile darbenin başarısızlığının anlaşıldığı saatlerde, ABD merkezli Foreign Affairs için alelacele kaleme aldığı yazısında, Erdoğan’ın darbeden sağ çıkmış olmasına hayıflanıyordu.

Batı solunun önemli gazetelerinden The Guardian’ın 16 Temmuz 2016’daki analiz yazısında ise Gülen’in, Türkiye’deki darbe girişiminden iktidarın sorumlu olduğu cümlesi, ilk ağızdan aktarılıyordu. İngiliz Daily Mail gazetesi, bu paralelde 16 Temmuz 2016’daki başyazısında, o ana dek ne Türkiye içinde ne dış kamuoyunda buna benzer hiçbir izlenim ve temellendirme yokken, Erdoğan’ın otoriterleşmeye giderek gücünü daha da tahkim etmek için bu olayları planladığını kaleme aldı. Sonrasındaki on gün içinde ise bu söylem, sistematik şekilde ABD ve İngiliz sol çevrelerinde dolaşıma giriyor ve adeta hegemonik bir dile dönüşüyordu. Bu dil ise Hitler, Stalin, McCarthy, Franco ve Mussolini örgüsü üzerinden kodlanıyordu. Almanya’nın en önemli yayın kuruluşlarından Der Spiegel’in, 23 Temmuz 2016’da çıktığı manşet ise şu olacaktı: “Bir Zamanlar Demokrasiydi: Diktatör Erdoğan ve Aciz Batı”. Batı’nın yine sol kesimde muteber bir diğer mecrası New York Times’ta, Ağustos 2016’daki olağanüstü hâl ilanından hemen sonraki süreci betimleyen editoryal analizde ise darbe girişimi sonrası ülkedeki süreç, bir “karşı darbe” olarak etiketleniyordu. Ve ardından bu etiketleme üzerinden gerek Türkiye’deki muhalif sivil-siyasi bazı aktörlerin içeride gerekse siyasi ajandalarla hareket eden dış aktörlerin uluslararası arenada dolaşıma soktuğu bir söylemsel iktidar alanı inşa edildi.

Bu kavramsal-söylemsel inşanın artçı ve yan etkileri ise son altı yıldır her siyasi süreçte, Türkiye siyasetini enfekte eden zehirli bir iklim meydana getirdi. Türkiye’deki siyasi ve toplumsal yapı da 2017’deki anayasa değişikliği referandumundan 24 Haziran 2018 genel seçimleri sürecine, her kritik eşikte bu zehirli iklimin negatif sonuçlarıyla baş etmekle meşgul oldu. Öyle ki gerek 2018 genel seçim gerekse 2019 yerel seçim sürecine Batı medyasının dahil olma biçimi, Türkiye içi siyasal-toplumsal dengeleri kışkırtarak, Erdoğan’a karşı negatif kodlama ve düşmanlaştırma stratejisinin temsil ve tanımlamalarıyla doluydu. Alman, İngiliz ve Amerikan medyasından yansıyan fotoğraflar ve yapılan tanımlamaların özeti bize şunu anlatmaktaydı: AK Parti ve Erdoğan sütunu “tek başına, otoriter, güvenlikçi” gibi kavramlar üzerinden bir temsil ve tanımlama zeminine otururken, Erdoğan’ın 2018’deki rakipleri Muharrem İnce, Selahattin Demirtaş ve Meral Akşener için hazırlanan sütunlar sırasıyla; İnce için “sempatik, tarafsız, halk desteğini arkasına almış, demokrat, çağdaş, coşkulu”; Demirtaş için “mağdur, masum, entelektüel, zeki, popüler, özgürlük direnişçisi, coşkulu”; Akşener için “halkla iç içe, samimi, aksiyoner, sempatik ve coşkulu” gibi tanım ve temsillerle şekilleniyordu. 2019 yerel seçimlerinde ise benzer bir zeminden yürütülen Erdoğan temsilinin karşısına bu kez İmamoğlu, “çağdaş, özgürlükçü, sempatik, demokrat, Batılı ve modern” sembolizmiyle çıkarılıyordu. Öyle ki, CHP’nin İstanbul seçimlerini kazanması, ilgili Batılı mecralarda, CHP mitinglerinden seçilmiş modern görünümlü, güzel, sarışın kadın görseli kullanılarak haberleştiriliyordu. Bunun siyasi-ideolojik alt metni, bir profil olarak “genç, sarışın, güzel kadın” profilinin, Ekrem İmamoğlu’nun ve CHP’nin, Osmanlı’nın mirasçısı bir İslam ülkesi olan Türkiye’ye modernliği ve özgürlüğü getirmesini sembolize etmesi idi.

Meseleye dair siyasi temel ve saiklerin belirleyici rol oynadığı bu genel durumun, tam da bir önceki cümlede işaretlerini bulduğumuz zihniyet kodlarındaki iz düşümünü biraz daha tartışmakta yarar var. Zira Batılı elitlerin zihin haritasının şekillenmesinde güncel politik angajman ve siyasi saiklerden daha önemsiz bir etmen değil bu.

 

Oryantalist Kodlar ve Politik Müktesebat

The Economist, 16 Temmuz sabahı yayınladığı analiz yazısına, “Sultan Hayatta Kaldı” manşetini uygun gördü. Yine The Guardian, Daily Mail ve Der Spiegel’in 15 Temmuz gecesinin haberlerini servis etme dilinde, demokrasi tartışmasının İslami ve Doğulu ögeler üzerinden yapıldığına şahit olduk. Glenn Reynolds, USA Today’de örneğin, 15 Temmuz da dahil Türkiye’deki son dönemdeki gelişmelerin, Erdoğan’ın laik Türk devletinin son kalıntılarını da ortadan kaldırıp Türkiye’yi bir İslam devletine dönüştürme amacıyla ilgili olduğunu söylüyordu. Erdoğan tarifini ise kendisine “Sultan” rolü verilmiş bir Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden kurmaya çalışmak üzerinden biçimlendiriyordu. Bunun gibi Türkiye’ye dair özellikle 2013 sonrası Batı mecralarındaki yayınların içerik ve akışlarının siyasi-ideolojik okumasını yaptığımızda, Osmanlı’dan günümüze miras kalmış kültürel ve dini eserlerle, İslam’ı sembolize eden görseller (cami, hilal, kubbe gibi), karikatürler ve tanımlamalarla dolu bir çerçeve görürüz.

Erdoğan’ın “Sultan” ve “Halife” imgeleri üzerinden Doğululuk ve Müslümanlık ile özdeşleştirilmesi de bu anlamda, salt siyasi bir otoriterlik-özgürlük tartışmasını yürütmek için değil, bunun da ötesinde meselenin Doğu ve İslam despotizminden kaynaklanan yapısal ve ontolojik bir mesele olduğunu belirtmek içindir. Hatta bu, öyle ileri bir noktaya taşınmaktadır ki, İslam düşüncesi içinde ciddi fikri, teolojik, mezhebi yarılmaların öznesi olan bambaşka ekollere, Erdoğan’ı yerleştirme çabasına şahit oluruz. Mesela bazı önemli muhafazakâr-sağ mecralarda aynı anda DAEŞ ve İran Ayetullahları ile özdeşleştirilen bir Erdoğan profili ile karşılaşıyoruz. Yine solun önemli mecralarında Robert Fisk, Alexander Cockburn ve Thomas Friedman gibi önde gelen isimlerin Erdoğan’ı ve siyasetini, İslam ve Osmanlı sembolizmleri üzerinden tarif ettiklerine tanık oluyoruz.

Yani bugün Batı’daki sağ ve solu aynı yargıda birleştiren Doğu’ya dair inancın yansımalarını, Türkiye ve Erdoğan üzerinden son on yıldır sistematik ve hararetli şekilde görmekteyiz. Doğu’yu demokrasi dışı, özgürlük karşıtı, kendi başına ilerlemesini gerçekleştiremeyen; bunun için Batı’nın sunduğu siyasi-iktisadi-kültürel-askeri reçetelerin kılavuzluğuna muhtaç bir “kategorik nesne” olarak okuyan bir zihin haritası, Batı elitleri açısından kurtulması zor ağır bir test. Haliyle Doğu’nun kendi-merkezli üretimi olabilecek bütün siyasi-iktisadi-askeri-kültürel pratik ve projeksiyonlar, bu zihin yapısına göre, olsa olsa Doğulu katılığının içinden türemiş ve onun despotizminin semptomu olabilir. Bu nedenle genelde Batı dışı dünya, özelde ise son yıllarda yoğunlaştırdığı stratejik otonomi arayış süreci nedeniyle de Türkiye’ye ilişkin Batı sağı ve solunun benzer noktalarda buluşmasını sağlayan şeyin, siyasi saikler kadar Doğululuğa dair bu kategorik refleks olduğu görülebilir.

2010 sonrası kırılmanın bu denli yoğun yaşanması da daha çok bu kategorik pozisyonla ilgili. Öyle ki Arap Ayaklanmaları süreci, Türkiye’nin 2002’den itibaren verdiği vesayetten kurtulma, gücünü yeniden hatırlama ve iç ve dış dinamikleri normalleştirme mücadelesi bakımından bölge halklarına da bir ilham anlamını taşıyordu. Arap coğrafyasının sahip olduğu potansiyeli güce dönüştürme yerine kendi kendisini tahrip ederek, gücünü ve imkanlarını iç çatışmalara ve zafiyetlere kurban vermesi, kendi istikrarını başkasının istikrarsızlığına bağlayan Batılı siyasi okuma için çok daha tercih edilir bir opsiyondu. Bu sürecin enfekte edilmesini engelleyecek her aktör ise Batı’nın siyasal projeksyonu açısından problem olarak okunacaktı. Türkiye’nin bu denli problematize edilmesinin bu döneme denk düşmesinin, bölgesel düzlemde böylesi bir anlam çerçevesi de bulunuyor yani. Hele o tarihler itibariyle, kendi içerisinde siyasi, toplumsal ve iktisadi bakımdan, istikrarı sağlama noktasında ciddi yol kat etmiş ve özellikle dış politika, savunma sanayii ve teknoloji sahasında otonomlaşma yolunda yepyeni bir ufka yönelmiş bir ülke olarak Türkiye, halen daha 19. yüzyılın hayalleriyle yaşayan Batı için kendi huzur, istikrar ve güven psikolojisi bağlamında bunalımı tetikleyecek bir faktördü. Tahsin Görgün’ün ifade ettiği şekliyle, Batı dışındaki istikrarın, Batılılar tarafından kaygı verici bulunmasının, oldukça ilginç ve anlaşılması gereken bir hal olduğunu fark edebilirsek, son zamanlardaki hadiseleri anlamakta ve onları doğru teşhis etmekte de fazla zorluk çekmeyiz. Batılıların etkin olduğu bütün Batı dışı bölgelerde istikrarsızlık esastır. Ve Batılılar istikrarın olduğu her yeri istikrarsızlaştırmak için ne gerekiyorsa onu yaparlar. En basit ve açık hadise örneğin, Batı dışı toplumlardaki muhalif unsurlar, ne olurlarsa olsunlar fark etmez, Batılılar tarafından himaye edilirler.

Yani özetle Batı, 19. yüzyılı yeniden diriltmek şöyle dursun, 21. yüzyılın esas kaybedeni olma tehlikesi ve psikolojisinin ağır semptomlarını geciktirmek ve hafifletmekle meşgul uzun süredir. Yoksa Türkiye ve Erdoğan açısından ne siyasi ne kurumsal düzlemde ortada bir Batı düşmanlığı söz konusu değil. Problem, Batı ana akım siyasi okumasının, dünyadaki yeni siyasi dengeyi ve oluşmakta olan yeni bölgesel küresel denklemi kendisi açısından varoluşsal bir güvensizlik duygusuyla karşılaması ve bu psikolojinin yapısal sonuçlarından türeyen anlayış, eylem ve pratiklerden kurtulamamasında.

 

 


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası