24 Şubat 2022’deki Rusya’nın Ukrayna askeri müdahalesi, Soğuk Savaş sonrası tesis edilen Avrupa güvenlik mimarisi ile küresel sistemin dayanmış olduğu liberal sisteme büyük bir hasar vermiştir. Büyük güç rekabetinin dolaylı bir sonucu olarak, Avrupa’nın ortasında Ukrayna krizinin sıcak ve gerçek bir savaşa dönüşmesi, herkesi şok etti. AB Güvenlik ve Dış Politikasından sorumlu Joseph Borell, bu savaşın Avrupa için ciddi bir jeopolitik uyanma olduğunu belirtirken, Almanya Şansölyesi Olaf Scholz da yaşananları “Zeitewende” (paradigma kayması) olarak ifade etmiştir. Aslında Amitav Acharya ve Charles Kupchan’a göre Rusya-Ukrayna Savaşı öncesi uluslararası sistemde dönüşüm zaten çoktan başlamıştı. Ama her dönüşüm, sembolik bir dönüm noktasına da ihtiyaç duyar. İşte son aylarda kalem oynatan pek çok isme göre 2022, tam da böyle bir dönüm noktası; tıpkı 1648, 1815, 1919, 1989 gibi. Sorun şu, uluslararası sistemdeki dönüşümün nereye doğru olduğunu kimse çok net tahmin edemiyor. Farklı pek çok görüş, teorik pek çok tartışma var. Ancak iki konuda fikir birliğine varılmış görünüyor: 1) Bu dönüşümün araçlarından biri büyük güç mücadelesi, 2) Bu dönüşümden ilk etkilenecek bölge Avrupa.
Avrupa Güvenlik Mimarisi Savaşın Şoku Altında
2022’deki savaşla başlayan Avrupa güvenliğindeki şok hali o kadar keskindir ki Avrupa güvenlik mimarisinin temel iki sütunundan biri olan NATO’nun yeni stratejik belgesinde, Rusya doğrudan ve açık bir şekilde Avrupa için tehdit olarak ilan edilmiştir. AB’nin tartışa tartışa 2022’ye kadar ötelediği Stratejik Pusula belgesi ise etkisini -AB’nin stratejik vizyon oluşturma konusundaki gerçek gücünü- sahanın gerçeklikleriyle sınadığımız ve sınırlılıkları dolayısıyla eleştirdiğimiz bir belge oldu. Her halükarda NATO’nun Transatlantik güvenliğini sağlama ve caydırıcılık misyonu kuvvetlendirildi ve Avrupa güvenliğinden bahsetmek, NATO’dan bahsetmek demek haline geldi. Avrupalı aktörlerin NATO çerçevesinde ya da ulusal savunma ihtiyaçları için daha çok harcamayı göze aldıkları bir dönemden bahsediyoruz. Almanya’nın niyet ettiği dönüşüm, bu manzaranın bir özeti niteliğinde. Scholz reformları da denen pakete göre Almanya, Rusya-Ukrayna Savaşı’nın hemen akabinde Alman ordusunu iyileştirmek amacıyla savunma bütçesine 100 milyar avroluk ek bütçe tahsis etmiş ve NATO’daki askeri yük paylaşım hedefi olan GSYİH’nin asgari yüzde 2’sini karşılama oranını da aktive etmiştir. Uzun bir rehavet döneminin ardından, AB’deki üye devletler Rusya-Ukrayna Savaşı’nda güvenlik ve dış politika konusunda ilk kez hızla karar vermeyi başarmış ve Rusya’ya yönelik ciddi yaptırımlar uygulamıştır.
Bu çerçevede, Brüksel Rusya’yı cezalandırmak ve Ukrayna’yı desteklemek adına savaşın hemen başında 2.5 milyar avroluk bir destek bütçesini Kiev yönetimine tahsis etmek üzere devreye soktu. Batılı devletlerin yönetimlerindeki yaygın görüşe göre, Rusya-Ukrayna Savaşı diplomasi yoluyla değil de Rusya’nın mutlaka savaşta yenilmesiyle sonuçlanmalı. Şu an için böyle bir stratejiyi sürdürmekte kararlı olan Batılı devletlerin, her geçen gün savaşın gidişatını etkileyebilecek zırhlı araç, tank, hava savunma sistemleri gibi silah ve mühimmat desteği konusunda cömertleştiğini görüyoruz. Bir el yükseltme atmosferi meydana getiriliyor ve bu atmosfer Ukrayna direnişine ümit vermek, Rusya’ya karşı birlik oluşturmak ve Moskova üzerindeki baskıyı artırmak için kullanılıyor. Ancak aynı zamanda bu el yükseltme atmosferi nedeniyle savaşın nasıl ve ne zaman biteceği soruları da cevapsız kalıyor.
Türkiye Farklı Bir Söylem Kullanıyor
Bu noktada çeşitli nedenlerle (Türk Boğazları, NATO misyonlarına katkı, NATO caydırıcı gücüne katkı, güney kanadın güvenliği vb.) Avrupa güvenliğinin en önemli aktörlerinden biri haline gelen Türkiye’nin farklı bir düşünceyi dillendirdiğini görüyoruz. Ankara’ya göre, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da ifade ettiği gibi Rusya-Ukrayna Savaşı’nın kazananı olmayacak. Bu nedenle Türkiye, tarafları öncelikle ateşkesi sonra da barışı tesis etmek için çaba göstermeye davet ediyor. Ankara, elbette bu söylemi ile Batılı müttefiklerinden de Rusya’dan da farklı bir tutum içerisine girdiğinin farkında. Tarafsız ve dengeleyici dış politika duruşunun; tarafları ateşkes ve barış çabası için cesaretlendirme, taraflara ulaşma noktasında önemli olduğunu düşündüğünden Ankara bu farklılaşmayı doğal görüyor. Ancak bunun da ötesinde Türkiye’ye göre günümüzün ihtiyacı, Batı ve Rusya arasındaki kutuplaşmanın getirebileceği istikrarsızlık dalgalarına hazır olmak, bu kutuplaşmayı derinleştirmemeye çalışmak yani bölgesel ve küresel istikrara katkı sağlayacak bir “üçüncü yol” inşa etmek.
Bu bağlamda, Türkiye savaşın başından itibaren Rusya-Ukrayna Savaşı nedeniyle Avrupa ve ötesinde yaşanan pek çok krizin (ekonomik kriz, enerji krizi, gıda krizi vb.) merkezinde bir ülke olarak, savaşın negatif etkilerinin merkez cephesine dönüşebilirdi. Bu riskin bertaraf edilmesi, Montrö Sözleşmesi’nin tüm tarafların tepkisini çekmeden uygulanmasının hayata geçirilmesi ile başlamıştır. Ankara, konuyla ilgili talepleri değerlendirirken uluslararası hukukun tanıdığı imkanlar kadar Karadeniz’de gerilimin önlenmesi diye özetleyebileceğimiz bölgesel bir bakışa atıfta bulunarak, “sağduyulu bir aktör” olarak kendini konumlandırdığını da göstermiş oluyordu. Savaşın ilk yılı içerisinde harbin doğurduğu negatif yansımalara çözüm arayışı konusunda Ankara’ya güvenilebileceği konusunda sürekli mesaj veren Türkiye, savaş Avrupa’da kalsa da etkilerinin küresel yönetişim içerisinde dengelenmesi taraftarıdır. Günümüz Transatlantik Dünya’sının Avrupa güvenlik mimarisi adına uygulamaya koyduğu, el yükseltme mantığı içinde meşrulaştırılan bazı hatalı stratejik okumalar, sadece bölgeyi değil ötesini de bir kriz iklimine sokmaktadır. Bu iklimde küresel kurumların, normların ve uluslararası kuralların zarar görmesi, bu kurum ve kurallara güvenin daha da sarsılması an meselesidir.
Türkiye’nin Tahmini Doğru Çıktı: Uzun Kara Savaşı ve Kriz Yönetimi İhtiyacı
Türkiye, kriz yönetiminin bir parçası olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan nezdinde 4 Kasım 2021’de NATO Genel Sekreteri Stotelberg, 5 Mart 2021’de de ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı W. Sherman ile yaptığı görüşmelerde, Ukrayna’da çıkacak olası bir savaşın engellenmesi için azami gayret göstermiş ve tarafları olabilecekler konusunda uyarmıştı. Ankara’nın önleyici diplomasiyi işletme yönündeki çabaları, maalesef 24 Şubat’ta Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı askeri harekatla beraber sonuçsuz kaldı. Ancak Ankara, özellikle çatışmaların ilk evresi tamamlanıp savaşın uzayacağı ikinci aşaması başlarken, diplomasi kapısının kapanmaması gerektiğini söylemeye devam etti.
Öncelikle savaşın uzaması Rus ve Ukraynalı vatandaşların her geçen gün daha ağır bir fatura ödemesi anlamına geliyordu. Rusya’nın Ukrayna sınırlarını kontrol altında tutamaması, hava üstünlüğünü etkili kullanamaması, bir yandan Avrupa’da bir mülteci krizini tetikleyecek, diğer yandan Rusya karşısında Ukrayna kuvvetlerinin mühimmat talebinin karşılanmasına olanak verecekti. Bu durum, uzun sürecek bir kara savaşının habercisiydi. Rusya’nın Avrupa pazarı ve küresel piyasalar için temel enerji sağlayıcılarından biri olduğu ve Rusya ile Ukrayna’nın küresel piyasalar ve Avrupa pazarı için temel tahıl sağlayıcıları olduğu düşünüldüğünde, savaşın uzun erimli ve bol kayıplı bir kara savaşına evrilmesi, Ankara’ya tetiklenebilecek krizler ve oluşabilecek panik havası hakkında fikir veriyordu. Panik havasının Avrupa ve gelişmekte olan ülkelerde doğurabileceği siyasi krizler ve radikalleşme eğilimleri, pek çok meselenin güvensizlikleştiği bir ortamda liberal sistemi felç edebilirdi. Türkiye’nin diplomasi kapısını açık tutmak için çabasına devam edeceği sinyalini taraflara vermiş olması, tarafların da bu sinyale güven duymaları, bu açıdan son derece önemlidir.
Ankara Neden Güvenilir Aktör?
Ankara, bu güveni taraflar açısından nasıl inşa etmiştir? Öncelikle Ankara’nın tarafsız ve dengeli politikası bir sessizlik, hareketsizlik politikası değildir. Türkiye, savaşın başından itibaren Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü savunmuş ve bu bağlamda Rus askeri saldırısını kınamıştır. Ancak bazı Batı başkentlerinin aksine Ankara, savaşın Rusya’yı cezalandırmak, sınırlamak ve küçültmek için bir fırsat olarak kullanılmaması gerektiğini de söylemiş, Moskova’ya savaştan onurlu çıkış için bir yol açılması gerektiğini belirtmiştir. İkinci olarak, Ankara uzun yıllardır Kiev ve Moskova ile stratejik derinliği de olan ilişkileri -birbirini negatif olarak etkilemeden- yürütmeyi başarmış bir aktördür. Mesele Kiev ve Moskova ile ayrı ayrı güçlü ikili ilişki geliştirmekten daha karmaşıktır aslında. Bilindiği üzere Karadeniz’e kıyıdaş olmayan aktörlerin Karadeniz’deki politikalarının kontrol altında tutulmasının bir aracı da Moskova ve Ankara’nın Karadeniz dengesi çerçevesinde iş birliği, iş birliği olmasa da diyalog geliştirebilmeleri olmuştur. Öte yandan Ankara-Kiev ilişkileri, Rusya’nın Karadeniz’de alan kontrolü stratejisine karşı bir dengeleyici olarak algılanmıştır.
Türkiye’nin Ukrayna ile yakın ilişkileri Kiev’in bağımsızlık yıllarına kadar dayanır. Ankara, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü yalnızca 2022 Savaşı’nda değil, Rusya’nın Kırım’ı ilhakı sırasında da savunmuş ve bu ilhaka karşı çıkmıştır. Ankara ile Kiev arasındaki ilişkiler, savaş patlak vermeden önce 3 Şubat 2020’de imzalanan ikili askeri iş birliği anlaşmasıyla oldukça kuvvetlenmişti. Buna göre, Türkiye imzalanan bu anlaşma doğrultusunda Ukrayna Silahlı Kuvvetleri’ne askeri ve çift kullanımlı malların satın alınması için 25.8 milyon dolar tahsis edecekti. İki taraf arasındaki bu iş birliğinin hacmi oldukça büyüktü, ancak savaşın patlak vermesi nedeniyle bu anlaşmanın pek çok hükmü yerine getirilmedi. Neyse ki Kiev hükümeti 2019’da Bayraktar TB2 silahlı insansız hava araçlarının alımını gerçekleştirmişti. Daha da önemlisi, Kiev-Ankara arasındaki 2020 askeri anlaşmasına göre, Türkiye Ukrayna’nın insansız hava araçlarını topraklarında üretme sözü vermişti. Ancak, Ukrayna’da SİHA üretilmesi projesi de savaş nedeniyle gerçekleşmedi. Söz konusu Rusya-Ukrayna Savaşı sırasında, Kiev’in Ankara’dan tedarik ettiği SİHA’ların savaş alanındaki muazzam etkisi, Türkiye’nin insansız hava araçları alandaki uluslararası başarısını ciddi olarak perçinlemiş oldu.
Türkiye’nin özellikle 2000’lerde Karadeniz’de çok boyutlu ve karşıt dengeleme stratejilerini, taraflarla olan ilişkisini bozmadan uygulamayı başarması önemli bir deneyimdir. Bu deneyimin savaş sırasında Türkiye’nin denge politikasını iki tarafla oluşturduğu pozitif gündemi bozmadan sürdüreceği konusunda, Kiev ve Moskova’yı ikna etmekte etkili olduğunu düşünmeliyiz. Ankara’nın CNN’e vermiş olduğu bir mülakatta, Bayraktar nezdinde SİHA kapasitesini Ruslara satmayacağı sözünü vermesi, Türkiye’nin Kiev’e karşı ne kadar dürüst ve dengeli yaklaşmış olduğunun önemli bir kanıtıydı. Ayrıca Türkiye, Rusya-Ukrayna Savaşı’nın üçüncü gününde, Rusya’nın “özel operasyon” olarak tanımladığı askeri hareketini savaş olarak tanımladıktan sonra, 1936 tarihli Montrö Konvansiyonu’ndan kaynaklanan meşru hakları doğrultusunda, Türk Boğazlarını Rus Donanmasının geçişine kapatmıştır. Böylece, Ankara hem Ukrayna’nın Boğazların kapatılması taleplerini karşılamış hem de çatışmaların Karadeniz’e sıçramasını engellemiştir.
Üçüncü olarak, Türkiye’nin Rusya-Ukrayna Savaşı’nda üçüncü yol vurgusu Ankara’nın stratejik özerklik arayışının altını çizen yöneliminden bağımsız okunamaz. Kiev ve Moskova, Ankara’nın belirli noktalarda inisiyatif geliştirerek dengeleyici olarak hareket etmesine izin veren bağımsız diplomatik kabiliyetleri, siyasi karar alma gücü olduğunu bilmektedirler. Bu üç unsur, Kiev ve Moskova’yı, aralarında güven olmayan iki aktörü, esir takası, Karadeniz’de Tahıl Koridoru kurulması gibi konularda Türkiye ile iş birliğine açık hale getirmiştir.
Antalya-İstanbul Ruhu Ne Gösteriyor?
Hatırlanacaktır, Türkiye Mevlüt Çavuşoğlu’nun arabuluculuğuyla ilk olarak 11 Mart 2022’de Antalya Diplomasi Forumu’nda Rusya ve Ukrayna Dışişleri Bakanlarını üçlü formatta bir araya getirmişti. Savaş sırasında, gerçekleştirilen bu kriz yönetimi sonuçsuz kalmakla beraber bir süre için “Antalya ruhu” tüm dünyanın ilgisinin odak noktası haline gelmiş, savaşan taraflarla eşit mesafeli angajmanın sembolü olmuştu. Türkiye’nin inisiyatifiyle Antalya’da gerçekleşen bu arabuluculuk girişimi iki açıdan önemlidir. İlk olarak tarafların önce Antalya sonra İstanbul’da savaşı bitirmeye yaklaşmaları aslında üçüncü tarafların savaşı uzatma konusunda stratejik teşviki olmadığı takdirde, taraflar anlaşmaya ne kadar uzak olursa olsun gerginlik ve çatışmaların kontrol altına alınabileceğini göstermiştir. İkinci olarak Antalya ve İstanbul toplantılarında ortaya çıkan pozitif atmosfer, Türkiye’nin arabuluculuk yeteneklerinin ciddiye alınması gerektiğine uluslararası toplum nezdinde işaret etmiştir. Bu konuda Ankara adına kuşkusuz en önemli başarı, 22 Temmuz 2022’de Türkiye’nin Ukrayna’da savaşan taraflar arasında tahıl krizini aşmak yönünde bir mutabakata ulaşmasıdır. Bu mutabakat sonucu 120 gün geçerli olmak üzere bir tahıl koridoru ve gerekli denetimleri yapmak üzere İstanbul’da bir koordinasyon merkezi kurulmuştur. Söz konusu ilk mutabakat aracılığıyla dünya buğday ticaretinin yaklaşık yüzde 10’na tekabül eden 15 milyon ton tahıl dünya pazarlarına ihraç edilmiş, gıda fiyatları üzerindeki enflasyonist baskı kontrol altına alınmıştı. Rusya, Kuzey Akım boru hatlarına ve müteakiben Kerç Köprüsü’ne yapılan saldırı sonrası Tahıl Anlaşması’nı askıya alma kararı aldığında, mutabakatın mimarı olarak devreye Ankara girmiş, Rusya’nın tahıl ticareti konusundaki endişelerini dinlemiş, özellikle gelişmekte olan ekonomilerin tahıl krizinden olumsuz etkilenmesinin getirebileceği riskler üzerinden Kremlin’in mutabakata geri dönmesini sağlamış yani sadece arabuluculuk değil kriz yönetimi konusunda da Ukrayna ve Rusya nezdinde güvenilir aktör olarak algılandığını kanıtlamıştır.
Son Söz
Büyük güç rekabeti aracılığıyla gerçekleşen dönüşümler, stratejik özerklik peşindeki aktörler için rahatsızlık vericidir zira sistemde mücadeleye hazırlıksız yakalanan aktörler, peşine takılma (bandwagoning) davranışı sergilemeye meyilli olurlar. Bu davranışı, tehlike ve tehdidin görünürlüğü içerisinde meşrulaştırırlar. Çatışma çözümü, kriz yönetimi ve diplomasinin sahası daralır. 2022 krizi Avrupa’yı şok ettiğinde, Almanya gibi, Fransa gibi pek çok aktör mevcut Rusya stratejilerinin artık işlemediği gerçeği ile yüzleşti. Tüm yatırıma rağmen stratejik özerklik de uzakta olduğundan, hemen çözüm bulunması gereken sorunlarla karşı karşıya kaldıklarından ve savaş gerçekten Avrupa’da vuku bulduğundan, ABD’nin Rusya-Ukrayna politikasını benimsemek zorunda kaldılar. Bu da Avrupalı aktörleri güvenilir arabulucu olmaktan çıkardı, savaşın tarafı olmaya yaklaştırdı. Türkiye’nin farklı bir söylem ve siyaset ortaya koyabilmesi, bu duruşu uluslararası hukuk ve diplomasinin kurallarını gözeterek hayata geçirmesi ve arabuluculuk/kolaylaştırıcılık çabalarının, savaşın gerilimi artmasına rağmen meyve vermesi hem Avrupa güvenliği hem de küresel güvenlik yönetişimi için bir şanstır. Elbette savaşların kaybeden ve kazananlarını listelemek kaba bir yaklaşım olur, özellikle de savaş sürerken. Son söz olarak şunu söylemekle yetinelim, Türkiye savaşın ilk yılında uluslararası düzen açısından ümitvar olmamızı sağlayan yegane aktör olmuştur.