Mayıs 2021’de Kudüs’te Şeyh Cerrah mahallesi üzerinden yükselen tansiyonun patladığı nokta, yüz yıllık emperyal bir sürekliliğin yeni safhasıyla yüzleşmemizi sağladı. Yirminci yüzyılın hemen başlarından bugüne geldiğimiz bu zaman aralığında ise meseleye ilişkin kavramsal içerikteki bazı bilinç aşınmaları, İsrail’in ontolojik konumu ve sistematik politikalarını doğru anlamlandırmakta hep bir bariyer olarak karşımıza dikildi. Öyle ki literatürde farklı kavramsallaştırmalar üzerinden kodlanan bir mesele olarak “İsrail sorunu” ile ilgili kurulan ana akım cümleler, ağırlıkla sorunlu bir söylem dilini barındıran bir alana işaret etti. “Yerleşimcilik”, “Doğu Kudüs/birleşik Kudüs”, “savunma hakkı”, “karşılıklı çatışma”, hatta bizatihi “İsrail devleti” kavramları, bu geçen yüz yıllık sürede toplumların ve uluslararası kamuoyunun manipüle edildiği bir sürecin özne kavramları. O halde mesele hakikatte bizlere ne söylemeli?
1917’de Balfour Deklarasyonu ile 2017’de Trump’ın birleşik Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğu yönündeki resmi kabul ve deklarasyonu arasında yüz yıllık emperyal bir süreklilik bulunuyor. Filistinlilerin topraksızlaştırılması ve bir vatan olarak Filistin’in yok ediliş süreci olarak ifadelendirilebilecek bir hat bu. Öyle ki Balfour’dan otuz yıl sonra, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde küresel sistem yeniden biçimlendirilirken, ilk kurumsal adıma Birleşmiş Milletler’in 1947’deki taksim planı ile şahit oluyoruz. Filistinliler ile Yahudiler arasında sınırların belirlenmesi namına yapılan bu taksim, Filistin topraklarının yüzde 57’sini Yahudilere; içinde Kudüs, Batı Şeria, Gazze, Mısır’a uzanan güney hat ve Lübnan’a uzanan kuzey hattın yer aldığı yüzde 43’ünü de Filistinli Araplara pay ediyordu. Henüz bir yıl sonra 1948’de İsrail’in resmi bir devlet olarak kuruluşuyla ise Batı Kudüs’ün bir kısmı, güneydeki Mısır sınırı hattı ve kuzeydeki Lübnan sınırı hattı de facto İsrail’e geçiyordu. Böylece fiili bir durum oluşturularak, Kudüs’ün Batı ve Doğu olmak üzere iki ayrı entite olarak tanımlanması ve uluslararası toplumda bu yönlü kabul görmesinin zemini henüz bu dönemde inşa olunuyordu. 1967 Altı Gün Savaşı ise, neticesinde Ürdün, Suriye ve Mısır’ın bazı toprakları ile birlikte Batı Kudüs’ün hemen tamamının, Batı Şeria’nın ve Gazze’nin bir kısmının ve belki de meselenin nirengi noktası olarak Doğu Kudüs’ün İsrail tarafından işgal edilmesi ile sonuçlanan bir dinamik meydana getirecekti. Oysa -diğer unsurları itibariyle fiili ve gayri adil olduğunu hatırda tutmakla birlikte- BM’nin taksim planında Filistinlilere verilmiş olan Kudüs, ayrı bir entite olarak uluslararası statüye alınmak suretiyle her türden işgal ve ilhaka karşı, hem BMGK 242 sayılı kararı hem 1904 ve 1907 Lahey Konvansiyonu hem de 1949 Cenevre Konvansiyonu gereğince uluslararası güvenceye alınmıştı. Bu hukuki güvence, bir devletin işgal ettiği toprakları savaş sırasında kendi mülkiyetine geçiremeyeceğine ve demografik yapısıyla oynayamayacağına ilişkin kati ve kesin hükümler vaz’ ediyordu. Olan ise tam da bunun aksi idi.
Filistin’i Parça Parça Koparma
1980’de İsrail parlamentosu Knesset’in, (BMGK’nın 478 sayılı kararıyla “geçersiz ve yasadışı” ilan edilmiş olan), bütün ve birleşik olarak Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğu kararıyla birlikte ise mesele artık çok daha ileri ve yeni bir safhaya taşınmış oldu. Ki Trump’ın 2017’de kabul ettiği Kudüs kararında da aynı ton ve içeriği görmek mümkün. Burada da kadim dönemde Yahudi halkının kurduğu başkent olarak tanımlanmak suretiyle Kudüs, bölünmemiş bir şekilde İsrail’in başkenti olacak ve ABD, planın kavramsal haritasında İsrail’e ait olması öngörülen toprakları tanıyacak. Ayrıca mevcut yerleşim alanlarının statükosu aynen korunacak. Oysa henüz 23 Aralık 2016’da ABD’nin çekimser kalmasıyla BMGK, İsrail’e 1967’den beri işgal altında tuttuğu Filistin topraklarındaki işgal ve yerleşim faaliyetini derhal durdurma çağrısı yapan ve Kudüs’ü de içerecek şekilde 4 Haziran 1967 sınırları dışında bir durumun kabul edilmeyeceğini belirten 2334 sayılı kanunu onaylamıştı. Yani hukuken kendisini bağlayıcı söz konusu karar ile ABD, Doğu Kudüs’e İsrail toprağı muamelesi yapamayacağını resmi olarak kabul etmesinden henüz bir yıl geçmeden yeni bir dosya ile karşımıza gelmiş oluyordu.
Bu dosya, her şeyden önemlisi Kudüs’ün bölünmezliğine yaptığı referansla Filistinlilerin Doğu Kudüs’ün başkenti olduğu bağımsız devlet taleplerinin sonu, iki devletli çözüm ilkesinin fiilen ilgası, işgal altındaki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki Yahudi yerleşim faaliyetlerinin teşviki, yeni olası işgal ve ilhaklara meşruiyet; yani bütününde Filistinlilerin topraksızlaştırılması sürecinin ileri bir safhası ve son tahlilde Kudüs’ün Filistinlilerden aşama aşama koparılması demek. Beraberinde İsrail’in 2003’te inşasını tamamladığı Ayrım Duvarı, işgal altındaki Doğu Kudüs’te yaşayan 435 bin Filistinlinin dörtte birini şehrin diğer bölgelerine geçemez hale getirirken, Batı Şeria’daki 3 milyona yakın Filistinlinin de Doğu Kudüs’e geçişini engelleyen bir reel dinamik olarak duruyor. Buna, elan abluka altındaki Gazze şeridinde yaşayan 2 milyon Filistinlinin Batı Şeria ve Doğu Kudüs ile iletişiminin kesilmiş olduğu gerçeği de eklendiğinde, resmin bütünü bize Doğu Kudüs’ün tarihi bağlamından ve hinterlandından koparılarak Filistinlilerden izole edildiği bir fotoğrafı veriyor.
Demografik dönüşüm de tam bu zeminden türeyen sistematik politikalar eliyle icra edilen aşamalı bir süreç. Sürecin rakamlara yansıması ise söz konusu dönüşümün hangi zaman aralığında, nasıl bir frekans sıklığında ve ne yönlü bir karakterde ilerlediğine ilişkin bize bazı veriler sunuyor.
İsrail Merkezi İstatistik Bürosu’nun 2019 verilerine göre işgal altındaki Doğu Kudüs’te 220 bin, Batı Şeria’nın C Bölgesinde de 442 bin İsrailli yerleşimci (ki hukuken doğru kullanımı “işgalci”dir) bulunuyor. 2020’nin ilk yarısında işgal altındaki Doğu Kudüs ve Batı Şeria’da, planlama ve uygulama süreçlerinin farklı aşamalarında 14 bin 794 yerleşim planı geliştirildi ve 1’i ticari 4’ü iskan olmak üzere 5 ihalede bin 538 yeni yerleşim planı onaylandı. Yani bir yandan iskan politikası dizayn edilirken bir yandan da iktisadi zemin, altyapı, istihdam ve üretim olanaklarının geliştirilmesi ve çeşitlendirilmesine dönük bir sistematik faaliyet yürütülüyor. Belki hepsinin de ötesinde; siyasal, iktisadi ve sosyolojik dönüşüm politikasında yeni bir safhaya geçildiğinin net izini, Mizrahi Yahudileri, Etiyopyalı Yahudi göçmenler ve Rus göçmenleri barındıran bir Kudüs mahallesi olan Givat Hamatos için yapılan 24 Şubat 2021’deki yerleşim planında görmek mümkün. Zira bu, son 20 yılda Doğu Kudüs’te inşa edilen ilk yerleşim. Ki ardından 27 Şubat’ta da Doğu Kudüs’ün güney kesimindeki Har Homa’da 500 birimlik yeni yerleşim planı onaylandı. Yani; Doğu Kudüs’ün güneybatısındaki Gilo’daki hali hazırda var olan yerleşimlerle beraber Givat Hamatos ve Har Homa’daki İsrail yapılaşması, Doğu Kudüs ile Beytüllahim arasındaki bağlantıyı net biçimde koparacak ve topraklarının büyük kısmı Doğu Kudüs’te yer alan ve bazı kuzey kesimleri Batı Kudüs’ün sınırlarına düşen Filistin mahallesi Beit Safafa’yı, komşusu Filistin topraklarından tamamıyla izole edecek.
Rakamların Anlattıkları
Dahası, E-1 bölgesi için gerçekleştirilen 3 bin 401 birimlik iki ayrıntılı yerleşim planı. Ki bu, bir taraftan sistematik biçimde ilerleyen yerleşim (işgal) politikasını anlatırken, esasen bir başka boyuttan ise İsrail’in Kudüs ve Filistin ile alakalı uzun vadeli projeksiyonunun kodlarını bize veriyor. Öyle ki, Kudüs’ün eski şehrini çevreleyen ve hem Doğu hem Batı kısımları ve banliyöleri dahil olmak üzere tüm Kudüs şehrini kapsayan “Greater Jerusalem (Büyük Kudüs)”ün, Doğu Kudüs ve Batı Şeria ile bağlantısını daha da kesecek bir plan bu. Bu yüzden esasen 1967 sınırları referans alınarak Kudüs’e ilişkin Doğu-Batı ayrımı üzerinden yükselen siyasal söylem ve diplomatik çabaların, hukuki ve siyasal bakımdan sorunlu bir yerden ele alındığını gösteren bir vaka olarak da bakabiliriz bu plana. Zira hem Knesset’in 1980’deki hem de Trump’ın 2017’deki kararında ortak olan, “bütünleşik Kudüs” vurgusu üzerinden yükseltilen siyasal projeksiyondu ve şüphesiz iradi ve bilinçli bir kullanımdı. Bu bakımdan 1967 sınırlarından daha da geriye giderek, İsrail’in 1948’de kuruluşuyla birlikte fiilen ele geçirdiği Batı Kudüs üzerinden yükselen “ayrışmış bir Kudüs” söyleminin hukuki ve siyasal meşruiyet zeminine evvel emirde eğilmek gerekli. Zira neredeyse hiç konuşulmayan bu zeminde zaman, İsrail lehine alanın daha da genişlediği ve siyasi söylemin, bu temel meşruiyet krizini tamamıyla unutturduğu ve manipüle ettiği bir hikayeyi koydu önümüze. Bugün Şeyh Cerrah’ta yaşadıklarımız, esasen bu zemini konuşma gereğiyle doğrudan bağlantılı. Nitekim Şeyh Cerrah ve Beit Hanoun’da Filistinlilerin reaksiyon verdikleri şey, (Trump’ın Kudüs kararını aldığı yıl olan) 2017’de ivmesi muazzam bir artışa geçen Doğu Kudüs izolasyonu ve yeni yerleşim (işgal) genişlemesi üzerinden kotarılmaya çalışılan demografik dönüşüm. Ne demek istediğimizi bazı rakamlarla açalım. Kudüs’teki duruma odaklı çalışmalar yapan sol tandanslı bir İsrail sivil toplum kuruluşu olan IrAmim’in verilerine göre Doğu Kudüs ve Batı Şeria’da; 2015’te 2 bin 896 yeni yerleşim planı ve bin 163 ihale onaylandı. Bu rakam 2017’de 9 bin 70 plan ve 3 bin 284 ihale olarak gerçekleşti. 2020’nin ilk altı ayında ise 11 bin 501 yeni plan ve 3 bin 293 ihale onaylandı. Sadece Doğu Kudüs verilerine bakacak olursak; 2020’nin ilk altı ayındaki yeni yerleşim plan ve ihale sayısı, 2015’in tamamına göre yaklaşık yüzde 400’lük bir artış göstermiş.
İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve çevresindeki varlığının konsolidasyonu ve tahkiminin başka alt parametreleri de var. 2009-2016 arası dönemde Filistinlilere toplamda 66 yeni yapı izni verilmişken İsrailli Yahudilere dönük bu rakam 12 bin 763. Yine Doğu Kudüs’te sistematik şekilde Filistinlilerin -çeşitli uydurma hukuk kararlarıyla- bölgeden tahliye edilmesi/kovulması durumu, bir başka reel husus. Yine, Ateret Cohanim ve Nahalat Shimon gibi yerleşimci örgütler (hem arazi mülkiyeti şirketi hem de yerleşimci örgütler olarak işlev görmekteler), 1948’den önce Yahudi ailelere ait olduğu iddia edilen mülkleri geri almak için 1970 tarihli Hukuki ve İdari İşler Yasası’nın uygulanması için politika yapıcılara baskı uyguluyorlar; ki İsrail yasalarının, 1948 öncesi döneme ilişkin Filistinlilerin el konulan mülkleri için benzer taleplerde bulunmalarına izin vermediğini ekleyelim. Bir başka husus, yerleşimcilerin (işgalcilerin), artık sistematik bir durum halini alan ve insanlar üzerinde fiziki, psikolojik ve iktisadi etki doğuran şiddet politikaları. BM İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi, sadece 2020’nin ilk altı ayında, yerleşimcilerin sebep olduğu 362 şiddet vakası raporladı. 2019’da raporlanan şiddet vakası sayısı 827 idi. Bu periyodik raporlar, yerleşimciler tarafından uygulanan sistematik şiddetin yanı sıra, İsrail güvenlik güçleri tarafından Filistinlilerin evlerine gerçekleştirilen sürekli baskınlar ve saldırılarla Filistinlilerin hareketinin ve iş yerlerinin faaliyetlerinin kısıtlanmasını, temel güvenlik, geçim kaynakları, hizmetlere erişim, aile ve sosyal yaşam gibi temel yaşama koşullarının baltalanmasını raporlamakta. Fakat büyük bir trajikomediye konu olabilecek biçimde, bunları raporlayan BM’nin, bizatihi resmi Orta Doğu Barış Süreci Özel Koordinatörü Tor Wennesland’ın 12 Mayıs 2021’de BMGK’ya yaptığı özel brifingte İsrail’in meşru güvenlik kaygılarını anlamak ve tanımakla birlikte, askeri operasyonlarını icra ederken sivil hassasiyetlere daha fazla özen göstermesi gerektiğini belirten açıklaması, esasen yazının hemen girişinde bahsini ettiğimiz manipülatif kavramsal diskurun bu kez “savunma hakkı” ve “karşılıklı çatışma” söylem tonu üzerinden kodlanmaya çalışıldığı en yakın ve net tezahürü oldu. Zira burada karşılıklı bir çatışma durumunun olmadığı, bizatihi BM raporlarında açıkça ifade edilmekte. Bilakis siyasi, teolojik ve ideolojik bir projeksiyon dahilinde tek taraflı ve tüm süreci ihlallerle bezeli işgal ve ilhaktan oluşan sistematik bir politikalar bütünü söz konusu.
“Yerleşim” Meselesi
Şunu belirtmekte fayda var ki yerleşim (işgal) hareketi, en başında da şimdi de tüm İsrailli liderlerin ve sağ-sol siyasi partilerin (İşçi Partisi ya da Herut Partisi’nin) ortak, ulusal idealidir. Çekirdeğinde sert üyelerin ve fanatik aşırıcı Yahudilerin bulunduğu; fakat son tahlilde dini-mesiyanik bir ruhla tüm İsrail’i kök salma ve genişleme doğrultusunda kuşatan “kurtuluş” ülküsünün adıdır. Ateşli yerleşimcilerin maksimalist Kutsal Üçlüsü, ilhamını Tevrat’tan aldıklarını söyledikleri bir misyon olarak, İsrail’in bütün topraklarının tüm İsrail halkı için kurtarılmasıdır. Esasen yerleşim projesinin büyük başarısı, bu anlamda, Yahudi dindarlığının çehresini değiştirerek temelde onu mesiyanik kılması olmuştur. Shlomo Kaniel tarafından, çok bilinen “Hilltop Youth (Tepe Gençliği)” adlı fanatik Yahudi yerleşimci grup -ki ikinci kuşak yerleşimcilerdir- üzerine yapılan bir araştırma, önceki yaşam koşullarına kıyasla çoğunun kötü koşullarda yaşamalarına karşın hem kendilerinin hem de ailelerinin, onların mevcut yerleşimlerin dışında İsrail yasalarına göre dahi yasadışı ileri karakollar kurarak buralarda yaşama kararı almalarından dolayı oldukça mutlu olduklarını ifade ettiklerini belirtiyor. Dayanılan motivasyon, temelde Tanrı’nın buyruklarından iki tanesinin yerine getirilmesi: İsrail topraklarına yerleşmek ve çalışmak. Onlara göre, düşman Araplara karşı İsrailli Yahudilerin öncelikle ve kaçınılmaz şekilde yapması gereken şey, toprakla yoğun bir bağ kurarak kendi ülkelerini inşa etmeleri. Bu doğrultuda Kaniel ve diğer antropologların, birçok Hilltop yerleşimcisi için tanımladıkları ortak kimliksel zemin: ego kimliği, ideolojik kimlik, grup kimliği olarak beliriyor.
Yerleşim meselesinin oturduğu kimliksel zemin ve geçirdiği iç ideolojik dönüşüme dair fikir vermesi bakımından bakılabilecek bir başka örnek, ortalama vasatta daha ılımlı olarak tarif edilegelen; Yahudiye (Judea), Samiriye (Samaria) ve Gazze’deki Yahudi topluluklarının başkanlarından oluşan Yesha Konseyi’nin tutum ve söylem dilindeki farklılaşmadır. Son 2 yılda belirgin şekilde aşırıcılığa olan meyli ile Konsey’in, İsrailli hükümet yetkilileri ve diğer siyasi partilere yerleşimciliğin İsrail açısından geri dönülmez bir ulusal ideal olduğu ve bu rotadaki politikalara kararlı, sert ve tavizsiz devam edilmesi yönündeki önermelerine tanık oluyoruz.
Bu bağlamda, yakın dönemdeki önemli bir kırılma olarak bakılması gereken Temmuz 2018’de yasalaşarak icraya konan “Yahudi Ulus Devlet Yasası” da 2017’den sonraki dönemde ivmelenen ve tonu şiddetlenerek bugüne taşınan söz konusu siyasi-sosyolojik yeni safhanın bir ürünü ve aynı zamanda bir katalizörü de olarak hem sembolik hem icrai ve fiili bir siyasal projeksiyona işaret ediyor. İsrail devletini, tüm dünya Yahudilerinin temsilcisi, etnik-dini bir devlet olarak tanımlayarak Yahudi halkının ulus-devleti olarak resmen kabul etmek suretiyle İsrail devleti bir taraftan Yahudileştirilirken, bir yandan da “Yahudilerin tarihi anavatanı” ibaresi üzerinden Filistinlilerin bu topraklardan ilelebet kovulmasını ve 1948’de vatanlarından sürülmelerinden bu yana geri dönme hakkı da dahil bu topraklar üzerindeki tüm tarihsel varlık ve haklarının yok sayılmasını sunan bir yasa bu. Söz konusu yasa gereğince; ülkenin tek resmi dili olarak İbranice’nin tanınacağı, Yahudilerin dini günlerinin resmi tatil sayılacağı, hukuki boşluk durumlarında Yahudi şeriatının referans alınacağı, ülkede kendi kaderini tayin hakkının yalnızca Yahudilere ait kılınacağı, başkentinin birleşik Kudüs olduğu bir İsrail devleti tanımlaması mevcut. Üstelik devletin vatandaşlarla kuracağı ilişkide, alt hukuki düzenlemelerde ve idari işlemlerde, referans metin olacak “yasaların yasası” mesabesindeki bir hukuki girişim olarak kabul ediliyor. Yasa, tüm bunların yanı sıra devleti Yahudi yerleşimlerini teşvik, destek ve kurmakla yükümlü tutan bir siyasal gelecek projeksiyonunu içeriyor. Bu yönüyle İsrail’in artık sert-şovenist siyasal bir kültüre tam manasıyla oturduğu görülüyor. Ulusal kimlik tektipleştirilirken, devletin karakterinin etnik ve dini motivasyonla şekillendirildiği; politikaların buna göre re-organize edildiği bir ileri safha bu.
Yani etkileri daha uzun erimli olacak sistematik bir sürecin yapısal sonuçlarıyla karşılaşıyoruz bugün. Şeyh Cerrah ile yeniden gündemlerimize giren Filistin başlığının, bu bakımdan, anlardan ziyade, çekilmeye çalışılan bu geniş fotoğraftan ele alınmasında fayda var.