Soğuk Savaş dönemi sonrası ABD müdahaleleri ile istikrarsızlaşan ve Arap isyanları ile yeni bir bölgesel düzen imkanına fırsat tanınmayan Ortadoğu coğrafyası, hala zor günler yaşamaya devam ediyor. Bölgedeki birçok devlette iç çatışmalar ve siyasal istikrar problemleri gittikçe derinleşiyor. Bu süreçte Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) bölgesel politikada adından sıklıkla söz edilen bir ülke olarak karşımıza çıkıyor. Mısır’da Sisi darbesinin arkasındaki başat aktör olan BAE, Yemen ve Libya başta olmak üzere her bir gerilim noktasında yer almaktan ve taraf olmaktan kaçınmıyor. Hem BAE dış politikasını anlamak hem de Ortadoğu’nun mevcut ve muhtemel durumuna göz atmak açısından bir soru oldukça ön plana çıkıyor: BAE neden bu kadar sorumluluk alıyor?
Uluslararası Konumu
11 Eylül sonrası Ortadoğu’da meydana gelen kırılmanın BAE açısından bir milat olduğunu söylemek mümkündür. Zaten İslami hareketlere karşı mesafeli olan Abu Dabi yönetimi terörle mücadelede ABD’ye önemli destekler sundu. Afganistan’da ABD ile birlikte yer alan tek Körfez ülkesi olan BAE, İslam ve terörün iç içe anıldığı bir dönemde ABD’nin yanında sıkı iş birliği yaparak sistem içi bir aktör olarak bölgede yer almaya çalıştı. Batı tarafından şeksiz şüphesiz güvenilen bir aktör olmak Abu Dabi için en önemli kriter dersek yanlış olmaz. Arap isyanları sürecinde etkin bir dış politikası bulunan BAE’nin ABD ve İsrail ile stratejik iş birliği kurması ve stratejik tercihlerinin bu iki ülkeyle uyumlu olmasına özen göstermesi son derece açık bir şekilde görülmektedir. ABD’nin maliyetlerden kaçınmaya çalıştığı bu süreçte BAE’nin sorumluluklar üstlenip bölgesel masrafları üstlenmesi ABD açısından tercih edilebilir bir durumdur. Bu sebeple bölgede BAE’nin hareket alanının geniş tutulması ve herhangi bir sınırlandırmaya maruz kalmaması söz konusudur. Batı’nın çıkarları ile çatışmamaya dikkat eden BAE, radikalizm karşısında Ilımlı İslam bayrağının taşıyıcısı olarak tanıtılmaya çalışılmaktadır. Son olarak Papa’nın BAE ziyareti süresince bu algının yerleşmesi için geniş medya ağını harekete geçiren Abu Dabi, Ortadoğu’nun radikallikten uzak, Batı’nın safında yer alan ve bu iş birliğinde elini taşın altına koyan aktör olduğunu her seferinde ispatlamaya çalışmaktadır.
Geniş maddi imkanlara sahip olan ve yumuşak gücü üzerinden istikrarsızlık yaşayan ülkelerde etkinlik kazanan BAE son dönemde askeri seçeneklerin kullanılmasını da içeren bir dış politika takip etmektedir. BAE’nin askeri ve finansal destek verdiği ülkelerin hiçbirinde ABD ve İsrail ile zıt pozisyonlarda bulunması söz konusu değildir. BAE’nin sahada yer aldığı ülkelerde ya İran ya Türkiye ya da İhvan karşısında bulunan ülke konumunda olduğu belirtilmelidir. İran’ın sınırlandırılması konusunda kapsamlı bir askeri operasyon yapılması için Başkan Trump yönetimini ikna etmeye çalışan Abu Dabi yönetimi, benzer bir yaklaşımı Türkiye’nin bölge politikalarına ket vurmak için de sergiledi. Özellikle PKK/ YPG ile iş birliği kurması BAE’nin son dönemdeki Türkiye karşıtlığının en somut göstergesidir.
Bu açıdan bakıldığında BAE’nin bölgesel düzeni değiştirme potansiyeline sahip her aktör ile mücadele vermesi oldukça şaşırtıcıdır. Bölgesel güç mücadelesinde stratejik tercihlerini belirlerken bölgesel statükoyu korumayı amaçlayan ve bu siyasi hedefe ulaşmak için askeri ve finansal araçları devreye sokan Abu Dabi’nin kullandığı yöntemler ise İsrail ile stratejik ittifakının tezahürü olarak alışılmışın dışında seçeneklerden müteşekkildir.
Meşruiyetin Kaynağı
BAE açısından en temel problemlerden bir diğeri ise bölgede iktidarın nasıl belirlendiği meselesidir. Arap isyanları sürecinde bölgede alternatif bir yönetim modeline geçilmesi iradesi ortaya çıktı. Arap coğrafyasında birbiri ardına gerçekleşen devrimlerle bölgede yeni bir düzene geçildi ve bundan sonra otoriter yönetimlerin yerlerini demokratik süreçlere bırakmak zorunda kalacağı sanıldı. Oysa Arap dünyasının kalbi olan Mısır’da gerçekleştirilen darbe, tüm bu devrim sürecini tersi yöne çevirdi. Zira bölge siyasetinde iktidarın meşruiyeti ciddi bir siyasal varoluş meselesiydi. Bölgedeki monarşiler, kendi meşruiyetlerini sorgulayacak herhangi bir düşünce ve eyleme fırsat tanımamak ve Arap isyanları sürecinde de kendi rejim güvenlikleri başta olmak üzere bölgesel güvenliğin statüko lehine yeniden tanzim edilmesi için aktif dış politika sergilediler. BAE bu konuda en net tutum alan ülkelerin başında gelmekteydi. Zira Arap isyanları ile birlikte Müslüman Kardeşler hareketi en örgütlü muhalefet merkezi olarak belirdi ve Ortadoğu’da baskıcı rejimler altında şiddete bulaşmadan hayatta kalmayı başaran ender hareketten biri olan İhvan, toplumsal hareketlerin merkezinde yer alan bir yapı olarak yeni siyasi sürecin temel aktörlerinden oldu. Elbette İhvan’ın siyaseten alternatif bir model olarak başarı sağlaması meşruiyetini halktan alarak seçimle iş başına gelme pratiğini sunması bakımından önemliydi. Bu tablo iktidar olma süreçlerinde emsal teşkil etmesi bakımından bölgede yeni bir durumu ortaya çıkardı.
Hayali Düşmanlar
BAE dış politikasında bölge siyasetini teslim alma amacı öne çıkmaktadır. Mısır’da darbe yöntemi ile demokratik sürecin kesilmesi ve diğer ülkelerde de benzer yöntemler kullanılarak Arap isyanları süreci öncesi statükonun ihdası temel hedef olarak belirmektedir. Dolayısıyla Müslüman Kardeşler hareketinin şeytanlaştırılması ve bölgesel güvenliğin bir numaralı tehdidi olarak siyasal İslam’ın konulması gerekmekteydi. İhvan’ın terör örgütü olarak ilan edilmesi ile İhvan ve ona yakın hareket eden tüm oluşumları terörle irtibatlandırarak tüm bölge ülkeleri için ulusal güvenlik meselesi haline getirilmesi istenmektedir. Buna karşı çıkan aktörleri ise İhvan ile aynı çizgide ve benzer ajandaya sahip ülkeler olarak küresel siyaset nezdinde mahkum etmeye çalışmaktadır. Böylelikle tüm bölgesel düzeni siyasal İslam tehdidi karşısında konumlandırarak hem kendi ulusal güvenliğini sağlamak hem de kısa ve orta vadede İhvan’ın bölge siyasetinden uzaklaştırılması istenmektedir. Ancak BAE’nin İhvan karşıtlığı üzerinden kurduğu Ortadoğu perspektifinin inandırıcılığı ciddi olmaktan oldukça uzaktır. Örneğin Libya krizine bakıldığında İhvan’ın rolünün neredeyse görülemeyecek kadar zayıf olduğu bilinmektedir. Oysa Libya’da darbeci Hafter arkasında konumlanan ve finansal ve askeri her türlü desteği sağlayan BAE’nin Libya’daki saldırgan tutumunu mevcut İhvan karşıtlığı üzerinden açıklamak imkansızdır.
Gelinen aşama itibariyle BAE tarafından, öncelikle rejim güvenliğini sağlamak üzerine bina edilen İhvan karşıtlığının daha sonra bölgesel güvenlik perspektifinin temel dinamiği olduğu görülüyor. Halihazırda ise Abu Dabi yönetimi iktidar gücünü yitiren İhvan üzerinden hayali bir tehdidi dile getirerek bölgesel güç mücadelesinde kendisine ciddi bir meşruiyet zemini kurmaktadır. Tıpkı Suriye ve Irak’ta DEAŞ bahanesi ile nüfuz alanını genişletmeye çalışan aktörler gibi BAE de İhvan tehdidini dış politikasında kullanışlı bir araç olarak tutmaya devam etmektedir. Ortadoğu’da statükonun koruyuculuğunu üstlenen küçük Körfez ülkesi BAE’nin sistemsel fırsatlara rağmen güç kapasitesinin sınırlarını oldukça zorladığının belirtilmesinde fayda vardır.