Marks ve Engels meşhur Komünist Manisfesto’da işçileri dayanışmaya ve birlik olmaya çağıralı bir buçuk asırdan fazla zaman geçti. Eserden haberdar olmayanlarca bile bilinen daha da meşhur son cümlede, komünist tarih yazımı ve ideolojisinin bu iki kurucu figürü sanayi işçilerine “Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!” diye seslenir. Daha sonra, metnin farklı bir yerinde geçen zincir metaforu bu meşhur slogana eklenince ortaya bilindik şekliyle “Bütün ülkelerin mproleterleri, birleşin! Zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz bir şey yok!” çağrısı çıkar. Ne var ki 20. yüzyıl boyunca işleyen süreçler ve ulus devletler sisteminin muhkem bir müesses nizam haline gelmesi bu Marksist çağrıyı ütopya düzeyinde bıraktı. Esasen cihanşümul anlamda işçi sınıfının, Benedict Anderson’un milliyetçilik için kullandığı ifadeyi iktibasla söylemek gerekirse, “muhayyel bir cemaatten” fazlası olmadığı aşikardı. Bu nedenle Marks’tan sonraki analizlerde ve tartışmalarda işçi diye soyutlanan insanların aidiyetleri içerisinde işçiliğin en iyi ihtimalle diğer aidiyetler kadar önemli olduğu vurgulandı. Yani aslında işçilerin zincirlerinden başka kaybedecekleri çok şeyi vardı.
Günümüzde 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü, belki de işçilik üzerinden tahayyül edilen evrenselliğin gözle görünür ve yaygın tek tezahürüdür. 1889’da toplanan 2. Enternasyonal’de resmen “Uluslararası Emekçiler Günü” olarak kabul edilen ve ilk kez 1890 yılında kutlanan 1 Mayıs, işçiler arasındaki dayanışmayı sembolize etmesi açısından son derece önemli bir gün. Osmanlı İmparatorluğu döneminde İzmir’de 1905 ya da 1906 yıllarında ilk defa kutlandığı konusunda bazı kayıtlar mevcutsa da kesin olan husus İkinci Meşrutiyeti takiben 1 Mayıs kutlamalarının toplumsal hayatımıza girdiğidir. Söz konusu gün ülkemizde 2008 yılında resmen “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kabul edilmiş ve 22 Nisan 2009 tarihinde “resmi tatil” olarak ilan edilmiştir.
Ne var ki gerek kutlamaların başlangıç tarihi olarak kabul edilen 1886 yılı Mayıs ayında Chicago’da yaşananlar, gerekse de diğer ülkelerde 1 Mayıs günlerinde yaşananlar, bu günü salt bir festival havasının çok ötesine taşımış ve dramatikleştirmiştir. Aynı şeyin ülkemiz için de geçerli olduğu aşikardır. 1977 yılında Taksim Meydanı’nda yapılan kutlamalar trajik olaylara sahne olmuş ve 37 kişi hayatını kaybettiği gibi yüzlerce insan yaralanmıştır. Diğer yandan 1996 yılında Kadıköy’de gerçekleştirilen 1 Mayıs kutlamaları da şiddet görüntüleriyle hafızalara kazınmıştır. Dolayısıyla, gerek dünyanın farklı yerlerinde gerekse de ülkemizde 1 Mayıs, emekçilerin dayanışmasını sembolize etmekten öte paradoksal şekilde dışlayıcı bir mağduriyet psikolojisini besleme aracı haline gelmiştir. Bu yapılırken, bazı sol grupların ortaya koyduğu kavramlar ve söylem dışında bir tartışma zemini kabul edilmemiş, 1 Mayıs mutlak ve tavizsiz anlamda işçilere hasım bir devlete karşı yürütülen savaşın yemin törenine dönüşmüştür.
Gerilimden Diyaloğa
Ezcümle 1 Mayıs İşçi Bayramı ülkemizde çoğunlukla maalesef emeğin ve emekçinin hak sorunlarının mesela iş kazaları sonucunda ölen insanlar gibi gündeme getirildiği bir gün olmaktan çıkıp öncesinde ve esnasında yaşanan gerilimlerle geçiyor. Dahası, bu gerilimlerin sadece bir gün için ifade ettiği anlamdan çok daha fazlası var. Sol hareket içerisinde işçilerin haklarını devletle pazarlık ederek değil, illaki çatışarak elde etmek isteyen gruplar her vesileyle devlet ile toplum arasında bir uçurum ve kapanması imkansız bir mesafe olduğunda ısrar ediyorlar. Neticenin değil çatışmanın yüceltildiği bu yaklaşımın Türkiye’deki işçiler arasında son derece sınırlı bir nüfuz alanı bulduğunu söylemek gerekir.
İşçiler arasındaki baskın temayül dün olduğu gibi bugün de çalışma ve yaşam koşullarında iyileşme sağlamak ve bunu olabildiğince barışçıl düzlemde gerçekleştirmek yönündedir. Kaldı ki, çatışmacı emekten yana tavır alan grupların iddia ettiğinin aksine işçilere tanınan hakların önemli kısmı, gerek ülkemizde gerekse de diğer ülkelerde, şiddet yoluyla değil siyasi süreçlerle ve meşru pazarlık kanallarıyla elde edilmiştir. Çok fazla geriye gitmeksizin 2000’lerin başlarından bu yana görev yapan AK Parti hükümetlerinin ve son olarak Kasım 2015 seçiminin ardından iş başına geçen 64. hükümetin emek politikaları bu anlamda örnek gösterilebilir. Asgari ücretin 1.300 liraya çıkması, taşeron işçilere kadro verileceğinin ilan edilmesi, çalışma hayatında özellikle kadınlar için esnek çalışma saati uygulamasının kabul edilmesi dahil kanuni alt yapısı hazırlanmakta olan ya da yürürlüğe konulan muhtelif uygulamalarla işçilerin çalışma koşulları geliştirilmeye çalışılmaktadır.
İşçi Aristokrasisi Emeği ve İşçileri Araçsallaştırıyor
Kelimenin tam anlamıyla devrimci bilince sahip bir işçi sınıfının hiçbir zaman var olmadığı gerçeği bir yana, bunu bilinç ya da başka düzeylerde eksikliklere bağlama çabaları her türlü ampirik yaklaşımdan yoksundur. Kaldı ki devletle toplum ya da toplumun bir kesimi arasında amansız bir savaş tahayyül etmek yerine ikisinin birbirini dönüştürücü potansiyeli üzerinde durmak, genelde insan davranışlarını, özeldeyse işçilerin reflekslerini anlamak için çok daha yerinde bir yaklaşım olacaktır.
Dünyada ve ülkemizde işçiler ve onları ilgilendiren konular siyasi erk tarafından göz ardı edilemeyecek düzeyde ön plandadır. Türkiye’de 2001 ekonomik krizini takiben çıkmaza giren ekonominin düze çıkması konusunda atılan adımlar sayesinde makroekonomik gidişatta önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Özellikle de 2002 yılından itibaren iş başına geçen hükümetlerce ekonomik faaliyet ve kazanç alanının gelişmesi konusunda çok önemli politikalar takip edilmiştir. Bu ekonomik genişlemeden işçilerin hissesine düşen payın ve genel anlamda işçilerin yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi hususunda hükümetin attığı adımlara ilaveten sendikaların ve işçi birliklerinin kendi taleplerini gündeme getirmesi doğal hatta elzemdir. Ancak bunu yaparken Türkiye’deki işçi aristokrasisinin ısrarla emek dışı gündemler takip etmesinin ve işçileri araçsallaştırmasının da önüne geçmek gerekir. Bu nedenle, 1 Mayıs coşkusunun önündeki diğer büyük bir tehlike işçilerin öncelikleriyle ilgili olmayan kişi ve grupların politik gündemlerini bu vesileyle şiddete dayalı olarak göstermek istemesidir. Sendika üyesi olmanın her işçinin doğal hakkı olduğunu belirtmeye gerek yok. Ancak memurlar arasında hukuki zeminlerinin güçlü olmasından kaynaklanan sendika üyeliği özel sektörde aynı derecede yaygın değil. Bu nedenle özel sektörde bilhassa vasıfsız işçi olarak istihdam edilen işçilerin durumu, üzerinde dikkatle durulmayı gerektirmektedir. İşçi örgütlerinin bu ve benzer konulara ne kadar eğileceği ve 1 Mayıs’ı ideolojik siyasi ajandalara alet etmeden coşkuyla kutlamaya uygun bir zemin oluşmasına katkıda bulunup bulunmayacağı hayati bir konudur. Emeğe dair konuların vurgulandığı bir gün olmak yerine kısır siyasi tartışmaların tahakkümüne giren bir 1 Mayıs günü daha yaşamanın işçilerin hiçbir sorununa çözüm üretmeyeceği aşikardır. 1 Mayıs’ın gerçek anlamda bir emek bayramı olarak var olması ise kuşkusuz aklıselim ile düşünen herkesin ortak temennisidir.