Harem-i Şerif’te geçtiğimiz ay içerisinde yaşanan olaylar mutat bir saldırganlık hikayesi mi? Yoksa İsrail’in neredeyse periyodik olarak başvurduğu provokasyonlar orta ve uzun vadeli bir stratejiye mi dayanmakta? Sadece Filistinliler için değil tüm İslam dünyası için kıymetli bir noktadan dünyaya servis edilen çatışma görüntülerinin üzerine günlük “zafer-hezimet” analizlerini bir kenara bırakıp İsrail-Filistin meselesinde ayağı yere basan analizler yapmaya ihtiyacımız var. Zira İsrail’in Harem-i Şerif’te artık mutat hale dönüşen provokasyonları hem İsrail’in Filistin meselesine yaklaşımını göstermesi hem de politik psikolojisine ışık tutması açısından önemli.
Malum Filistin tarihi bir tavizler tarihidir. 1947 Filistin’in taksimi kararından hatta daha öncesinde manda döneminden beri reelde Filistin tarafı tavizler vermeye siyaseten veya askeri olarak zorlandı. Filistinlilerin kendi toprakları üzerindeki hakimiyeti ve tasarrufu da o yıllardan beri istikrarlı bir şekilde azaldı. An itibarıyla Gazze-Batı Şeria gettolarına sıkışmış, ekonomik çalkantılar yaşayan ve siyaseten bölünmüş bir Filistin’le karşı karşıyayız. Filistin aynı zamanda pratikte iki başlı bir yönetimi olan, güçlü düşman İsrail’in kendilerine açtığı siyasi ve ekonomik alanda ve içi boş bir “barış süreci endüstrisi”nin oluşturduğu uluslararası zeminde hayatını sürdüren hibrit bir yapı.
Diğer tarafta ise 1947’den beri istikrarlı olarak zemin kazanan, saha hakimiyetini siyasi, ekonomik ve istihbari olarak artıran, ABD ile kurduğu özel ilişki üzerinden uluslararası dokunulmazlık kalkanında hareket etmeye alışmış bir İsrail var. BM’de en fazla konuşulan ve yarım ağızla da olsa kınanan İsrail’e karşı pratikte en bariz uluslararası hukuk ihlalini yani işgali sonlandırmak için son yetmiş senede atılan somut bir adım yok. Barış süreci var ama barış yok. Elimizde mezkur sürecin gittikçe anlamsızlaştırdığı “iki devletli çözüm” kavramı olmasına rağmen bölgesel ve küresel dengelerin lehine değiştiğini düşünen ve bu sebepten Filistin’e dair dokunmaması gereken tek sinir ucu olan Harem-i Şerif’e bile dokunabileceği konusunda kendisine güvenen bir İsrail var.
Filistin-İsrail meselesinin birçok alt başlığı var: sınırlar, mülteciler, güvenlik düzenlemeleri, yerleşimler, toprak mübadeleleri, tazminatlar vs. Harem-i Şerif’in statüsü ise bu başlıkların yanında her iki tarafın da en azından barış sağlanana kadar statükoyu korumak zorunda oldukları bir konu. Çünkü bunca alt başlık arasında İsrail ile Filistin arasında sıcak çatışma çıkarma potansiyeli olan ve beraberinde tüm bölgeyi diken üstüne koyan konu Harem-i Şerif. Hatta İsrail’in Harem-i Şerif’e yönelik provokasyonları ve tahditlerinin bölgesel müttefiki olan Mısır’daki darbe yönetimi ve resmi ilişkiler sürdürdüğü Ürdün ile bile arasını bozma potansiyeli var. Buna rağmen İsrail neden Harem-i Şerif’te bir tırmanışı göze alacak uygulamalara imza atıyor?
Bu sorunun öncelikle İsrail iç siyasetine matuf bir cevabı var. Batı’daki örneklerde olduğu gibi yükselen sağ ve alternatif sağ İsrail’in mevcut hükümetinin siyasi altyapısını oluşturuyor. Trump’ın Charlottesville’deki neonazi saldırısını yarım ağızla kınaması gibi Netanyahu da kendisini Harem-i Şerif’teki tırmanışın arka planını oluşturan İsrailli aşırı sağın sırtını sıvazlamak zorunda hissediyor. Eski başbakanlardan Ehud Barak’ın da ifade ettiği gibi, “Charlottesville’de yaşananlar İsrail’de baş gösteren ve Netanyahu’nun cesaretlendirdiği faşizme benziyor.” İsrail’in Harem-i Şerif’e yönelik politikalarını sürekli -aksi iddia edilse de- aşırı sağın oluşturduğu siyasi atmosfer ve toplumsal psikoloji belirliyor.
Küresel Konjonktür İsrail’in Manevra Alanını Genişletti
Sorunun bölgesel cevabı ise Arap Baharı sürecindeki darbe, darbe girişimi ve iç savaşlarla zemin kaybeden “değişim cephesi”ne karşı İsrail’in Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Mısır’daki darbe yönetimi gibi bölgesel müttefikleri ile inisiyatifi eline aldığını düşünmesinde yatıyor. İsrail, Mısır’a İsrail dostu darbe yönetimini inşa eden, Ortadoğu’da statükoya meydan okuyan aktörleri hizaya çeken, bölgedeki güç ve etki alanlarını korumak için darbe ve iç savaşları desteklemekten kaçınmayan bölgesel statükonun merkezi bir parçası. Bölgenin paramparça olduğu bir dönemde İsrail’in tırmanış siyasetine karşı çıkacak bir aktör neredeyse yok. Fas’tan İran’a, Türkiye’den Suudi Arabistan’a bölgede herkes kendi sorunlarıyla meşgul. Bu boşlukta İsrail, Harem-i Şerif olaylarından da anlaşılacağı gibi manevra alanını oldukça geniş görmekte ve tabiri caizse fırsattan istifade sahada kendi gerçekliklerini oluşturmaya devam etmektedir.
Küresel gelişmeler de yukarıdaki sorunun cevaplarından birisine ışık tutmakta. ABD’de Trump’ın başkan seçilmesi ve Trump’ın damadı Jared Kushner’in özel temsilci olarak tayin edilmesi sonrasında İsrail kendisini uluslararası desteğin zirvesinde olarak kabul etmekte. Yerleşimler endüstrisinin finansal bir öğesi olan Kushner ailesi ile ilişkiler üzerinden İsrail, İsrail-Filistin meselesinin tüm çarklarını elinde tutmakta. Anlamsızlaşan iki devletli çözüm bu yeni konjonktürde yerini işgalini geri alınmayacak bir şekilde derinleştiren İsrail’e bıraktı. Bu düzlemden anlamlı bir Filistin devletinin çıkması mümkün değil. Yine İsrail aynı zamanda Netanyahu’nun finansörlerinden Sheldon Adelson ve Trump yönetimindeki koyu İsrail yanlıları eliyle Arap baharı sonrası Ortadoğu’nun şekillenmesinde kendisine merkezi bir rol biçmekte. Netanyahu, BAE veliahtı Muhammed bin Zayid ve Jared Kushner ile birlikte aralarına Suudi veliahtı Muhammed bin Selman’ı da alma umuduyla Ortadoğu’yu şekillendirmek için gerekli güce sahip olduğunu düşünmekte. Harem-i Şerif’teki provokatif adımları tam da bu bölgesel ve küresel konjonktürde atması tesadüfi değil.
Filistin’in Sorumluluğu
İslam dünyasında konuşmak bir tabu da olsa İsrailFilistin meselesinde Filistin tarafının sorumluluğu hiç de az değil. Filistin’de de “barış süreci”ni bir sektöre dönüştürenler var. Fetih’in bazı isimleri bu sektörün bir parçasıdır. Kendilerine kısmen uluslararası toplumun kısmen de İsrail’in verdiği yetkiyi siyasi tekel için senelerdir kullanıyorlar. HAMAS ise derin bir krizde. 2006’dan beri uygulanan ablukanın kurumsal olarak HAMAS üzerindeki olumsuz etkisi belki de Filistin halkı üzerindekinden daha fazla oldu. Parti içi fikir ayrılıkları, Gazze diaspora elitleri, ablukayla nasıl baş edileceğine dair sürdürülebilir bir strateji ortaya koyulamaması, Arap Baharı sonrasında bölgesel konjonktürün aleyhlerine dönmesi HAMAS’ı derin bir siyasi, ekonomik ve uluslararası krize soktu. HAMAS, BAE’nin darbe taşeronu Muhammed Dahlan’la siyasi müzakerelere girecek kadar savruldu, çaresizleş- ti. Fetih-HAMAS ayrımının tüm arabuluculuk çabalarına rağmen devam ettiği ve İsrail’in BAE ile birlikte Dahlan’ı bir “kurtarıcı” olarak Filistin siyasetine sokmaya çalıştığı bu dönemde yaşanan iç çalkantı da İsrail’in Harem-i Şerif’te tırmanışı göze almasını açıklıyor.
Yukarıda altı çizilen noktalara İsrail’in ontolojik sorunları da eklendiğinde son Harem-i Şerif krizinin genel resmi ortaya çıkmış oluyor. İsrail, işgalin şekillendirdiği, siyasetini, davranışlarını ve psikolojisini tayin ettiği bir ülke olduğundan ontolojik olarak bir kısır döngünün içerisindedir. İşgali derinleştirerek veya Filistin devletini anlamsızlaştırarak sadece Filistin’e değil orta ve uzun vadede kendisine de zarar verdiğini kabullenemeyecek kadar varlığı işgal tarafından şekillenmiş bir devlet. Bu uluslararası ve bölgesel konjonktürde ve sorunlu ontolojinin tetiklediği siyasi psikolojik atmosferde Harem-i Şerif’tekine benzer tırmanışlarla varlığını tahkim ettiğini düşünüyor. Fakat İsrail’in derdine çare olarak seçtiği metot, işgal, İsrail’in normalleşmesini engellediği gibi orta ve uzun vadeli hiçbir sorununa özünde çözüm olmuyor, aksine tüm bölgeyi de ateşe atarak sorunlarını derinleştiriyor.