Bir atasözü vardır: “Bir adama kırk kez deli derseniz adam deli olur.” Aslında bu söz “algı inşası” ya da “negatif beklenti oluşturma”nın ne denli güçlü bir araç olduğunu gösteriyor. Son dokuz-on aydır küresel finans medyasında sürekli olarak “Türk ekonomisi krize doğru gidiyor”, “Türkiye ekonomisi duvara çarpacak” şeklinde çok sayıda haber yapıldı. Yine son birkaç yıldır küresel finansal reyting kurumlarının yayımladıkları raporlarda Türkiye’ye yönelik olumsuz algıyı objektif kıstaslara bağlama yarışına girdikleri görüldü. O dönemde standart göstergeler bakımından son derece kötü durumda olan İtalya ve İspanya gibi ülkeleri ıskalayan gerek basın ve gerekse de reyting kurumlarının hedef tahtasına Türkiye’yi koymalarının tesadüfi olduğunu düşünmek naiflik olur. Bunlara bir de ABD Başkanı Trump’ın Türkiye aleyhine attığı tweetleri eklemek lazım. Bunları birleştirip sentezlediğimizde bir tür olumsuz beklenti ya da risk algısı oluşturma ya da inşası karşımıza çıkmakta.
Gezi Parkı Şiddet Eylemleri’nden itibaren oluşturulmaya çalışılan ve Türkiye’nin istikrarsız olduğuna yönelik olumsuz algının 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ivmelendiği ve cumhurbaşkanı seçimi sürecinde ivmelenmenin daha da hız kazandığını gözlemliyoruz. Olumsuz algı bir kez inşa edildikten sonra hale hale yayılıyor ve derinleşiyor. Türkiye’ye yönelik bu abartılı risk algısının inşası belirli bir eşiği geçmesiyle devamı çorap söküğü gibi geliyor. 12 Ağustos’ta döviz kuruna yönelik bir spekülatif atak yapıldı ve Türkiye saatiyle gece 22.00 itibarıyla TL yabancı paralar cinsinden hızla değer kaybetti. Türkiye ekonomisiyle ilgili temel veriler ele alındığında bu tür bir spekülatif atağa neden olabilecek, olağanüstü kötü kabul edilebilecek bir gösterge mevcut değildi. Bu nedenle aklı başında olan ya da mevcut duruma ideolojik olmayan objektif gözlüklerle bakan hiçbir iktisatçı bu yaşananları normal göremezdi.
Konuya bir de uluslararası arenada yaşanan konjonktürel ve yapısal sorunlar çerçevesinden bakmak gerekiyor. Rahip Brunson’ın ABD’ye dönmesi sonrasında Washington ile ilişkilerde bahar havası esmesine rağmen aslında çok sayıda konuda ciddi görüş farklılıkları da bulunmakta. Önümüzdeki dönemde iki ülke arasındaki ilişkilerin kırılgan ve hassas bir satıhta devam edeceği aşikar. 4 Kasım’da ABD’nin İran’a uygulamaya başlayacağı ikincil yaptırımlar ve Suriye’deki gelişmelerin yine Ankara-Washington ilişkilerine ciddi etkisi olacak. Buna ilave olarak ABD-Çin, ABD-AB ve ABD-Rusya ilişkileri küresel risk algısını ve dolayısıyla Türkiye ekonomisini etkileme potansiyeline sahip diğer konular.
Kırılganlıklar Azaltılmalı
Enflasyon son birkaç aydır ciddi bir yükselme eğiliminde. Baktığınız yere göre bu gidişatı farklı değerlendirmek mümkün. Ekonomi disiplini bakımından enflasyonun parasal (finansal) bir olgu ve temel olarak parasal sıkılaşma (ya da faiz artışı) enflasyonu dizginlemek için reçete edilen ilk etkili ilaç olarak takdim edilebilir. Enflasyon ile para miktarı arasında güçlü bir ilişki olması durumunda sıkılaştırıcı para politikasının etkinliği kanıtlanmış bir olgu. Ancak parasal sıkılaştırmanın bu amaca hizmet etmesi ancak ve ancak bu ikisi arasında güçlü bir ilişki olması durumunda söz konusu.
Türkiye’de son birkaç yıldır ve daha spesifik olarak 2018 başından itibaren yaşananlar dikkate alındığında para politikasının gerek döviz kuru ve gerekse de enflasyonu kontrol altına alma hususunda etkili olma kapasitesinin son derece sınırlı olduğunu söyleyebiliriz. Merkez Bankamızın politika faizini ciddi anlamda artırmasına rağmen bunun döviz kuruna olan etkisi ile ABD vatandaşı rahip Brunson’ın serbest bırakılmasının döviz kuruna olan etkisini karşılaştırdığımızda bu durumu daha iyi anlayabiliriz. Bu cihetle gerek enflasyonun yukarı yönlü gidişatı gerek döviz kurunda gözlemlenen hareketlilik gerekse de ekonomide gözlemlenen yavaşlama sadece ekonomi penceresinden bakılarak yanıtlanamaz. Bu gelişmelerin siyasi ve uluslararası ilişkiler boyutlarını ve bunların neden olduğu “olumsuz algı” ya da “risk algısı”nı gözden kaçırmamamız gerekiyor. Türkiye ekonomisinin içinden geçtiği türbülansın arka planında dış faktörlerin yanında bazı iç faktörlerin rol oynadığını belirtmek mümkündür. Dolayısıyla ülke ekonomisiyle ilgili kırılganlıkların tamir edilmesi de gerekmekte.
Ülkemizde başta endüstri sektörü üretimi olmak üzere birçok sektörde üretim ithal ara malına bağımlı. Bunun yanında ülkemizde toplam talep ülkenin üretim kapasitesinin üzerinde ve ortaya çıkan açığın ithalatla kapatılması gerekiyor. Buna bir de tasarruf yetersizliğini eklemek gerekiyor. Tasarrufumuz yeterli değil zira ürettiğimizden fazla tüketiyoruz ve bu yüzden sürekli cari açık veriyoruz. Cari açığın bir şekilde finanse edilmesi gerek. Bu açığı finanse etmek için yurt dışı finans kurumlarından borçlanmamız gerekiyor ve borçlanma işini devlet, bankalar ya da reel sektörde faaliyet gösteren firmalar yapıyor. 2008 krizi sonrası başta ABD olmak üzere AB’nin para musluklarını açması nedeniyle küresel olarak uzunca bir süre düşük faizle ve uygun koşullarda borç bulmak kolaydı. Özellikle reel sektör firmalarının 2010 sonrasında küresel finans krizinin neden olduğu ucuz kredi fırsatını değerlendirdiği ve hatta bir miktar bağımlısı olduğunu gördük. 2015 itibarıyla küresel likiditede yaşanan bolluğun tersine döndüğünü ve dolayısıyla faizlerin artmaya başladığını biliyoruz. Ancak eğilim tersine dönmesine rağmen Türk reel sektör firmalarının bu bağımlılıktan vazgeçmediğini de bir tespit olarak bir kenara yazmak lazım. Küresel likiditede daralma ve dolayısıyla faizlerde meydana gelen yukarı yönlü harekete bir de Türkiye ile ilgili olarak yukarıda zikredilen abartılı risk algısını eklediğimizde şu an yaşanılan türbülansın resmini tamamlamış oluruz. Şunu unutmamak lazım ki Türkiye’nin küresel likiditeyi kontrol etme gücü olmadığı gibi küresel finans mimarisini yöneten ABD’nin elinde bulundurduğu enstrümanlarla baş edecek araçlara da sahip değil. Bu nedenle önce kırılganlıklarımızı azaltmamız gerekiyor.
Uzun Soluklu ve Kararlı Duruş
Enflasyonda son birkaç aydır yukarı yönlü ciddi bir hareket var. Döviz kurunun bu kadar hızla tırmanışa geçmesinin de etkisiyle yurt içi fiyatlarda yukarı yönlü bir seyir gözlemliyoruz. Türkiye’de döviz kurundan enflasyona doğru geçişkenlik ülkemizin üretim karakteristiğinden kaynaklanıyor. Ülkemizde üretim yapısal olarak ciddi anlamda ithal ara malına dayalı. Ayrıca yatırım harcamalarımız büyük oranda ithal sermaye mallarıyla gerçekleştiriliyor. Bu nedenle Ağustos ve Eylül’de kurun hızla yukarı doğru hareketi ister istemez üretim maliyetlerini ve dolayısıyla tüketici fiyatlarını etkiledi. Ekim’de de enflasyonun bir miktar yukarı yönlü olması beklenebilir. Ancak bu durumu tersine çevirme kapasitesi olan üç önemli gelişme de yaşadık:
- 19 Eylül’de Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak tarafından açıklanan Yeni Ekonomi Programı’nda (YEP) zikredilen tasarruf artırıcı adımlar
- 9 Ekim’de yine Bakan Albayrak’ın Enflasyon ile Topyekün Mücadele Programı (ETMP)
- 13 Ekim’de ABD vatandaşı Brunson’ın mahkeme tarafından hükmünün açıklanması ile Washington-Ankara ilişkilerinde gözlemlenen yumuşama ve bunun döviz kuruna etkisi
Türkiye’de ekonominin sağlıklı bir şekilde yönetilmesi ve dolayısıyla enflasyonun makul bir seviyede tutulması aslında iç içe geçmiş iç ve dış faktörlere bağlı. Türkiye’nin ekonomik performansının başarılı bir yörüngede sürdürülmesi bir yönüyle uluslararası gelişmelerle ilgili ve bu bakımdan ülkemize yönelik risk algısının makul bir seviyede tutulması gerekiyor. Bu nedenle ekonomik gidişatın sağlıklı yürütülmesinin önemli bir ayağı uluslararası risk algısının yönetimidir. Açıkça söylemek gerekir ki bu alanda Türkiye’nin elinde çok fazla araç yok.
İkinci ayak finans ayağı ve bu komuta merkezinde Merkez Bankası, Bankalar Birliği ve BDDK gibi kurumlar yer almakta. Enflasyonun kontrol altına alınmasında merkez bankaları tek başına yetersiz kalıyor. Bu nedenle Merkez Bankasının enflasyonla mücadelesine devlet aygıtı içerisinde diğer kurumların yardım etmesi gerekiyor. İşte devletin diğer kurumlarının ekonominin iyi yönetilmesine yönelik doğru politikalar uygulaması üçüncü faktör durumunda. Yukarıda zikredilen YEP’te ortaya konulan kamuda tasarrufa gidilmesine yönelik adımları bu kategoride değerlendirebiliriz. Dördüncü sacayağı ise ülkedeki girişimciler ve vatandaşların karakteristiği. 2001 krizinin hızlı bir şekilde atlatılması diğer birçok faktörün yanında Türk özel sektörünün esnekliği, dinamizmi ve becerisinden kaynaklanmıştır. Gerek 2001 krizi gerekse 15 Temmuz sonrasında Türk halkının feraseti bu dönemlerin hızla geçiştirilmesinde son derece önemli bir rol oynamıştır. 9 Ekim’de Bakan Berat Albayrak’ın açıkladığı ETMP aslında bu ferasetin enflasyonla yapılacak mücadeleye dahil edilmesi anlamını taşımaktadır.
ETMP’ye katılımın çığ gibi büyümesi sevindirici. Birçok firma Ekim’de yüzde 10’luk indirime gittiklerini belirtti. Geniş kitlelerin enflasyonla yapılan mücadeleye destek vermesi psikolojik olarak çok önemli. YEP’te de zikredildiği gibi enflasyonla mücadele uzun soluklu ve kararlı bir duruş gerektiriyor. Bu mücadelenin “geceden sabaha” kazanılmayacağı ekonomi yönetimince kavranmış durumda. Uluslararası alanda önümüzdeki dönemde risklerin makul bir seviyede kalacağı varsayımıyla gerek Merkez Bankamız gerekse devlet aygıtının diğer organlarının enflasyonla mücadele konusunda kararlı bir şekilde sonuca ulaşabilecekleri ve böylece enflasyonun yeniden tek hanelere düşeceği öngörülebilir.