İsrail 7 Ekim 2023’te Aksa Tufanı Operasyonu sonrasında Gazze’de on binlerce sivili katletmeye ve toplu şekilde cezalandırmaya devam ediyor. Başta Batı devletleri olmak üzere çok sayıda devlet, İsrail’in bu katliamlarına karşı çıkmayarak, hatta destekleyerek bir anlamda suç ortağı haline geliyor. Bazı devletlerse İsrail’in şiddet politikasına karşı çıkarak bunu durdurmaya, en azından bu suçları ifşa ederek uluslararası toplumda bir farkındalık oluşturmaya çalışıyor. Doğal olarak son yedi aydır gözler, İsrail’in işlediği savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve hatta soykırım suçu üzerine odaklanmış durumda. Diğer taraftan Aksa Tufanı Operasyonu ve sonrasında yaşanan gelişmelerin ortaya çıkardığı ve bölge güvenliği açısından etkilerini uzun bir süre hissedeceğimiz bir gerçeklik var: İsrail’in dokunulmaz olduğu ve yenilmezliği efsanesi kesin olarak sona erdi.
İsrail’in Kırılganlıkları
İsrail’in güvenlik açısından ne kadar “güçlü” ve ne kadar “hazırlıklı” olduğuna ilişkin zaman içinde çok sayıda komplo teorisi geliştirilmiş veya ön kabul oluşturulmuştu. Bunlardan bazılarının kaynağı, geçmişte yaşanan Arap-İsrail Savaşları’nda İsrail’in gösterdiği “performans” iken bazıları da İsrail’in Filistinli gerilla gruplarıyla mücadelesinden veya sivillere karşı uyguladığı şiddet politikasından kaynaklanıyordu. Bu komplo teorilerinden veya ön kabullerden hangisi doğru olursa olsun, ortada belirgin ve değiştirilmesi oldukça zor bazı gerçeklikler bulunuyor. Bu gerçeklikler aynı zamanda İsrail’in kırılganlığını oluşturuyor.
Kırılganlıkların başında İsrail’in coğrafyası bulunuyor. İsrail savunma derinliği oldukça sınırlı bir coğrafyaya sahip. İkinci olarak İsrail, algıladığı tehditlerle, özellikle konvansiyonel tehditlerle mücadele edebilmek için hazırda bulundurması gereken asker sayısı açısından yeterli nüfusa sahip değil. 9,5 milyon civarında bir nüfusa sahip olan İsrail’in bu nüfusunun yüzde 20’sini Arap asıllı İsrail vatandaşları oluşturuyor.
Üçüncü olarak da İsrail’in aktif işgal altında tuttuğu Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Golan tepeleri ile 2005’te çekildiği ancak uyguladığı abluka ve saldırılar sebebiyle pasif işgali devam ettirdiği Gazze, İsrail’in güvenliği açısından ayrı bir kırılganlık oluşturuyor. Zira İsrail her ne kadar işgali kalıcılaştırmak için bu topraklara “yerleşimci” adı altında yeni işgalciler yerleştirse de bu topraklarda yaşayan Filistinliler göz ardı edilmemeli. Örneğin Doğu Kudüs’ün halihazırdaki nüfusunun yüzde 60’ından fazlası Filistinliyken yüzde 35’ten fazlası da işgalci yerleşimcilerden oluşuyor. Batı Şeria’da ise üç milyon Filistinli yaşarken İsrail’in yerleştirdiği işgalci yerleşimcilerin sayısı 500 bin. Dolayısıyla İsrail her ne kadar bu toprakları işgal altına alıp Filistinlileri bir anlamda rehin tutuyor olsa da aslında bu durum İsrail için ciddi bir kırılganlık oluşturuyor.
İsrail’in Güvenlik Stratejisinin Temel Sütunları
Bu kırılganlıklara sahip olan İsrail’in güvenlik stratejisini temelde dört başlık altında ifade etmek mümkün. Bunlardan birincisi, yeterli savunma derinliği olmadığı için “savaşı düşman toprağında gerçekleştir” şeklinde özetlenebilir. Buna göre diğer devletlerle bir savaş kaçınılmazsa, bu savaşı mümkünse İsrail başlatmalı ve savaşın cephesi düşman ülkenin toprakları olmalıdır.
İkincisini, eğer bir konvansiyonel savaş olacaksa “sürenin mümkün mertebede kısa tutulması” oluşturuyor. İsrail’in tarafı olduğu bir savaş ne kadar uzarsa üzerindeki yük ve yıpratıcılık o kadar artmaktadır. 1967 Savaşı’nın altı gün; 1973 Savaşı’nınsa 18 gün sürmesi bir tesadüf değil. Nüfusu yetersiz olduğundan, istisnalar dışında İsrail’de erkekler 32 ay, kadınlarsa 24 ay zorunlu askerlik yapıyor. Ancak zorunlu askerlikten sonraki süreçte de “yedek” olarak her yıl bir süre görev yapmak zorundalar. Halihazırda zorunlu askerlik süresinin ve yedeklerin yıllık görev sürelerinin uzatılması planlamaları da yapılıyor.
Savaş ve kriz dışı bir anda İsrail ordusu 170 bin kişinin altındayken yedeklerin göreve çağrılmasıyla kısmi veya toplu bir seferberliğe girebilmektedir. Diğer ülkelerdeki seferberlik sistemleriyle kıyaslandığında hızlı bir şekilde mobilize hale gelen İsrail ordusunda asker sayısı kısa bir süre içinde 500 binin üzerine çıkabiliyor. Bu durum, nüfus yetersizliğini bir açıdan dengelerken, seferberliğin uzun sürmesi, İsrail’deki ekonomik ve sosyal yaşamı oldukça olumsuz etkiliyor. Bu nedenle İsrail mümkün mertebede savaşları veya krizleri “sınırlı ve kısa süreli” tutmayı amaçlıyor.
İsrail güvenlik stratejisinin üçüncü sütunu, algılanan tehditlere karşı veya uğranılan saldırılara karşı “orantısız misillemede bulunmak” şeklinde. İsrail burada rakibine aynıyla, hatta misliyle bile değerlendirilemeyecek kadar ağır bir misillemede bulunarak karşı tarafı gelecekteki saldırılardan vazgeçirmeyi amaçlıyor. İsrail, askeri hedeflerin yanı sıra özellikle sivil hedeflere saldırılar yaparak bu orantısız tepkiyle “etkili” bir caydırıcılık kurmaya çalışıyor.
Örneğin 2006’da Hizbullah’ın düzenlediği saldırıda üç askerinin öldürülmesi ve iki askerinin kaçırılması üzerine İsrail, 12 Temmuz’da Lübnan’a 34 gün süren bir saldırı başlatmıştı. Bu saldırılarda Lübnan’da büyük çoğunluğu sivil binin üzerinde Lübnanlı öldürülürken 4 binin üzerinde Lübnanlı yaralanmıştı.
Dördüncü olarak da çok fazla dillendirilmeyen ancak herkesin aklında olan “nükleer kart” yer almaktadır. Her ne kadar resmi olarak ret veya kabul etmese de İsrail’in nükleer silahlara sahip olduğu biliniyor. Nükleer silahlara sahip olduğuna yönelik “belirsizlik politikası” nedeniyle nükleer doktrini de bilinmeyen İsrail’in olası nükleer silah kullanımı 1973 Savaşı haricinde çok fazla tartışılmadı. Ancak varlığını ortadan kaldırma ihtimali bulunan bir kriz veya çatışma karşısında nükleer kartını masaya koyacağı da beklenen bir gelişme. Dolayısıyla resmi düzeyde kabul etmese de nükleer silah envanteri, İsrail’e konvansiyonel krizler karşısında defansif anlamda bir caydırıcılık sağlıyor.
7 Ekim’in Stratejik Sonuçları
HAMAS tarafından gerçekleştirilen Aksa Tufanı Operasyonu, birçok açıdan İsrail’in on yıllardır oluşturmaya çalıştığı güvenlik politikasını ve caydırıcılığı sorgulatan; “dokunulmazlığını” ortadan kaldıran bir gelişme oldu. Zira 1978-1979 Camp David Anlaşmalarıyla Mısır’ı Filistin temelli Arap-İsrail gerginliğinde devre dışı bırakan İsrail, 1993’teki Oslo Anlaşmalarıyla da Filistin Kurtuluş Örgütü ve Ürdün ile anlaşma imzalamıştı. Suriye’nin görece zayıf durumu dikkate alındığında İsrail, bu anlaşmalarla kendisine yönelik kapsamlı bir konvansiyonel saldırı ihtimalini devre dışı bırakmıştı. Diğer Filistinli gruplar ile Lübnan’daki Hizbullah ise İsrail açısından görece kontrol edilebilir birer unsur olarak görülüyordu. 2005’te Gazze’den göstermelik çekilme, biraz da bununla ilişkiliydi.
2006’da yaşanan iki gelişme, İsrail’in karşılaşacağı riskler açısından önemli ip uçları verdi. Bunlardan birincisi Filistin’de düzenlenen seçimlerde HAMAS’ın birinci parti olarak öne çıkması oldu. ABD ve bölgesel konjonktürün de desteğiyle “HAMAS etkisinin” Gazze’yle sınırlandırılmasını sağlayan İsrail, 2007’den itibaren Gazze’ye kapsamlı bir hava-kara-deniz ablukası uyguladı. Ayrıca belirli aralıklarla Gazze’ye düşük yoğunluklu saldırılar; 2008-2009’da, 2014’te ve 2023-2024 döneminde olduğu gibi de geniş kapsamlı saldırılar gerçekleştirdi.
İkinci gelişmeyse 2006’da Hizbullah’a yönelik saldırısı oldu. Bu saldırının İsrail güvenlik politikaları açısından önemi, bir devlet dışı aktörle asimetrik bir savaş gerçekleştirmeye çalışan İsrail tarafından “beklenenden” daha fazla kaybın gerçekleşmiş olmasıydı. Bir anlamda asimetrik bir savaşta İsrail’in gücünün sınırları ortaya çıkmış oldu.
Aksa Tufanı Operasyonu bu perspektiften ele alındığında, İsrail’in 1973’ten sonra ilk defa (üstüne üstlük savaşın yıl dönümünde) sürpriz bir saldırıya uğradığı görülmektedir. Ne İsrail askeri istihbaratı AMAN, ne iç istihbaratı Şin Bet ne de dış istihbaratı Mossad bu operasyonun istihbaratını elde edebilmişti. Ne de İsrail ordusu böylesi bir saldırıya hazırlıklıydı. Nitekim HAMAS saldırısıyla birlikte ilk defa devlet dışı bir aktör, İsrail için bu denli bir risk oluşturdu. Aksa Tufanı Operasyonuyla İsrail, (kısa süreliğine de olsa) ilk defa topraklarının kontrolünü kaybetti ve kendi topraklarında ilk defa bu kadar fazla İsrailli esir alındı ve askeri kayıp verdi.
Kırılgan İsrail'in Limitleri
Dolayısıyla Aksa Tufanı Operasyonu, birçok uzmanca askeri ve istihbari gücü tartışılmayacak kadar etkili görülen İsrail’in gücünün limitlerini ortaya koydu ve dokunulmazlığını sona erdirdi. Bundan sonra İsrail’in benzeri bir caydırıcılığı ortaya koyması oldukça zor. Zira Gazze’de katledilen sivil sayısı 34 bini aşsa da İsrail’in kırılganlığı ve dokunulabilir olduğu gerçeği hep ortada olacak.
Bu durum farklı bir açıdan İsrail ile İran arasında Nisan’da yaşanan gerginlikte de teyit edildi. Zira Aksa Tufanı Operasyonuyla doğrudan ilişkili olmasa da süreçte yaşanan İran-İsrail gerginliği, İsrail açısından yine bir ilk olma özelliği taşıyor. İsrail’in 1 Nisan’da Şam’daki İran Büyükelçiliği kompleksine saldırması ve en az üç İranlı generali öldürmesi sonrasında İran da İsrail’e bir karşılık vermek durumunda kaldı. Bu saldırı öncesinde İsrail’in Suriye ve Irak’taki İran ve İran yanlısı hedefleri vurması, İran’ın da bunlara vekil aktörler üzerinden cevap vermesi alışıldık bir durum haline gelmişti. Ancak İsrail’in 1 Nisan saldırısı, bir anlamda limitlerin dışına çıktığını gösterdi ve İran da cevaben 13 Nisan’da yüzden fazla dron, seyir füzesi ve balistik füzeyle İsrail’e karşılık verdi. İki ülke arasındaki ilişki veya İran saldırısının siyasi ve askeri açıdan değerlendirilmesi bir tarafa, açık olan şey İsrail uzun bir süreden sonra ilk defa bir devletin doğrudan saldırısına uğradı. Saldırının oluşturduğu tahribat bir yana, bir devletin İsrail topraklarına saldırı düzenleyebilmiş olması, bundan sonra da benzeri saldırıların düzenlenebilme ihtimalini ortaya çıkardı.
Dolayısıyla İsrail’in on yıllardır oluşturduğu güvenlik stratejisi hangi nedenle olursa olsun 7 Ekim’de HAMAS saldırısıyla, 13 Nisan’da ise İran saldırısıyla ciddi bir darbe aldı. Gazze’deki katliamlar ve gerçekleştirilen savaş suçları veya İran’a yönelik göstermelik karşı misilleme, bu güvenlik stratejisine dayalı caydırıcılığın yeniden ihdasını sağlayamaz. Filistin özelinde HAMAS’ın Aksa Tufanı Operasyonu, İsrail’in on yıllardır uyguladığı işgal ve şiddet politikasının sürdürülemez durumunu bir kez daha gösterdi. Bunun da ötesinde sürecin İsrail açısından ne kadar maliyetli hale gelebileceğini ortaya koydu.