Ocak 2017’de Trump, kızı İvanka ile evli olan Kushner’i danışmanlığına atadığında ABD’de 1967 tarihli Anti-Nepotizm Kanunu’nun çiğnendiği tartışılmıştı. Tam iki yıl sonra, Ocak 2019’da Kushner’in üst düzey güvenlik soruşturmasını geçemediği, “potansiyel olarak yabancı güçlerin etkisinde olabileceğine” dair iki olumsuz rapora rağmen, Beyaz Saray personel güvenlik şefi Carl Kline’ın şahsi kararıyla akreditasyon aldığı ortaya çıktı. Tepkilerin dozu artınca Kushner’in bu görevi karşılığında maaş almayacağı duyuruldu ve ardından ekibiyle birlikte Ortadoğu Barış planı üzerinde çalıştıkları belirtildi. Trump, Mayıs 2017’de bölge ülkeleri ziyareti kapsamında Suudi Arabistan’a gittiğinde Suudi kraliyet ailesi bireylerinin Kushner ve ekibiyle olan samimiyeti dikkatlerden kaçmadı. Bu ziyarette, Trump’ın bölgesel İran tehdidine vurgu yapması ve terörizm ile güvenlik meselelerinde birlikte hareket etme sözü vermesi Suudi yönetiminin kulaklarında hoş bir seda olarak kaldı.
Aslında bu ziyaret Ortadoğu’da yeni bir başlangıca işaret ediyordu ve sonrasında Trump’ın “Yüzyılın Anlaşması” dediği söylem üzerinden yeni evreler hayata geçirilecekti. Kushner ve ekibi tarafından hazırlanan ve resmi adıyla “Refah İçin Barış: Filistin ve İsrail Halkının Yaşamlarını İyileştirme Vizyonu” ve genelde Trump Barış Planı olarak bilinen iki aşamalı planın ekonomiyi ilgilendiren ilk bölümü Haziran 2019’da duyuruldu. Plan, taraflı olduğu gerekçesiyle Filistin yönetimi ve İsrailli yerleşimciler tarafından kabul edilemez bulundu. Trump planının politik olan ikinci kısmı ise Ocak 2020’de açıklandı. Yüzyılın Projesi, Ekim 2017’de Suudi Arabistan'ın Veliaht Prensi Muhammed Bin Selman’ın duyurduğu 500 milyar dolarlık Neo-Müstakbel (NEOM) projesinin başarılı olamamasının ardından geliştirilmiş bir plandı. Planın hazırlanma aşamalarına doğrudan ilgilendirdiği halde Filistinliler dahil edilmediği gibi planın duyurulma törenine de davet edilmediler; duyurunun kahramanları Trump ile Netanyahu oldu.
Kushner’in Rolü
Ortadoğu diplomasisinde hiçbir deneyimi olmayan Kushner’in İsrail ve Filistin gibi çetrefilli konularda ABD politikasını yönlendirmesi mümkün müydü? Elbette değil, kendisi Siyonist yayılmacılığı, illegal yerleşimcileri finansal olarak da destekleyen emlak milyarderi babası Charles Kushner ve avanesini temsilen bu pozisyonda bulunmakta. Netanyahu’nun bu aileyle ilişkileri o kadar güçlüdür ki, başbakan iken bile Kushnerlerin New Jersey’deki evlerinde kalır. Filistinlilerin Kushner tarafından sunulan önerilere şüpheyle yaklaşmasının birincil nedeni budur. İkincil nedeni ise Kushner ekibinin ekseriyetle İsrail yanlısı ve Siyonizm’e kendini adamış bireylerden oluşmasıdır. Örneğin, ekipteki ağır toplardan David Friedman, işgal altındaki topraklarda inşa edilen yerleşimcilerle yakın ilişkiler içinde olmasına rağmen Trump tarafından İsrail’e büyükelçi olarak atandı. Asıl mesleği avukatlık olan Friedman, Filistin devletinin kurulmasının çok da gerekli olmadığını alenen beyan etmiş biri. Üstelik bu şahıs geçmişte, İsrail devletinin aşırı güç kullanımı, insan hakları ihlalleri gibi edimlerini eleştiren liberal Yahudileri “Nazi iş birlikçileri” olarak nitelemiş. Bu ve benzer görüşlerde olan bireylerin iki devletli çözüm çabalarına olumlu katkı sunmayacağı, bölgede barışın tesisine fazla katkılarının olmayacağı aşikar.
Trump’ın danışmanlığına resmen atanmasından tam üç yıl sonra Kushner ve ekibinin hazırladığı 181 sayfalık Refah İçin Barış dosyası yayımlandı. Ana metni 39 sayfadan oluşan dosyanın ilk bölümü siyasi konulara, 29 sayfadan oluşan ikinci bölüm ise ekonomi ile ilgili konulara ayrılmış. İlk bölümün daha giriş bölümünde (ikinci sayfasında) ilgi çekici ifadeler yer alıyor: “İsrail devleti ile Filistinliler arasındaki çatışma diğer Arap ülkelerini ilişkileri normalleştirmekten ve bölgede birlikte istikrar, güvenlik ve refahın tesisine mani oldu. … İsrail ile Müslüman ve Arap ülkelerinin çoğunluğunun resmi ilişkilerinin olmayışı İsrailliler ile Filistinliler arasındaki çatışmayı daha da arttırdı. Biz inanıyoruz ki eğer daha çok Müslüman ve Arap ülkeleri İsrail ile ilişkileri normalleştirirse İsrailliler ile Filistinliler arasındaki çatışmaya adil ve kabul edilebilir bir çözüm için yol kat edilecek ve radikallerin bu çatışmayı kullanıp bölgede istikrarı bozmasını engelleyecektir.”
Ocak 2020’de aslında sadece bir barış dosyası yayınlanmadı, aynı zamanda “Müslüman ve Arap ülkeleri” için yeni bir evrenin başladığı müjdelendi(!). Ortadoğu’da artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Barış planlarının duyurulmasının ardından bazı Arap medya kanallarında Körfez ülkelerinin İsrail ile görüşmeler yapmakta olduğu ve anlaşmanın özellikle bir Körfez ülkesi tarafından imzalanacağı üzerine spekülatif haberler dolaşıyordu. En kötü komplo teorilerinin bile sınırlarını zorlayan bu söylemlere Ortadoğu’da yaşayanlar ile bölgede olup bitenleri anlamlandırmaya çalışanlar ihtiyatlı yaklaşmayı tercih ettiler. Oysa, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile İsrail arasında “normalleşme” İsrail’in emirliğin başkenti Abu Dabi’de 2015’te Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansına bağlı olarak bir diplomatik büro açmasıyla resmi olarak zaten gerçekleşmeye başlamıştı.
Yine de, 13 Ağustos’ta BAE ile İsrail arasında yapılan anlaşma genel anlamda soğuk duş etkisi yaptı. Böylesi durumlarda olası tepkileri en aza indirmek bazen anlaşmanın kendisinden daha önemlidir ve halkı ikna PR çalışmaları hemen başladı. Bu aşamada daha etkin bir terminoloji dolaşıma sokuldu: İbrahim Anlaşmaları (Abraham Accords). Tarihteki yerini İbrahim Anlaşmaları olarak alacak ittifaklarda ülkelerin adı fazla görünür olmayacak. Bir diğer unsur ise bu anlaşmaların BAE ile sınırlı kalmayacağı, özellikle Körfez ülkeleri ile imzalanmaya devam edileceği ve kaçınılmaz olarak da Kuzey Afrika ülkelerini de kapsayacağının işaretidir. Her üç semavi dinde de Hz. İbrahim ve iki oğlunun önemli bir yeri vardır. Müslümanlara göre büyük oğul Hz. İsmail, Hıristiyan ve Yahudilere göre ise küçük oğul Hz. İshak ön plandadır. Dolayısıyla Hz. İbrahim’in iki oğlunu önemseyenlerin aralarında anlaşma yapmasından daha doğal bir şey olamaz. Bu isimlendirme bölge yönetimlerinin elini halk nezdinde rahatlatan bir unsur haline geldi. Nitekim, Umman Sultanlığı, Mısır, Ürdün ve Bahreyn üst düzey resmi açıklamalarla anlaşmadan duydukları memnuniyeti beyan ettiler. Suudi Arabistan’ın sessiz kalması, Kral Selman’ın İsrail ile normalleşmeye karşı olması nedeniyle Prens Muhammed bin Selman’ın anlaşmaya olan desteğini açıklayamadığı yorumlarına neden oldu.
BAE ile yapılan anlaşmanın şoku yankılanırken 15 Eylül’de bu kez Bahreyn ile İsrail arasında bir anlaşma imzalandı. Her iki anlaşma içerik itibariyle birbirinin benzeri zira her ikisi de İbrahim Anlaşmaları adını alan Refah İçin Barış metninin öngördüğü kapsamlı alanlardan alıntılamalar ile oluşturulmuştur. Anlaşmada iş birliği alanları, “Finans ve Yatırım; Sivil Havacılık; Vize ve Konsolosluk Servisleri; İnovasyon, Ticaret ve Ekonomik İlişkiler; Sağlık; Bilim, Teknoloji ve Uzayın Barışçıl Amaçlarla Kullanımı; Turizm, Kültür ve Spor; Enerji; Çevre; Eğitim; Deniz Alanları Düzenlemeleri; Telekomünikasyon ve Posta; Ziraat ve Gıda Güvenliği; Su ve Hukuk Alanında İşbirliği” olarak belirtilmiştir.
Bu anlaşma Başbakan Netanyahu ile BAE Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayed Al Nahyan arasında Trump’ın şahitliğinde imzalandı. Bahreyn ile yapılan anlaşma da Netanyahu ile Dışişleri Bakanı Abdullatif Al Zayani arasında yine Trump’ın şahitliğinde imzalanmıştır. Dikkat edilirse her iki anlaşma da İsrail tarafından Başbakanlık düzeyinde imzalanırken, BAE ve Bahreyn adına Dışişleri bakanları düzeyinde imzalanmıştır. Belli ki, BAE devlet başkanı Şeyh Halife bin Zayed Al Nahyan ve Bahreyn Kralı Hamed bin İsa el-Halife metne şahsen imza atmaktan imtina etmişler. Ayrıca anlaşmanın henüz imzası kurumadan, anlayış farklılıklarının ortaya çıktığı görüldü: BAE hükümetine göre İsrail Batı Şeria’da bazı bölgeleri ilhak planından derhal vazgeçecek (immediately stops), oysa İsrail tarafına göre ise ilhak geçici olarak durdurulacak (suspend).
Anlaşmalara Tepkiler
İmzalanan anlaşmalara tepkiler gelmekte gecikmedi, İsrail muhalefeti en ciddi eleştirileri dillendirdi. Yolsuzluk iddialarıyla yargılanmakta olan Başbakan Netanyahu’nun kapalı kapılar ardında oluşturulmuş anlaşma metinlerini Dışişleri ve Savunma bakanlıklarından görüş almadan ve Knesset’e dahi sunmadan imzalamış olmasından duyulan kaygılar ön plana çıktı. İsrail devleti adına imzalanan anlaşmanın neleri taahhüt ettiğinin net olmadığı ve İsrail’in bölgedeki stratejik avantajını yitireceği bir takım tavizler karşılığında bu anlaşmaların imzalandığı yönünde eleştiriler yöneltildi. Hatta, muhalifler acil yanıtlanması istemiyle meclise soruşturma önergesi verdi. Arap dünyasında ise yorumcular temkinli mesafelerini korurken, anlaşmalar hakkında oto sansür uygulayıp alenen olumsuz görüş beyan etmekten kaçınıyorlar. Ortadoğu geneline yayın yapan ve BAE/Suudi Arabistan finansmanı ile kurulmuş büyük medya yapılanmaları 7/24 anlaşmaların faziletlerini(!) anlatan yorumcularla dolu. Aynı zamanda aba altından sopa gösterip bu anlaşmaları eleştirmeye yeltenenlerin İran ajanı ve/veya bölgesel istikrarı bozmaya niyetli radikaller oldukları sinyalleri veriyor. Biraz daha ileri gidenler de var. Örneğin, 13 Eylül’de BAE’nin günlük gazetelerinde El-İttihad’da bir yazı kaleme alan Selam Hamid, İsrail devletinin 1948’de kuruluşuyla Yahudilerin Irak, Yemen, Fas, Mısır ve Suriye’den kovulmalarının “korkunç bir hata” olduğunu belirtirken bu insanların o topraklarda 2 bin yıldır yaşamakta olduğunun altını çizdi.
Ayrıca Arap medya kuruluşları, İsrail ile yapılan ve yakın gelecekte diğer ülkelerle yapılması muhtemel anlaşmalara zemin hazırlamak üzere Ürdün-İsrail anlaşması (1994) ertesinde propaganda araçlarıyla oluşturulan suni barış havasını anımsatan metotları uyguluyorlar. O yıllarda, İsrail’in bölge istikrarına yapacağı katkılar ve özellikle bölge refahını kısa sürede arttıracak olası yatırımları ziyadesiyle abartılmış, İsrail’in çapının üzerine çıkartılmış ve halkta yüksek beklenti yaratılmıştı. Oysa İsrail’in bölgesel saldırganlığı devam etmiş, Filistinlilerden çaldıkları topraklar üzerine illegal yerleşim şehirleri, kasabaları kurulmaya devam etmelerinin yanı sıra 2002’de, çoğu yine Filistinlilerden çalınan topraklar üzerinde asırlık zeytin ağaçları kesilip 760 kilometrelik duvar inşa edilmişti. Üstelik, Ürdün’de Petra, Cereş gibi ören yerlerini otobüs kafileleriyle ziyarete gelen İsrailli turistler sandviç ve şişe sularını dahi evlerinden yanlarında getirdiklerinden yerel ekonomiye fazla katkıları olmamıştı.
Anlaşmayı destekler yayınlar yapan BAE merkezli kuruluşlar, Filistin halkının yararına olacak, aynı zamanda bölgeye barış, istikrar ve refah getirecek “normalleşmeye” tümden karşı çıkan Filistin yönetiminin davranışının kabul edilebilir bir tarafı olmadığına vurgu yapıyorlar. Son günlerde ise 85 yaşındaki Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın çok yaşlandığı, doğru kararlar veremediği, zaten 15 yıldan fazla bir süredir iktidarda olmasının pek de demokratik bir görünüm vermediğinin altı çizilmeye başlandı. ABD’nin İsrail Büyükelçisi Friedman, “Seçilmemiş bir lider halkına liderlik edemez!” diyerek kapıyı araladığında, köşe başında bekleyen Muhammed Dahlan, 19 Eylül’de, “Filistin seçilmiş bir lidere gereksinim duyuyor!” diyerek liderlik için hazır olduğu mesajını verdi. 22 Eylül’de, Filistinli güvenlik güçlerinin bu açıklamadan sonra Dahlan destekçilerini tutuklamaya başladığı haberleri çıkmaya başladı.
Sonuç olarak, tarihsel ve güçlü dini referansıyla İbrahim Anlaşmaları adını alan Refah İçin Barış sürecinin Müslüman ve Arap ülkelerini İsrail ile anlaşmaları için muazzam baskı altına alacağı öngörülebilir. Netanyahu’nun Sudan Egemenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Abdulfettah el-Burhan ile yakın zamanda bir toplantı daha gerçekleştireceği haberleri servis edilirken Sudan ile yapılacak anlaşmanın Fas ile devam edebileceği yorumları yapılıyor. 2018’de Netanyahu’nun ziyaret ettiği ve Maskat’ta Sultan Kabus bin Said ile görüştüğü Umman Sultanlığı, İsrail ile yapılacak bir anlaşmanın en güçlü adaylarından biri. Ancak Ocak 2020’de iktidara gelen Sultan Heysem bin Tarık gücünü içeride konsolide edene kadar çok dikkatli davranmak zorunda.
Bu oluşuma karşı Türkiye 2010’da 340 milyon dolar olan ticaret hacmini 2019’da 2.24 milyar dolara yükselttiği Katar ile 53 yeni stratejik anlaşma daha imzaladı ve günümüzde 535 Türk-Katar ortaklığı şirket faaliyetlerine Katar’da devam etmektedir.
Ortadoğu’da barış için yapıldığı söylenen tüm bu faaliyetlerin aceleye getirildiği, Netanyahu’yu ciddi yolsuzluk suçlamalarıyla yargılanmakta olduğu mahkemelerden kurtarmayı amaçladığı da söylenebilir. Ayrıca tüm bu çabaların “barışa yaptığı katkılar” nedeniyle Trump’a Nobel Barış Ödülü’nü kazandırıp kazandırmayacağını bekleyip göreceğiz.