Edward Said, Joseph Conrad’ın Amy Foster adlı romanını okurken yazarın kendisinin de tıpkı romanının kahramanı gibi “avuntusuz, tek başına ve kimsenin anlamadığı bir dilde sayıklarken ölmekten korktuğunu” düşünmekten kendini alamadığını yazar. Hem Said hem Conrad hem de Conrad’ın romanının kahramanı, bir gün biteceği zamanla anlaşılan hayata bir bütünlük duygusu ve anlam kazandıran her şeyden, yurttan, kültürden ve insanın kendi ruhundan bir parça alıp tadabileceği tek araç olan ana dilden uzaklaşmak zorunda kalmış karakterlerdir. Her üçü de işgal edilmiş, tehdit altında olan ya da sömürge ve sömürge sonrası ülkelerden çıkan, kovuşturulmuş, soruşturulmuş ve özellikle aşağılanmış kimlik, kültür ve dillerin temsilcileridir.
Conrad, Polonyalıdır. Dünyayı dolaşma arzusu içinde yanıp kavrulduğu gençlik dönemlerinde İngiliz ticaret filolarının tüm dünyayı saran kolları onu ayartır, gemilerde çalışmaya ve “hiç kurtulamadığı kaba Polonyalı aksanı” ile İngilizce konuşmaya başlar. Yukarıda adı geçen roman ise ABD’ye göç ederken gemisi İngiltere açıklarında batan Doğu Avrupalı bir gencin hikayesidir. Genç, İngiltere’nin küçük bir kıyı kasabasında karaya çıkmış, oradan başka bir yere gidememiş, evlenmiş ve bir aile sahibi olmuştur. Amy Foster adı, hikayenin öznesi olan bu gencin değil onunla evlenen, çocuk sahibi olan ve ölüm döşeğinde iken –hiç kimsenin anlamadığı bir dille hiç kimsenin bilmediği ve umursamadığı yerleri ve insanları sayıklayan– onu, terk edip giden kadının adıdır. Edward Said’in hayatını ise sayıklarken yanında kendini anlayan birilerinin olup olmadığını bilmesek de genel hatlarıyla biliyoruz.
Zorunlu ya da Gönüllü Yabancılaşma
Bu girişin ima etmeyi amaçladığı ana olgu, yabancılaşmanın kaçınılmaz olarak insanın ve çevresinin aleyhine sonuçlandığıdır. Bir başka söyleyişle coğrafi ya da kültürel, silahla ya da eğitimle, zorunlu ya da gönüllü yabancılaşma, bir başkası (gibi) olma deneyimlerinin ne tür başarı, doyum, ilerleme hikayeleri içerirse içersin esasında trajik bir şeffaf zarla örtülü olduğudur. Zar trajiktir çünkü kendisine varoluşsal bir güven duyulmasına rağmen son nefeste yanında kendisini anlayacak birinin bulunmayışı, annenin ölüm haberinin dünyanın öteki ucundayken sosyal medyadan alınması, komşunuzun sizi, babaannenizi köydeki komşusunun gördüğü gibi asla görmemesi gibi ince zorlayıcılar karşısında son derece zayıftır. Yırtılması ve içindekilerin yerlere saçılıp değersizleşmesi, bin bir patolojik kendini kandırma hilesiyle yeniden toplanması kaçınılmazdır.
Bugün dünyada milyonlarca insan, kah bir şişme botta can havliyle kah paralı bir kolejde özene bezene kendi varoluş macerasının etrafını bu trajik zarla örmeye çalışıyor. “Public bir yerde oturup birer drink alan” genç profesyonellerden tutun, bir Netflix dizisinin takipçisi olduğunu gururla ifşa eden ve izlemeyenleri –ya da altyazılı izleyenleri– küçümseme hakkı olduğuna inanan ergenlere, ara tatilde altı gece yedi gün Avrupa turuna çıkan ve selfie’lerini köylü meslektaşlarıyla fesat akrabalarının yüzüne birer seçkinlik tokadı gibi çarpan okumuş orta sınıfa kadar pek çok gönüllü tarafından bu görünmez zar örülmekte ve nazar boncuklarıyla süslenmektedir. Bu gönüllülerin, eğitim olgusunun şu ya da bu yanıyla muhakkak ilişkili olması ise üzerinde düşünmek zorunda olduğumuz sorunun özünü oluşturmaktadır.
Genellikle sömürge sonrası toplumlarda görülen bu tür kültürel şizofreni semptomlarının artık bütün dünyada görülüyor olması önemlidir. Bu durumun sorumluluğu, Türkiye’de doğrudan doğruya eğitime ya da daha kısıtlanarak söylenirse “Batılı eğitim”e yüklenmekte; alelacele milli eğitim, dini eğitim ve değer eğitiminden söz edilerek bir köşeye çekilip oturulmaktadır. Bu yaklaşım durumu çözmeye de açıklamaya da yetmemektedir. Zira sorumluluğun tümü eğitimde değildir. Hele hele –Goethe’nin benzetişiyle– eğitimin “yüz yıldır kimse dinlemediği halde kendi kendine konuşup duran” bir insan gibi olduğu düşünülürse... Eğitim hayatın yalnızca bir bileşenidir ve herkesin özellikle suçlu aradığı zamanlarda düşünmeye eğilimli olduğu gibi “en çok dinlenen bileşeni” de değildir.
Yukarıda yakın çevremizden karikatürize örneklerle kabaca betimlenmeye çalışılan sorunun genel çerçevesini, değişen toplumsal kurallar adı altında P. Bordieu açıklamıştır. Ona göre artık “zorlamanın yerini ‘teşvik’, davranış kalıplarının zorla dayatılmasının yerini ‘ayartma’, davranışın denetlenmesinin yerini halkla ilişkiler ve reklamcılık, normatif düzenlemenin kendisinin yerini de yeni ihtiyaçların ve ‘arzuların’ uyandırılması” almıştır.
Bu basit görünen ama son derece derinlikli açıklamada tarafımdan tırnak içine alınan sözcükler, dünyada Batı ya da Batı dışı her ülkenin eğitim sisteminin “doğal” rakibi olan kavramlar haline gelmişlerdir. Özellikle “ayartma” ve “arzu” kilit iki kavramdır. Bu iki kavramın kültürler arası ilişkilerde etkinliği yeni başlamış değildir. Farklı, daha üstün olmasa bile daha renkli olan bir kültürün göstergelerinin bir başka kültür üzerinde “ayartıcı” etkiler yaratması ve farklı hayat, anlam ve haz “arzular”ı uyandırması tarihin farklı dönemlerinden örneklendirilebilir.
Ancak içinde olduğumuz karmaşık dönemin farkı, bu kavramların küresel sosyopolitik cihazlar haline getirilmiş olmalarıdır. Örneğin ülkesindeki onur yürüyüşüne katılan Kanada başbakanının kolları sıvalı gömleği ve sempatik gülüşü, sosyal medyadaki her ülkeden takipçilerinin hem kendi cinsiyet rollerine bakışlarını ve hem de ülkesinin geleneklerine, doğru ve yanlışlarına ve elbette siyasi figürlerine bakışlarını değiştirmekte ve onları “ayartma”ktadır. Ayartı kavramı, bir seçeneğin olası –hatta kaçınılmaz– kötü sonuçlarının gizlenerek sunulduğu örnekleri tanımlar. Örneğin 1960’larda bir küresel sigara markasının reklamında yer alan kovboy, sigarayı bir karizma göstergesi ve seçkin bir haz aracı olarak göstermişti. Oysa resmin arka yüzünde zifte boğulmuş akciğerler ve sigara üreticilerinin aslında ahlaksızca edindikleri servetler yer almaktaydı. Türlü ayartıcılarla yaratılan arzu nesnelerine/yaşantılarına yönelmenin kişinin “özgür seçimi” olduğu gibi “palavra” argümanlar, resmin arka yüzünü gizleyen kurnazlığın ürünleridirler.
Küresel Ayartıcılar Her Şeyi Köklerinden Sökerken
İçinde bulunduğumuz dönem, küresel ayartıcıların, bir insanın anlamlı bir hayat yaşamasını sağlayan her şeyi köklerinden söktüğü, üstelik bunu sessizce ve iz bırakmadan yaptığı bir dönemdir. Çok sayıda örnekle derinleştirilebilir fakat kabaca bu ayartıcıların cinsiyeti, milliyeti, dini, kültürü, ulus devleti ve çalışmayı hedef aldığı söylenebilir. Küresel ayartıcılara karşılık, kültürler ve Türkiye’deki ve dünyanın her yerindeki okullar ve eğitimciler aslında naçar kalmaktadırlar. Çünkü şu halleriyle hayata ilişkin yeni, anlamlı ve heyecan verici “arzular” üretememekte hatta ayartıcılardan bizzat kendileri etkilenmektedirler. Bir TV programında özel bir üniversitenin temsilcisi, kurumunun evrensel değerini kanıtlamak adına, “Avrupa’da pek çok seçkin restoranla anlaşmalarının olduğunu” söylemişti. Ayartıcılardan etkilenmeyenler ise onları açıklıkla tanımlamak yerine etkilenenleri suçlamayı tercih etmektedirler.
Bu durumda ödevin, yerli ve milli olan her şeyin politize edilerek eğitim olgusuyla birlikte ele alınması olduğu düşünülebilir. Ancak böyle düşünmenin, söz konusu hayati sorunu bir politik tartışma nesnesi haline getireceği öngörülebilir. Daha çok, yerli ve milli olanın, iyilik, doğruluk ve güzellik adına hayata sunduğu çözümlerin güncellenerek, insanlar tarafından “arzulanır” hale getirilmesidir. Bu, yerli ve milli olana, özetle kültüre politik bir tercih olarak bakılarak yapılamaz. Onun bir varoluş biçimi ve imkanı olarak ele alınmasını gerektirir. Bir varoluş biçimi ve imkanı olarak kültür ise yalnızca okul çağında bulunan çocuklar için bir imkan değil yetişkinler için de bir ahlaki ödevdir.