HAMAS’ın 7 Ekim’de gerçekleştirdiği Aksa Tufanı sonrası İsrail’in Gazze’ye yönelik orantısız ve soykırıma varan saldırıları sonrasında çatışmanın, bölgesel bir savaşa dönüşüp dönüşmeyeceği tartışılmaktadır. Bir kere, şu hususun altını çizmekte fayda vardır. Aksa Tufanı sadece Filistin-İsrail meselesinde değil, bütün Ortadoğu’da önemli bir kırılmaya yol açmıştır. 7 Ekim pek çok bölgesel ve küresel aktörün siyasetini gözden geçirmek zorunda kalacağı bir dönemin kapısını aralamıştır. 2010 sonlarında başlayan Arap isyanları ve devrimleri süreci ve Arap devletlerinin zayıflaması/çökmesi sonrasında başlayan “despotizmin yeniden tesisi ve tahkimi ve İsrail’i normalleştirme” süreçleri de akamete uğramak veya başka bir yöne evrilmek zorunda kalacaktır.
İsrail’in beklenmedik bir şekilde, HAMAS’tan büyük bir darbe alması ve sonrasındaki dört aya yaklaşan kitlesel ve sınırsız saldırılarına rağmen örgüte ciddi bir zarar verememesi, İsrail ve destekçilerini derin bir endişeye sevk etmiştir. Bunun bir sonucu olarak, İsrail HAMAS’ı vurmak adına Gazze’deki sivillere yönelik soykırıma varan saldırılara girişmiştir. Bugüne kadar Gazze’de şehit edilen insanların yaklaşık yüzde 70’nin çocuk ve kadın olması, İsrail’in sadece vahşetinin değil, aynı zamanda acziyetinin de bir göstergesidir. Çünkü HAMAS direnişçilerine ulaşamayan İsrail, HAMAS’ı caydırmak için ailelerini ve halklarını hedef almaktadır.
Bu olumsuzluklar karşısında İsrail’in zevahiri kurtarmak ve farklı bir görüntü ortaya çıkarabilmek için çatışmayı bölgeye yaymaya çalışacağını bilen ve gören Batılı destekçileri de İsrail’in bu çabalarını engelleme yönünde açıklamalarda bulundular. İsrail’e her türlü desteği kayıtsız ve şartsız bir şekilde sağlayan ABD başta olmak üzere Batılı devletlerin büyük çoğunluğu, çatışmanın yayılmasından ciddi bir şekilde etkileneceklerini biliyor ve bölgedeki varlıklarına önemli bir darbe olması ihtimaline karşı, tedbirler almaya çalışıyorlar.
İsrail ve Batılı devletlerin etkisinde bulunan Arap rejimlerinin, İsrail’in küresel ölçekte büyük yankı uyandıran vahşetine ses çıkarmaması, hatta belirli durumlarda dolaylı destek vermesi, bölge güç dengelerinde yeni bir durum oluşturmaktadır. Arap hükümetlerinin ses vermemesi üzerine bölgedeki devlet dışı aktörlerin İsrail’in vahşetine verdikleri tepki ön plana çıktı. Bunlardan en etkili olanı Yemen’deki Husilerin Kızıldeniz’den geçen gemilere saldıracağını açıklaması ve talep ettikleri ateşkesin sağlanmaması üzerine de ticaret gemilerinin hedef almalarıydı. Kızıldeniz’den geçen ticaret gemilerinin Husiler tarafından hedef alınması, İsrail saldırılarının bölgesel ve küresel ölçekteki en mühim kısa dönemli sonuçlarından ve maliyetlerinden biri haline geldi. Dünyanın en fakir ve insani krizlerle karşı karşıya kalan ülkesi olan Yemen’deki iç savaşın en etkili aktörlerinden biri olan Husilerin, İsrail’in Filistinlilere yönelik gerçekleştirdiği vahşete bir tepki olarak ticaret gemilerini vurması, çatışma cephesinin genişlemesinin bir örneği olarak da gösterilebilir.
Böyle dönemlerde, devletlerin başındaki kişilerin hem kişisel iktidarlarını devam ettirmek hem de hesap yanlışları yapmaktan kaynaklı beklenmedik olumsuz gelişmelerin ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir. Mesela, bir taraftan İsrail’in başındaki Netanyahu’nun iktidarını sürdürme gayreti, diğer taraftan da ABD’nin başındaki Biden’ın yeniden seçilme çabası, bölgedeki gelişmelerin seyrini etkilemektedir. Bu tür kırılgan durumlarda, şahsi veya grup menfaatlerini önceleyen yöneticilerin çatışmacı kararlarının, bölgeyi derin bir çatışma sarmalının içine sokma ihtimali çok yüksektir.
Bölgesel ve Küresel Güçlerin Beklentileri
İsrail’in yaklaşık dört aydır Gazze’ye yönelik sürdürdüğü vahşetinin büyük bir bölgesel savaşa dönüşme ihtimalini değerlendirebilmek için öncelikle bölgedeki etkili devletlerin ve küresel güçlerin beklentilerine ve siyasetlerine bakmak gerekmektedir.
Öncelikle, İsrail işgal devletinin beklentilerine ve siyasetine bakalım. 1948’den bu yana sürekli bir şekilde Filistinliler aleyhine sınırlarını genişleten İsrail devletinin yayılmacılık politikası, büyük bir darbe almıştır. Ne iddia ettikleri gibi nehirden denize Filistinsizleştirme ne de HAMAS’ı yok etme beklentilerine ulaşamayacakları ortaya çıkmış bulunmaktadır. Aslında, ne yapacağını bilemez durumdaki İsrail’in belirgin bir stratejisi de yoktur.
Mevcut İsrail hükümeti, çatışmanın bölgesel bir boyuta evrilmesi için her türlü provokasyonu yapmayı sürdürüyor. Gazze’ye yönelik saldırılarında beklediği başarıyı ve etkiyi yakalayamayan İsrail, destekçilerinden daha fazla yardım alabilmek ve yeni oldubittiler oluşturabilmek amacıyla Lübnan, Suriye ve İran’ı hedef almaya başladı. Ancak hem bölgesel aktörlerin hem de İsrail destekçilerinin istememesi dolayısıyla çatışmanın cephesi yayılım göstermedi.
İkinci olarak, bölgede izlediği çatışmacı siyasetle ön plana çıkan ikinci bir devlet olan İran’ın siyaseti en çok merak edilen konulardan biriydi. Acaba İran nasıl bir tepki verecekti? Gazze’deki İsrail vahşetinin başlangıcından bu yana sadece HAMAS’a başarı dileklerini ileten İran, Suriye ve Lübnan’da defalarca İsrail saldırılarına doğrudan hedef olduğu halde İsrail’e yönelik herhangi bir saldırı gerçekleştir(e)medi. Her ne kadar siyasi retoriğini daha çok İsrail karşıtı bir noktada toplamış olsa da İran’ın askeri adımları, İsrail karşıtı olmaktan ziyade bölgedeki Müslüman ülkelere yönelik olmaktadır.
Bunun bir örneği olarak, İran, terörle mücadele iddiasıyla Pakistan’ın bazı bölgelerini bombaladı. Birkaç gün sonra Pakistan da misillemede bulunarak, İran’ın bazı noktalarını bombaladı. İran’ın bu anlamsız saldırısı ve Pakistan’ın cevabı sonrasında, bölge bir anda apayrı bir çatışma ekseni ile karşı karşıya kaldı. İran’ın bu süreçte hedef aldığı aktörlerden biri de Kürdistan Bölgesel Hükümeti oldu. Birkaç defa hedef gözeterek yaptığı bombalamalarda Barzani Hükümetine gözdağı verdi.
Ortadoğu söz konusu olduğunda İran, kendi devlet kurumlarından ziyade bölgedeki vekil aktörleri üzerinden etkili olmaya çalışmaktadır. Bundan dolayı, Lübnan’daki Hizbullah, Yemen’deki Ensarullah (Husiler) ve Irak’taki Haşdi Şa’bi milisleri, İran’a yönelik olumsuz siyaset üreten devlet ve devlet dışı aktörlerle harekete geçmektedirler. Bölgesel tehditlere yönelik olarak İran, daha çok bölgede kendisine bağlı olan vekil aktörleri harekete geçirmektedir. Bu yöntemi seçme nedenlerinin başında İran’ın diğer devletler tarafından doğrudan suçlanmasının önüne geçmek gelmektedir.
Ayrıca İran, vekil aktörleri üzerinden karşı tarafa caydırıcı gücünü gösterebilme potansiyeline sahiptir. Örneğin, İsrail’in son dönemdeki saldırılarına cevaben, Yemen iç savaşının en etkili aktörü olan Husileri harekete geçirerek, İsrail ve destekçilerine karşı büyük bir caydırıcılık oluşturdu. Hatta, Husilerin Kızıldeniz’den geçen gemilere yönelik saldırıları üzerinden, Gazze’deki çatışmayı kısa sürede bölgesel ve hatta küresel bir krize dönüştürdü.
Üçüncü olarak, Arap devletlerinin tepkisi çok önemlidir. Bugün itibariyle, Filistin meselesini devletlerinin dış politikasının önemli konuları olarak gören etkili bir Arap devleti yoktur. Arap rejimlerinin çoğu, Filistin-İsrail meselesindeki gelişmelerin kendilerini en az etkileyecek şekilde sürmesini istemektedirler. Diğer bir ifadeyle, mümkün mertebe Filistin-İsrail meselesine taraf olmaktan kaçınmaktadırlar. İsrail’in Filistinlileri Filistin dışına çıkarması projesi gibi durumlar kendilerini alakadar ettiği için ilgilenmekte, daha çok karşı çıkmaktadırlar.
Arap Sokaklarındaki Hareketsizlik
Arap rejimlerinin, Arap halklarını ciddi baskı altında tuttukları ve Arap dünyasındaki örgütlü toplumsal yapıları dağıttıkları veya pasifize ettikleri için Arap sokaklarından beklenen tepki de verilemedi. Arap rejimlerinin, bir taraftan statükoyu korumaya çalışırken, diğer taraftan da statükoyu değiştiren aktör veya aktörlere destek vermeleri ciddi bir paradoksu da göstermektedir. Mesela, ABD himayesinde geliştirilen Yüzyılın Antlaşması ve yine ABD himayesinde imzalanan İbrahim Antlaşmaları ile Filistin konusunu tamamen rafa kaldırmak istediler.
HAMAS’ın 7 Ekim saldırısı ve sonrasındaki İsrail vahşeti, Filistin konusunu yeniden bölgesel gündemin merkezine yerleştirdi. Aslında, Arap rejimleri daha rahat bir dış politika izlemek ve projelerini başarıyla tamamlamak amacıyla Filistin meselesinin konuşulmasını asla istemiyorlar. Dolayısıyla, İsrail’in izlediği bu sert politikaya da karşı çıkıyorlar. Ancak İsrail’e ve ABD’ye karşı geliştirebilecekleri bir tutumları da bulunmuyor.
Dördüncü olarak, Türkiye’nin bölgedeki siyasetine bakmak gerekir. Kendisine yönelik ulusal ve/veya bölgesel tehditlere ve kendi menfaatlerini zedeleyen bölgesel projelere sert gücünü kullanarak cevap veren Türkiye, görece bağımsız bir politika izliyor. Türkiye, bölgesel istikrarı savunduğunu vurgulayarak bu yönde bir siyaset takip ediyor. Son beş yıllık dönemdeki normalleşme sürecinde de İsrail ve İran dahil bütün bölgesel devletlerle ve devlet dışı aktörlerle ilişkilerini geliştirmeyi hedefliyordu. 7 Ekim sonrasında da İsrail hariç diğer bütün aktörlerle iş birliği hedefi, niyetini ve çabasını göstermektedir.
Türkiye, Filistin-İsrail meselesinde de diplomatik kınamaların ötesine geçerek İsrail’e bir tepki verilmesi gerektiğini savunmaktadır. Ancak, bugüne kadar özellikle Arap devletlerinin kabul etmemesi dolayısıyla yetkilileri tarafından ileri sürülen “garantörlük modeli”nin uygulanmasını sağlamak üzere bir bölgesel koalisyon oluşturamadı. Kendi ulusal potansiyelinin de sınırları olması dolayısıyla, İsrail vahşetinin devamında insani yardımların ulaştırılması ve küresel bir İsrail karşıtı cephenin oluşturulması çabaları dışında etkili olamadı.
Türkiye, bu meselede etkili bir tavır takınmanın yolunun ya Arap devletleriyle ya da Batılı/küresel devletlerle birlikte çalışılması gerektiğini düşünerek daha kuşatıcı bir politika izlemeye çalışmaktadır. Bu siyaseti izlerken de bölgede herhangi bir devlet ile çatışmacı ilişkiler içinde olmayı tercih etmez. Aksine, bütün bölge devletlerinin ortak bir cephe oluşturarak, İsrail’e ve destekçilerine tepki verilmesini savunmaktadır. Dolayısıyla da çatışmanın bölgeye yayılmaması için gerekli girişimlerde bulunmaktan da geri kalmamaktadır.
Son olarak da küresel güçlerin izlediği siyasetin, Gazze’deki gelişmelerin seyri üzerindeki etkilerine bakmak gerekir. Bütün Batılı küresel güçler, İsrail’e kayıtsız ve şartsız destek sağlamaya devam etmektedirler. Batılı devletler açık bir şekilde hem dünya kamuoyunu hem de kendi kamuoylarının önemli bir kısmını karşılarına alma pahasına İsrail’in soykırıma varan saldırılarına destek vermektedirler.
Batılı devletlerin; uluslararası normların, uluslararası hukuk ilkelerinin ve uluslararası örgütlerin kararlarının hemen tamamını ihlal ederek İsrail’in savaş suçlarına ve insan hakları ihlallerine destek vermesi, önümüzdeki dönemde uluslararası siyasetin daha kaotik bir yol izlemesine yol açacaktır. Dolayısıyla, Gazze’deki Filistinlilere yönelik İsrail vahşeti, sadece bugünün değil, yarının da siyasetini derinden etkilemeye devam edecektir.
ABD ve diğer Batılı küresel aktörler, hem Çin hem de Rusya ile yaşadıkları rekabet ve çatışmayı ikinci plana itmiş bulunmaktadırlar. Bu siyasetin Batılı devletlere insani, siyasi, stratejik ve ekonomik maliyeti, oldukça yüksek olacaktır. Ortak bir İsrail yanlısı iradenin etkisinde bulunan Batılı devletlerin gelecekteki siyaseti de derinden tartışmalara yol açacaktır. Yönettikleri halkların değil, saldırgan siyonizmin menfaatlerini savunan Batılı hükümetler daha çok istikrarsızlıklarla karşı karşıya kalacaklardır.
Bu gelişmeler ve ihtimaller dahilinde Batılı devletlerin, Filistin’deki çatışmanın daha da yayılmasını istemedikleri söylenebilir. Ancak, kendi ülkelerindeki Yahudi ve İsrail yanlısı lobilerin baskıları dolayısıyla buna ne ölçüde engel olacakları da belli değil. Daha doğrusu, ipotek altında tutulan Batı siyasetinin, Batı halklarının haklı tepkilerine rağmen yanlış yöne evrilme ihtimali hâlâ çok yüksektir.
Ortadoğu’nun Yarını
Son dönemde Ortadoğu’nun muhtelif bölgelerinde ve ülkelerinde hem vekil savaşların hem de doğrudan devletler arası çatışmaların sayısında ciddi bir artış vardır. Bunun temel nedenlerinin başında küresel sistemdeki kaotik kırılma geliyor. İsrail’in Gazze’ye yönelik gerçekleştirdiği vahşet ve bu vahşetin Batılı devletler tarafından desteklenmesi, küresel sistemin iflasının bir sonucu ve aynı zamanda tescili oldu. Bazı bölgesel aktörlerin, İsrail’in orantısız saldırılarına ve canlı yayında gerçekleştirdiği soykırıma tepki vermesi kaçınılmazdır.
İkincisi, Batılı devletler başta olmak üzere küresel aktörlerin uluslararası hukuk ilkelerini ve evrensel normları/değerleri tamamen göz ardı etmesi Batıya ve uluslararası sisteme yönelik tepkilerin artmasına neden olmaktadır. BM bağlamında geliştirilen ilkelerden biri olan “koruma sorumluluğu (R2P)” ilkesi veya başka herhangi bir uluslararası hukuk ilkesi uygulanamadığı için İsrail soykırım politikasına pervasızca devam edebilmektedir.
Üçüncüsü, bütün dünyada olduğu gibi Ortadoğu’da da devletler güç siyasetini (power politics) dış politikalarının merkezine oturtmaya başladılar. Bunun bir sonucu olarak da çatışmaların sayısında artış olması kaçınılmazdır. Bugün itibariyle, yakın zamanda sıklıkla atıf yapılan yumuşak güç ve akıllı güç gibi kavramlar rafa kaldırıldı, hemen her devlet askeri güç (sert güç) yatırımı yapmaya başladı. Ancak bu şekilde ayakta kalabileceklerine ve milli menfaatlerini koruyabileceklerine inanmaktadırlar.
Son olarak, bütün bu olumsuz hususlar dikkate alındığında küresel güç dengesizliklerinin giderek yükseldiği bir dönemde, dünyanın en fazla nüfuz edilen bölgesi olan Ortadoğu’yu iyi günlerin beklediğini düşünmek pek mümkün olmayacaktır. Hem bölgesel hem de küresel ölçeklerde yaşanan ve yaşanacak güç değişimleri, bölgedeki dengeleri de derinden sarsmaktadır, sarsmaya da devam edecektir. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde daha çatışmacı ve daha istikrarsız bir Ortadoğu öngörmek yanlış olmayacaktır.