Bugün tüm dünya, yaklaşık yüzyıllık bir insan hakları ve uluslararası hukuk sorunu olarak nitelendirebileceğimiz “İsrail meselesinin” doğurduğu yeni bir insanlık trajedisine tanıklık etmektedir. Modern tarihin sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmişlik iddiaları ve kurucu aklı üzerinden yapılandırılan “uygarlık anlatısının” büyüsünü bozan bir trajedi yaşanmaktadır. Uygarlık geliştikçe “şiddetin azalacağı” yönündeki öngörülerin aksine, bugün küreselleşen şiddetin farklı tipolojilerle çeşitlenen boyutlarda ve yoğunlukta, tüm dünyayı esareti altına aldığı görülmektedir. Tüm boyutlarıyla moderniteyi inşa eden kurucu aklı ve uygarlaşma retoriğini boşa çıkaran ya da içkin hakikatini ifşa eden devlet şiddeti, özünü yadsıyan paradoksal insanlık durumunu izhar etmektedir.
Bugün tanıklık ettiğimiz tüm bu vahşet durumu, savaş ve çatışmaları haklılaştırma mücadelesinin bir ürünü olarak karşımızda durmaktadır. Tarihsel kökeni antikiteye kadar uzanan haklı savaş (jus ad bellum) doktrini, kendinden menkul meşruiyet iddiasıyla yaşanan trajedinin perdelenmesinde kirli bir araç olarak yeniden üretilmektedir. Batıda haklı savaş veya “bir savaşın haklılığının” Roma’dan günümüze kuramsal olarak iki boyutta incelendiği görülmektedir. Birinci boyut bir savaş çıkarmanın haklılığı (ius ad bellum), ikinci boyut ise savaşların adil bir biçimde yürütülmesi (ius in bello) olarak karşımıza çıkmaktadır. Savaşı önleme hukuku (ius contra bellum) anlayışı ile Birleşmiş Milletler (BM) sisteminde BM Şartının 2/4. maddesi gereğince kuvvet kullanmama genel ilke olarak kabul edilmiştir. Ancak bir bütün olarak insan hakları adına üretilen tüm kurucu değerler dizgesine, ilkelere, sözleşmelere ve koruma mekanizmalarına rağmen bugün dünyada savaşların, silahlı çatışmaların, etnik temizliklerin, askeri müdahalelerin ve sürgünlerin olağanlaştırıldığı görülmektedir. Topyekun savaş, silahlı çatışma ve etnik temizlikleri olağanlaştıran patolojik zihin yapısının antik kökeni Thucydides’in “güçlüler yapabildiklerini yapar; zayıflar da çekmeleri gereken acıyı çeker” ifadesinde deyimleşmiştir.
Tarih boyunca yaşanan insani trajedilerin bir daha yaşanmaması adına 10 Aralık 1948 tarihinde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, inşâi bir söylem ve evrensel kolektif değer olarak bütün dünyaya ilan edilmiştir. Bildirgenin 1. Maddesi, “Tüm insanların özgür, değer ve haklar bakımından eşit olarak doğduklarını; akıl ve vicdana sahip olduklarını ve birbirlerine karşı kardeşlik düşünceleriyle davranmalarını” bir insani ve vicdani buyruk olarak dile getirmiştir.
Ancak ne yazık ki Evrensel Bildirge’nin kabulünün 75. yılını idrak ettiğimiz bugünlerde, küresel insan hakları sisteminin değerler dizgesinin ve tüm mekanizmalarının yaşanan tüm bu trajediler karşısında çöküşüne tanıklık etmekteyiz. BM 77’nci Genel Kurul Başkanı Csaba Körösi’nin “BM’nin günümüzün küresel zorluklarına uygun biçimde reforma tabi tutulması gerektiğine yönelik çağrısı” bu gerçekliği ortaya koymaktadır. BM’nin kurumsal yapısına ilişkin revizyonist bir yaklaşımın geliştirilememesi durumunda, BM Güvenlik Konseyi’nin küresel meselelere çözüm üretmek yerine sorunları derinleştirmeye ve kronikleştirmeye başlayacağı uyarısı, bu noktada önem arz etmektedir.
İstisna Olanın Kuralsızlığı
İsrail’in işgal ve abluka politikalarına sessiz kalan Batı ulusları ve BM, İsrail sorununun kronikleşmesine yol açmaktadır. Bir “istisna devleti” olan İsrail’in kural tanımazlığı karşısında küresel adalet ve insan hakları normları noktasında “Batı cephesi” bilinçli bir duyarsızlık sergilemektedir. Hatta öyle ki Filistin halkına destek olanlara küresel bir cadı avı başlatan Batı cephesinin dispolitik tavırları, yeni bir McCarthy dönemini akıllara getirmektedir. Bu noktada ne yazık ki, Batılı devletler kendi çıkarlarına uymadığı sürece çatışma ve kriz bölgelerine insancıl müdahale uygulamalarını gerçekleştirmekten imtina etmektedir. Özellikle 2001 sonrasında ABD’nin ortaya koyduğu “önleyici müdahale” kavramı ve uluslararası müdahalelerin seçici biçimde uygulanması, bu eleştirilerin haklılığını gözler önüne sermektedir. Bu açıdan, yurtsuzlaştırmak, gettolaştırmak ve mülksüzleştirmek suretiyle hakları gasp edilen ulusların, “insan onuru” temelinde hukukunu koruyabilecek bir mekanizmadan söz etmek mümkün olmamaktadır.
İnsanlığın tarihi-kültürel mirasının, kutsal mekanların, mabetlerin ve hatta doğanın tahribine yol açan İsrail’in şiddet eylemleri, savaş hukukunun öngördüğü asgari insani normları yok saymaktadır. Bütün boyutlarıyla kitlesel bir yıkıma yol açan savaşların, en asgari düzeyde de olsa insaniliğin korunması adına birtakım sınır koyucu normları ve ahlakı bulunmaktadır. Nitekim savaşta, kadınların, çocukların, yaşlıların ve din adamlarının muharip olamayacağı kabul edilmektedir. Dolayısıyla savaş hukukunda bunları hedef alan herhangi bir şiddet eylemine cevaz verilmemektedir. Hatta savaşın tahrip edici gücü karşısında yalnızca muharip kabul edilmeyen insanlar değil, aynı zamanda doğanın da korunması bir değer ilkesi olarak vazedilmiştir. Ancak İsrail’in terör şiddeti kadın, çocuk ve yaşlı demeden tüm sivilleri katletmeyi ve ekokırımı sürdürmektedir.
Bundan ötürü bütün bu insani trajediler karşısında küresel adaleti, sağduyuyu ve vicdanı barış ve güvenlik temelinde yeniden inşa edebilecek bir insan hakları politikasının gerekliliği aşikardır. İnsan haklarının fikri temellerini ve değerler dizgesini dinamitleyen bir “küresel yıkıcı ablukayla” karşı karşıyayız. Bu sosyoekonomik, sosyokültürel ve politik “sömürgeci abluka”, ayrımsız tüm dünya yurttaşları için derin bir güvencesizlik ve korku iklimi doğurmaktadır. Modern insan hakları düşüncesinin paradigmatik temellerini; insanlık tarihinin tevarüs ettiği birtakım “değerler dizgesi” oluşturmaktadır. Ancak dünyanın tanıklık ettiği bu insanlık trajedileri karşısında bu değerler dizgesinin küresel aşınımı ve tümüyle yadsınması durumuyla karşı karşıyayız. Söz konusu değerler dizgesinin fikri mülkiyetinin münhasıran kendine ait olduğunu iddia eden Batı cephesinin neokolonyalist düzeni, bu insani trajedilerin bitimsizce sürdürülmesine yol açmaktadır.
Küresel Körlüğe Küresel Adalet İhtiyacı
İnsan hakları idealitesi ile gerçeklik arasındaki bu derin çelişki ve ölüm vadisi, kolonyalist Avrupa aklının “savunulamaz ahlaki krizini” doğurmaktadır. Nitekim bu ahlak krizini ifade sadedinde sömürgecilik çalışmalarının duayen ismi Aimé Césaire’in (1913-2008) Sömürgecilik Üzerine Söylev (1950) adlı yapıtında ifade ettiği “Avrupa savunulamaz!” tespiti önem arz etmektedir. Césaire’e göre “işleyişinin yol açtığı sorunları çözmekten aciz olduğunu kanıtlayan bir uygarlık, çökmekte olan bir uygarlıktır. En önemli sorunlarına gözlerini kapatmayı seçen bir medeniyet, zarar görmüş bir medeniyettir. İlkelerinde kurnaz olan bir medeniyet, ölmekte olan bir medeniyettir.” Derin bir kriz ve çöküşün vasatı olarak Batı cephesi, bugün İsrail’in narsistik devlet şiddetini ve vahşetini görmezden gelmektedir.
Bugün tüm dünyanın gözleri önünde İsrail yönetiminin Gazze’de işlemekte olduğu “savaş suçları, soykırım ve insanlığa karşı suçlar”, insan haklarının temel değerlerinin yitiminin en somut göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Batı, kolektif olarak Ukrayna’ya ve Siyonistlerin sırf ABD çıkarlarına hizmet ettikleri için masum sivillere karşı savaş suçları işlemesine verdiği destekle gerçek yüzünü ortaya koymaktadır. Nitekim Batı uluslarının hegemonik siyasal ve ekonomik güdülerle Batı dışı toplumları sömürgeleştirme arzusu, insani trajediler karşısındaki hipokratik yaklaşımını göstermektedir. Pragmatik bir kaygıyla beslenen bu sömürgeleştirme arzusunun, varoluşsal bir düşünce ve değer krizine tekabül ettiğini tespit etmek gerekmektedir.
Batı ile Doğu arasında kurgulanan bu dikotomide, Batı’nın tümüyle değerli olanı imgeleyen bir kavramsal bütünlüğe tekabül ettiği görülmektedir. Totalleştirici bir bakış açısıyla ötekileştirilen Doğu ulusları ise ahlaktan hukuka, sanattan ekonomiye ve eğitimden estetiğe varıncaya kadar bütün alanlarda değersiz olanın yüklenicisi olarak nitelendirilmektedir. Bu noktada öteki üzerinden ontolojik bir kimlik inşasının oluşturulmaya çalışıldığı görülmektedir. Bütün olarak Batı uluslarına özgü değerleri ve uygulamaları kutsallaştıran ve biricikleştirilen bir algı ile inşa edilen bu sözde kutsal kimlik, kendisini bir değerler dizgesi ve sabiteler üzerinden değil, dışsallaştıran bir hegemonin tanımladığı “öteki” üzerinden kurgulamaktadır. Söz konusu inşa sürecinin yöntemsel aygıtı olarak karşımıza çıkan oryantalizm; politik, yasal, ekonomik ve kültürel hegemonyanın ve kolonyalizmin öncü kuvveti olarak bir söylem üretilmesini mümkün kılmaktadır.
Diğer yandan Alman düşünür ve medeniyet tarihçisi Walter Schubart, Batı kültürünü şu şekilde tasvir etmektedir:
Kahraman kültür-zihniyeti ve insanı, dünyayı örgütçü çabası ile düzene sokulması gereken bir kargaşa olarak görür. Kahraman insan, dünya ile barışçıl olarak geçinmez; var olan biçimi altında ona karşı çıkar. Dünyaya bir köleye bakar gibi bakar; ona efendilik etmek (egemen olmak) ve onu kendi planlarına göre kalıplamak ister. Dünyaya kahraman insanın belirlediği amaçlar verilir. “Kahramanlık”, başlıca yaşam duygusu; Tragedya ise amacıdır.
Dünya uluslarını “köle olarak” tanımlayan Batı merkezci tasavvur, uluslar üzerinde hegomonik ideallerini farklı şiddet biçimleriyle sürdürmeye devam etmektedir. Tam da bu noktada Roger Garaudy’ın “Batı bir kazadır” tespiti önem arz etmektedir. Öyle ki düşünür, insanlığın ana mecrasından bir sapma olarak Batı’yı bir fikri-değersel “kaza” ya da diğer bir ifadeyle “anomali” olarak tanımlamaktadır. Garaudy’e göre; insanlığın geleceğini yeniden inşa ederken, tespit edilen bu temel gerçekliği ya da anomaliyi dikkate almak gerekmektedir.
Sonuç olarak; İsrail “abluka şiddetini” yoğunlaştırarak devam ettirirken, Batı cephesi de yaşanan trajediler karşısında kayıtsızlığını ve ölümcül sessizliğini sürdürmektedir. Batı’nın kültürel hegemoni üzerinden üretmiş olduğu kavramlar dizgesi ve doktrininin kötücül bir seçkincilikle tüm dünya uluslarını kuşatan bir şiddetsizlik ve barış ilkesi üretemediği görülmektedir. Ne yazık ki bu durum, dünya uluslarının acı ve trajedileri karşısında seçici ve seçkinci bir duyarlılık ve sağırlık performansına dönüşmektedir. Tüm dünyada “yaşamların eşit değer görmediği, zarar görmeme ve/ya öldürülmeme ve insanca yaşama taleplerinin kayda geçmediği” görülmektedir. Feryatlarına kulak tıkanan mazlum Filistinlilere yönelen şiddet ve vahşetin yol açtığı yıkıcı sivil katliamın yası tutulmamaktadır. Filistinlilerin yaşamı; acısı paylaşılabilir ve yası tutulabilir bir yaşam olarak kıymetlendirilmemektedir. Bu trajik değersel ve sistemsel çöküş karşısında tüm dünya uluslarının yeni bir kurucu akla ve doktrine ihtiyacı bulunmaktadır. Trajedi sonrası dönemin yeni bir “umut metafiziğiyle” kavramsal ve kurumsal düzlemde yeniden inşa edilebilmesi adına kapsayıcı bir küresel “adalet doktrininin” gereği ortadadır.