Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri uzunca bir süredir krizde. Krizin nedenleri ve Türkiye ile AB’nin üzerinde anlaşamadığı konuların çoğu yapay konular. Normal şartlarda AB’nin çıkarı özellikle güvenlik ve ekonomiye ilişkin konularda Türkiye ile iyi geçinmekten, onu AB sistemlerine tam entegre etmekten geçiyor.
Suriye’de yaşanan kaos ve etkilerinden tutun da Trump’ın başlattığı ticaret savaşlarına kadar her şey AB’nin aleyhine işliyor. Britanya tarafından terkedilmiş AB siyasi, sosyal ve güvenlik konularında kendi içinde yaşadığı krizde derinleşiyor. AB’nin ihtiyacı olan güncellenmiş çıkar ve fayda tanımlamaları Avrupa’da önlenemez şekilde yükselen popülizme kurban ediliyor. Avrupalı siyasiler popülizm esareti altında her taraftan su alan AB gemisini kendi kaderine terk etmiş durumdalar.
AB’yi geleceğe taşımayı artık önemsemeyen Avrupa siyaseti kendi krizini Türkiye ile yapay sorunlar üreterek geçiştiriyor. “Ulus üstü örnek yönetim modeli” olarak tanıtılan AB’de duygusal kopuşlar ve reel çözülmeler yaşanıyor.
Seçimler nedeniyle siyasi bir tımarhaneye dönen; ırkçılık, faşizm, İslamofobi ve Türkiye karşıtlığının merkezi haline gelen Avrupa seçimler sonrası normalleşmenin arayışı içinde. Avrupa siyasetine yön veren Almanya, Fransa, İtalya ve Hollanda seçimlerini tamamladı. Seçimlerin tamamlanması ve hükümetlerin kurulması AB yönetimine Türkiye ile diyalog kurma fırsatı verdi.
İlişkileri “ölmekten kurtaran ama oldurmayan” Varna zirvesi Avrupa Parlamentosunun (AP) “Türkiye ile tam üyeliğe yönelik müzakereler dondurulsun” kararından sonra ilk kez liderleri buluşturdu.
Toplantının Varna’da yapılması AB yönetiminin stratejik bir tercihi olarak yorumlanabilir. Bu tercih Bulgaristan’ın AB dönem başkanı olması ile açıklanabilecek bir durum gibi gözükse de Türkiye-AB ilişkilerini yakından takip edenlerin sorması gereken bir soru var: Bundan önceki Türkiye-AB zirveleri nerede yapıldı? Dönem başkanı olan ülkelerde mi? Cevap olumsuz.
Türkiye-AB zirvesi adı altında yapılan toplantılar esasında AB liderler zirvesinde Türkiye’nin tam üyeliğe aday statüsünde olmasına rağmen dışlanması ile başladı. Özellikle Sarkozy’nin Fransa Cumhurbaşkanı seçilmesi ile başlayan bu dışlanma süreci neticesinde AB yönetimi uzun yıllar Türkiye ile liderler zirvesi düzeyinde görüşmedi. Suriye krizi sonrası Avrupa’ya başlayan mülteci akımı Türkiye ile ayrı bir zirve yapılmasını gündeme getirdi.
İlk zirve 29 Kasım 2015’te Brüksel’de yapıldı. Bundan sonra yapılan toplantıların tamamı Brüksel’de AB’nin merkezinde yapıldı. AB yönetiminin zirve için Varna’yı tercih etmesi Türkiye ile ilgili ajandayı göçmen krizine endeksleyen bir yaklaşımın göstergesi niteliğinde. Dahası popülizmin esaretindeki AB yönetimi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Brüksel’de ağırlamanın maliyetini de göze alamayan bir tutum sergiledi. Seçilen mekanın stratejik mesajını bir kenara bırakıp masaya oturan aktörleri incelediğimizde Türkiye’nin rahat olduğunu, AB yönetiminin ise gergin ve çaresiz bir fotoğraf verdiğini görüyoruz.
Bir tarafta siyasi istikrarı 2002’den bu yana tesis etmiş, düzenli ekonomik büyümesini sürdüren, içeride ve sınırları dışında krizlerle baş edebilme kabiliyeti gösteren, Avrupa’yı büyük bir mülteci akımından kurtarmış ve masada söylem üstünlüğü olan bir Türkiye var. Diğer tarafta ise siyasi istikrarı ve çalkantılı ekonomisi alarm veren, sosyal olarak iç çatışması bol özetle ömrünü uzatmaya çalışan “hasta adam” AB var.
Göçmen Anlaşması: AB Minnettar, Türkiye Kızgın
Türkiye-AB ilişkilerinde Avrupalılara göre tek pozitif gündem göçmen geri kabul anlaşması olduğu için Avrupa Birliği Konseyi Başkanı Donald Tusk ve AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker zirve sonrası mesajlarının büyük bölümünü mülteciler konusunda Türkiye’yi övmeye ayırdı. AB ile yapılan anlaşma sonrası yüzde 75 oranında Avrupa’ya mülteci akımını kesen Türkiye ise Birlik’in sorumluluklarını yerine getirmediğini görüşme tutanaklarına geçirdi.
Türkiye Mart 2016’dan bu yana geri kabul anlaşması ile mülteci akımını önlerken AB maddi anlamda destek ve vizelerin Türk vatandaşlarına uygulanmama sözünü yerine getirmedi. Türkiye bu konudaki söylem üstünlüğünü diğer gündem maddelerinde de AB’ye karşı kullandı. Türkiye’nin baskısından bunalan AB yönetimi tek çare olarak abartılı ve samimiyetsiz laflarla Türkiye’ye minnettarlıklarını ifade etti.
Vize serbestisi konusunda baskısını artıran Türkiye, Varna’daki zirvede de AB bürokrasisinin oyalama cümlelerine muhatap olmaya devam etti. Şubat ayında kriterlerin tamamlandığına ilişkin belgeyi AB’ye sunan Türkiye, Birlik’in bir an önce cevap vermesi gerektiğini muhataplarına anlattı. Tusk ve Juncker bu konuya girmekten kaçınırken meselenin AB siyasileri tarafından karara bağlanacağının sinyalini verdiler. Türkiye ile zirveyi Brüksel’de yapmaktan çekinen bir AB’nin bu konuda popülizme galip gelebileceğini beklemek hata olur. Fakat Türkiye vize serbestiyeti konusunda da söylem üstünlüğünü önümüzdeki süreçte daha agresif şekilde kullanmaktan geri durmayacaktır.
Doğu Akdeniz Gazı: Kriz Büyüyecek
AB yönetimi Türkiye’ye bu tartışmada Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) yanında durduğunu ve Rum Yönetimi’nin kendi kaynaklarını arama hakkı olduğunu ifade etti. GKRY’yi Kıbrıs’ta bir çözüme ulaşılmadan tam üye olarak kabul eden AB’den zaten aksi bir davranış beklenemezdi. Türkiye de Doğu Akdeniz gazının aranması konusunda GKRY’ye karşı engelleyici tutumunun değişmeyeceğini açıkça muhataplarına ifade etti. Önümüzdeki yıllarda Türkiye-AB görüşmelerinin en önemli maddesi olarak karşımıza çıkacak Akdeniz gazı meselesinde böylelikle tarafların uzlaşmazlıkları bir kez daha kayda geçirildi. Bulunan gazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya arz edilmesi konusu gaz arama hakkı tartışmalarının gölgesinde kaldı. Her şeye rağmen kazan-kazan stratejisi kapsamında bulunan gazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması Ankara’nın bu krizde en güçlü argümanı olmaya devam edecek.
AB’nin Türkiye’nin tezlerini dinlemeden Ege’de Yunanistan’ın ve Akdeniz’de GKRY’nin arkasında hesapsızca pozisyon alması konuyu kilitleme strateji olarak değerlendirilebilir. Üst düzey bürokratlar açısından en konforlu yaklaşım olan “problemi çözülemez kılma ve kilitleme” stratejisi Tusk ve Juncker tarafından tercih edildi.
Gümrük Birliğinin Güncellenmesi: İlişkileri Onarmak için Atılabilecek En Somut Adım
ABD Başkanı Trump’ın korumacı ekonomi politiği devreye sokması sonrası AB de gümrük stratejilerini gözden geçirmeye başlıyor. Bu süreçte 1996’dan bu yana Gümrük Birliği üyesi olan Türkiye anlaşmadaki kapsamın genişletilerek sorunların düzeltilmesini istiyor. Türkiye’nin amacı AB ile olan ticaret hacmini artırmak. 150 milyar dolar olan Türkiye-AB ticaret hacmini Gümrük Birliğinin güncellenmesi ile iki katına çıkarmak mümkün. Kazan-kazan ilişkisi üzerinden formüle edilecek bir güncelleme diğer konulardan farklı olarak AB’nin mevcut siyasi gerçekler kapsamında atabileceği bir adım.
1963 yılında başlayan AB serüveni Türkiye için bunaltıcı bir hal almış durumda. AB siyasi aklını zehirleyen popülizm ve yükselen aşırı sağ Türkiye ile AB’nin rasyonel ve çıkar zemininde bir ilişki kurmasını engelliyor. AB’nin yakın vadede kriz sarmalından çıkma ihtimali bulunmuyor. Avrupa’nın makul siyasi aklı ve Türkiye yönetimi bu durumun gayet farkında. Böylesi bir durumda her iki taraf da ilişkilerdeki krizi derinleştirmeyi tercih etmiyor. “Krizin derinleşmeden diyalog yolu ile muhafazası” şeklinde tanımlanabilecek bu yaklaşım tarafların ipleri koparmasının önüne geçiyor.
Göçmen anlaşması, vize serbestisi ve Gümrük Birliğinin güncellenmesi gibi konularda krizi derinleştirmeden günü kurtarmak mümkün gözükse de Akdeniz gazı meselesi Türkiye-AB ilişkilerindeki krizi aynı düzeyde tutmayı mümkün kılmayacak.