Geçtiğimiz yıl her anlamda “belirsizlik” içinde geçti. 2020’yi, bir rakam değişiminin ötesinde geride bırakabildik mi emin değiliz. Toplumlar 2020’yi insanlık tarihindeki en kötü yıllardan biri olarak işaretlediği için bir an önce 2021’e girmek istiyordu. En azından yeni yılın öncekine göre daha kötü olmayacağına yönelik bir beklenti var. Geride bıraktığımız yılda belirsizlik, türbülans ve öngörülemezlik, toplumları derinleşen risk ve krizlerle sınadı.
2020’de kuşkusuz birçok felaket yaşandı. Ancak, 2020’nin en kötü yıl olarak belirlenmesi, daha çok Covid-19 salgını ile ilgiliydi. Bu bağlamda, salgının başta sağlık alanı olmak üzere, ekonomik ve toplumsal etkilerinin geride kaldığına ya da yakın dönemde kalacağına yönelik elimizde kesin bir veri yok. Kesin olan husus şu; en az 1,7 milyondan fazla insan bu salgından dolayı hayatını kaybetti. 2021’e ölüm oranlarının hiç de azalmadığı bir süreçte girdik. Yine yeni yıla girerken, dünyada binlerce şirketin çoktan battığı, milyonlarca insanın işsiz kaldığı gerçeği ile tam yüzleşmiş değiliz. Böyle bir sonucun insanlığı nasıl etkileyeceğini tam olarak öngöremiyoruz. Yeni yılda bizi umutlandıracak en önemli gelişme aşının bulunması, ancak bulunan farklı aşıların salgına tam bir çare olup olmayacağını henüz tam olarak kestiremiyoruz. Yani salgın, kontrol altına alınmış ya da yönetilir bir düzeye getirilebilmiş değil. Dolayısıyla, 2020 bitse de salgın yılı devam ediyor.
Küresel Korsanlık
Covid-19 salgını, insanlığı, devletleri, uluslararası kurumları ve en nihayetinde ulusal siyasetleri hazırlıksız yakaladı. Küresel toplum, salgın başladığında nasıl bir önlem alarak mücadele edebileceği konusunda bocaladı. Salgın devletleri ya da tek tek bireyler olarak bizleri bir ayrıma tabi tutmadı. Zenginlik, fakirlik, gelişmişlik ya da az gelişmişlik koronavirüs için ayırt edici değildi. Böyle olunca, salgının yayılma hızını durdurmak için alınacak önlemler de uzun süre netleştirilemedi. Sınırlar anlamsızlaştığı için denetimler salgının erken dönemlerinde gerekli sonucu üretemedi. Bazı hükümetler, sürü bağışıklığından başka çıkar bir yol olmadığını söyleyerek salgına ilk tepkiyi verdiler. Bazıları ise, krizin ilk dalgasında sağlık sistemleri iflas ettiği için yaşlılarını ölüme terk ederek, “doğal seleksiyon” ve “seçilim” yoluyla en azından genç insanlarını korumaya çalıştı. En gelişmiş ülkeler bile önleyici ya da tedavi edici ilaç ve ekipmanlarda yetersiz olduklarından, uluslararası taşıma yollarında başka ülkelerin malzemelerine korsanlık yöntemleri ile el koymayı meşru gördüler.
Kehanetler Tuttu mu?
Şubat 2020’de insanlar evlerine çekilmek zorunda kaldı. Bilim insanları, zorunlu karantina günlerinde, üzerinde yoğunlaştıkları mevcut işleri bir kenara bırakarak, evlerinden çıktıklarında nasıl bir dünya bulacaklarına yönelik kehanetlerde bulunmaya başladılar. Tahminde bulunmak için bolca zamanları vardı. Hem dünyanın geleceğinden daha önemli ne işleri olabilirdi ki… Dolayısıyla, dünyanın artık eskisi gibi olmayacağını söyleyerek geleceği yorumlamaya başladılar. Mevcut paradigmaların iflas ettiğinden, işleyen normların rafa kalktığından, yeni normallerin yolda olduğundan bahisle kendi ideolojik dürbünlerinin görüş mesafesine göre gelecek tasavvurları ortaya koydular. Gelecekle ilgili belirsizlik; ezberleri bozmuş, birbiri ile çatışan, çelişen hatta komplo teorilerini bile etkisiz kılan muğlak bir alan oluşturmuştu. Dünyanın geleceği senaryolarında; radikal değişimciler, önceden başlayan değişimin hız ve ölçeğinin artacağını söyleyen dönüşümcüler ve değişim ve dönüşüme şüphe ile bakanlar olmak üzere kabaca üç eğilim ortaya çıkmıştı.
Tüm değişim ve dönüşüm tartışmalarında; ulusal siyasetlerin değişeceği, toplumların siyasetten beklentisinin dönüşeceği, mevcut normların her alanda yeni normallerle yer değiştireceği ve ekonomilerin çok uzun sürecek bir kriz sarmalına gireceği yaklaşımı vardı. Ayrıca toplumsal çözülme ve bunalımların baş göstereceği, kişisel güven ve güvensizlik halinin paranoyaya dönüşeceği, kimlik ve değerlerimizin yeniden şekilleneceği ve en nihayetinde, davranış ve iş yapma modellerinin değişeceği farklı tezler üzerinden analizler yapıldı.
Öte yandan uluslararası ilişkilerin dinamiğinin yeniden şekilleneceği başlığı altında; büyük güç rekabetinin farklı alanlara kayacağı, milliyetçiliğin artacağı, güçlü ulus devletlerin geri döneceği ve küreselleşmenin yeni bir form kazanacağı vurguları yapıldı. Tedarik zincirlerine bağlı olarak üretim yerlerinin değişeceği, arz ve talep dengesizliğinden dolayı tüketim alışkanlıklarının farklılaşacağı ve her alanda zorunlu dijitalleşmeye geçileceği gibi tartışmalar da epeyce sürdürüldü.
Salgınla yaşam deneyimlerimizde bir yılı geride bıraktık. Salgının ilk döneminde yeni dünya düzeni ile ilgili öngörüler çok erkenci varsayımlardı. Dolayısıyla, erken dönemde yapılan analiz ve tahminler her geçen gün güncellenmek zorunda kalınıyor. Hala belirsizlik devam ettiği için aslında geleceğe yönelik değişim ve dönüşüm beklentisinin yönelimi tam olarak ortaya çıkmış da değil.
Yerel Dinamikler Belirleyici Olacak
Salgının ilk günlerinde, “salgınla mücadeleyi hangi rejim ya da ne tür siyasi liderlikler daha iyi yönetiyor” üst başlığında ulusal siyasetlerin ne yönde değişim göstereceğine dair tahminler öne çıkan başlıklardan biriydi. Krizi hangi ülkenin, hangi rejim türünün ve ne tip siyasi liderliklerin daha iyi yönettiği meselesi, salgının ilerleyen aşmasında farklı bir yöne evrildi. Somut göstergeler, kriz yönetim başarısında, devletlerin demokratik ya da otoriter olmaları karşılaştırmasının yanlış olduğunu gösterdi. Nihayetinde, krizle mücadele başarısını getiren en önemli faktörün güçlü devlet kapasitesi olduğu anlaşıldı.
Covid-19 krizinin ulusal siyasetleri ne düzeyde dönüştüreceği hala tam netleşmiş değil. ABD’de Trump’ın seçimi kaybetmesi, salgının ilk aylarındaki erkenci genellemelere benzer bir içerikle sunuluyor. Dünya’da Trump siyasetine benzer politika üreten liderlerin de sırada olduğuna ilişkin tahminler öne çıksa da, bu değişimin diğer ülke siyasetlerine çığ etkisi yapacağına dair görüşler liberal temenniden başka bir şey değil. Biden’ın kazanmasıyla, Avrupa’nın kendi Trumpçılarının yetim kaldığını söyleyenler, ulusal siyasetlerin ve toplumların iç dinamiklerini göz ardı etmeye dünden razılar. Dünyada popülizm üzerinden etiketlenen liderlerin ve partilerin yeni gerçekliklere göre konumlandığını görmek işlerine gelmiyor.
Trump’tan sonra İngiltere Başbakanı Boris Johnson, Macaristan Başbakanı Viktor Orban ya da Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro’nun da sonunun geldiğini söyleyenler aşırı genellemeci bir yerde duruyorlar. Analizlerde; ABD siyaseti, toplumu ve Trump’ın kişisel siyaset tarzının belirleyiciliği ıskalanıyor. ABD’de Trump seçimi kaybetti ama kaybederken, 2016 yılında aldığı oydan 9 milyondan fazla oy alarak 72 milyon kişinin desteğini aldı. Trumpizmin devam edeceğine ilişkin görüşler azımsanamayacak bir düzeyde. Trump ve partisinin ayrıştırılarak Cumhuriyetçi Parti’nin ABD siyasetindeki mevcut güçlü konumunun devam etmesi, bu görüşleri destekler nitelikte. Dolayısıyla, Trump seçimi kaybetse de, siyasal mirası iktidar pratiklerini etkilemeye devam edebilir.
İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın ülkesini Avrupa Birliği’nden kazançlı bir anlaşma ile çıkarmasının ardından, toplumsal desteğinin de arttığı kamuoyu yoklamalarıyla tespit edilmiş durumda. Johnson’ın “sıfır gümrük vergisi ve sıfır kota öngören AB içindeki en büyük ticaret anlaşması”nı imzalaması, Avrupa Birliği’nin diğer mutsuz ülkelerini, ayrılma konusunda motive edeceği endişesi yersiz değil. Dolayısıyla Johnson, AB içindeki huzursuz ve mutsuz ülkelere örnek teşkil edecek bir konuma yükselebilir. Avrupa’da, 2021’de Hollanda ve Almanya’da, 2022’de ise Fransa’da seçimler var. Bu ülkelerdeki popülist ve aşırı sağcı partilerin seçimlerde alacağı desteğin mahiyeti, belki ileriye yönelik tahminde bulunmak için bizlere bir ipucu verebilir. Özellikle Brexit sonrası İngiltere’nin başarı grafiğinin yükselmesi durumunda, Avrupa siyasetine etki etmesi kaçınılmaz.
Erdoğan Siyasetinin İstisnailiği
ABD seçimlerinde Trump’ın kaybetmesi, Türkiye’de de Türk solu başta olmak üzere farklı çevreleri sevince boğdu. Bu çevreler, Biden’ın kazanmasını küresel siyasette değişimin başlangıcı olarak görmeyi tercih ettiler. Bu varsayım, Türkiye muhalefetinin de bir sonraki seçimi kazanacağına dayanıyordu. Halbuki daha önce Yunanistan’da Syriza’nın kazanmasını da benzer bir coşku ile karşılamışlar ve hayal kırıklığına uğramışlardı.
Söz konusu hayal kırıklığının ardından, teselliyi Macron’da aradılar. Fransa’da küresel sermayenin açıktan adayı olan Macron’un kazanmasını, yeni siyasetçi tipi ve yeni siyaset tarzı olarak kutsadılar. Macron’un bir siyasi parti değil de “hareket” olarak seçimi kazanmasını, sağ ve soldaki klasik merkez partilerin misyonunu tamamladığının işareti olarak yorumladılar. Dolayısıyla da onlara göre ulusal siyasetler Fransa’dakine benzer şekilde değişecek, Türkiye’de de benzer bir süreç işleyecekti. Gelinen süreçte, mevsimsel beklentilerin bir türlü Türkiye’ye uğramadığını her seçimde deneyimleyerek gördüler.
Dünyada ulusal siyasetlerde, iktidarların kendi ülkelerinin devlet kapasitesini artırması yükselen bir değer. Krizlere hazırlıklı olan, uluslararası kırılganlıklara karşı devletini güçlendiren, toplumsal ve siyasal dönüşümü yönetebilen, etkin ve hızlı karar almayı sağlayarak siyasal bir krize mahal vermeden güçlü iktidar pratiklerini hayata geçirebilen hükümetler ve güçlü liderler seçmen desteğini koruyabiliyorlar. Özellikle, koronavirüs krizinde toplumlar, böyle bir siyaset tarzı, liderlik tipi ve iktidar deneyiminin ne kadar önemli olduğunu bizzat yaşayarak gördüler.
Toparlayacak olursak, dünyanın her anlamda bir kriz döneminden geçtiği aşikar. Belirsizlik sona ermedi. Siyasetlerin ve iktidarların sınavı ve değişim süreci devam ediyor. Krizi hangi iktidarların ve lider tiplerinin daha iyi yönettiği aşağı yukarı netleşmeye başlasa da daha tam sonuca ulaşılmış değil. En azından, dünya ile karşılaştırıldığında Türkiye’nin pandemi sürecini en iyi yöneten ülkelerden biri olduğu, tartışma götürmez bir gerçeklik. Böyle olduğu için, kamuoyu yoklamalarında hükümetin görev onayı yüksek çıkıyor. Muhalefetin topyekun çabasına rağmen oy oranlarını artıramadığını da yine anket sonuçlarından biliyoruz.
Bu bağlamda, ulusal siyasetlerin yöneliminde, hangi tip partilerin ve liderlerin yükselip hangilerinin düşüşe geçeceği, ülkelerin kendi iç dinamikleri ile doğrudan ilgili. Dünyada giderek ulusal değerlerin güçlendiği bir dönemde, yerel siyasetlerin büyük oranda dışardaki değişkenlerle belirleneceğini beklemek, en başta içinden geçtiğimiz dönemin mahiyetini ıskalamak anlamına gelir. Ayrıca, 18 yıldır Erdoğan liderliğinde seçimleri sürekli kazanan AK Parti’nin, hem Türk siyasal hayatı açısından hem de dünya tecrübelerinden farklılaştığını artık görmek gerek. Siyaset tarzı ve iktidar pratikleri açısından Erdoğan siyasetinin istisnailiğini anlamadan, siyasetin yön ve yönelimi üzerinde yapılan analizler gerçekliği teğet geçmeye mecburdur.