Kadınların siyasal yaşama katılımı dediğimizde ne yazık ki bir gül bahçesinden bahsetmiş olmuyoruz. Bu durum Türkiye’ye özgü bir durum olmadığı gibi yalnızca siyasal yaşama katılımla sınırlı bir konu da değil. Esasen Türkiye’de olduğu gibi tüm dünyada kadınların toplumsal yaşamın bütün alanlarına katılımlarıyla ilgili ciddi sorunlar bulunuyor. Bu sorunların başlangıcında ise “fırsat eşitliği” kavramı yer alıyor. Kadınlar başta eğitim olmak üzere toplumsal yaşamda mesafe katetmek için gerekli donanım ve imkanların elde edildiği ortam ve imkanlara ulaşmakta erkeklere oranla daha büyük zorluklarla karşılaşıyor. Bu durum kadınların toplumsal ve siyasal temsil anlamında “yetersiz temsil” sorunuyla karşı karşıya kalmaları ve bunun devamı olarak karar mekanizmalarında yeterli varlık gösterememelerine neden oluyor. Kadınların karar mekanizmalarında yeterli varlık gösterememeleri toplumsal işleyişi aksatan adaletsizliklerin ortaya çıkmasına yahut iyimser senaryoda toplumun bütün bireylerinin enerjisinin kullanılmadığı verimsiz bir işleyişe kapı aralıyor.
Cinsiyet ayrımcılığı yahut cinsiyetçilik olarak adlandırılan bu olgu tüm toplumlarda ağırlığı değişen oranlarda ortaya çıkıyor. Uzun yıllardır doğru olarak kabul edilen bir ön kabule göre toplumların maddi gelişmişlik düzeyi arttıkça cinsiyetçilik duvarının inceldiği düşünülüyor. Bu anlamda uzun yıllar boyunca gelişmiş Batı ülkelerinde cinsiyetçiliğin Batı dışı dünyaya oranla daha az görüldüğüne inanılsa da Batı toplumlarında artık yüksek sesle konuşulmaya başlanan kadına karşı şiddet, taciz, tecavüz gibi olayların yaygınlığı ve kadınların iş ve sosyal yaşamda karşı karşıya kaldıkları sıkıntıların büyüklüğü söz konusu argümanı tartışmalı hale getirmiş gibi görünüyor. Bu durumda kadınların toplumsal ve siyasal yaşama sorunsuz katılımlarıyla ilgili gündemin maddi gelişmişlikten farklı bir düzeyde açıklamasının yapılması gerekiyor. Bu anlamda belki de açıklayıcılık düzeyi en yüksek parametre zihniyet biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye’de kadınların özellikle 2000’lerde görünür hale gelmeye başlayan siyasal ve toplumsal katılım düzeylerindeki artış zihniyet biçiminin bu konulardaki etkisini anlamak açısından güzel bir örnek teşkil ediyor.
Siyasal Yaşamda Türk Kadını
Türk kadınının siyasal katılımı ve karar mekanizmalarında yer almasıyla ilgili en yaygın ezber; kadınların Cumhuriyet öncesinde siyasal anlamda hiçbir hakka sahip olmadıkları, buna mukabil Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte pek çok hakla birlikte siyasal haklara da kavuştukları şeklindedir. Oysa Türk kadınının bugün çok basit bir hak olarak görülen seçme ve seçilme hakkına kavuşabilmesi bile Cumhuriyet sonrasında yaşanan uzun mücadeleler neticesinde gerçekleşmiştir. 1923’te seçim yasasında yapılan değişiklikle 18 yaşını geçen her Türk erkeğine seçme hakkı verilmiş ancak kadınlar bu hakkın dışında bırakılmıştır. Kadınların henüz oy kullanacak olgunluğa erişmemiş oldukları ve aile reisi olan erkekler aracılığıyla oy kullanmış sayılacakları düşünülmüştür. Bu konuda yapılan itirazlara verilen en yaygın cevap ise kadınların oy kullanmak istiyorlarsa askerlik de yapmaları gerektiği şeklinde olmuştur.
Kadınların siyasal hakları elde etme noktasında yaşadıkları bu sıkıntılar Osmanlı devletinin son dönemlerinde çalışmalarına başlayan Nezihe Muhittin ve arkadaşlarının Kadınlar Halk Fırkası’nı kurmalarıyla neticelenmiştir. Ne var ki bu çaba Tek Parti hükümeti tarafından zararlı bulunarak durdurulmuş ve partinin kuruluşuna “bazı düşünceler” nedeniyle izin verilmemiştir. Kadınların siyasal hakları için mücadele edecek bir partinin herhangi bir gerekçe gösterilmeden engellenmesi Nezihe Muhittin ve arkadaşlarını bu kez Türk Kadınlar Birliği’ni (TKB) kurmaya yönlendirmiştir. Ne var ki TKB Kemalist elitlerin şiddetli saldırılarına ve “bozgunculuk” eleştirilerine maruz kalmış, kendisini tasfiye etmek zorunda kalacağı bir aşamaya kadar sürüklenmiş ve tarihin tozlu sayfaları arasına hapsedilmiştir. Nezihe Muhittin başkanlığındaki TKB’yi eleştiren İffet Halim Oruz, Kemalist elitlerin kadınların siyasal yaşama katılımlarıyla ilgili görüşlerinin özeti mahiyetindeki şu görüşleri serdetmiştir:
“Türkiye Cumhuriyeti büyük bir inkılapla beraber gelmiş bir Cumhuriyet olduğu için, büyük bir inkılapla gelmiş bir kadın cemiyeti (TKB kastediliyor) dünyadaki herhangi bir demokrasinin cemiyeti şeklini alamaz. TKB’nin idaredeki kusuru bu noktayı kavrayamaması ve Fransız, Alman vb. kadınlığı gibi ‘süfrajet’ mantığı ile hareket etmesindedir. TKB ‘süfrajet’ mantığıyla hareket etmeyip ‘büyük kurtarıcısının’ hakları bahşetmesini beklemeliydi: Koca inkılap ve onun başındaki büyük adam (Atatürk) kadın meselesini de ihmal edemezdi.”
Ne var ki Kemalist elitlerin kadın konusundaki yaklaşımları bu perspektifle sınırlı değildi. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde gerek Mecliste yapılan konuşmalarda gerekse basında yer alan makale ve karikatürlerde kadınların ehliyet sahibi bireyler olmadıkları şeklinde bir anlayış yaygınlaştırılmaya çalışılıyordu. Bu durum kendilerini devrimlerin kucağına teslim etmeleri salık verilen kadınlara bununla çelişen bir gelecek tasavvuru çizilmesi anlamını taşıyordu. Zira Muhittin’in tabiriyle “gayri meş’ur” yani şuursuz olarak görülen kadının siyasal haklarını elde etmesi pek mümkün görünmüyordu. Bu hali Zihnioğlu şu satırlarla anlatmıştır:
“Kemalistler, yeni nesiller yetişene değin toplumsal ve siyasal alanda faal olmak isteyen kadınların etkenliğini hayırseverlik ve ‘Himaye-i Etfal’in geliştirilmesi olarak sınırlamak istiyordu. Yeni yönetimin Cumhuriyet kadını, Mustafa Kemal’in çizdiği toplumsal projenin dışına çıkmayan, siyasal otoriteye sadık ve itaatkar olmalıydı. ‘Büyük kurtarıcının’ kendisine tanıdığı hakları takdirle karşılayıp ona şükranlarını sunmalı ve kayıtsız şartsız bağlılık bildirmeliydi.”
Sembolik Temsilden Gerçek Temsile Doğru
Kadınların son derece fırtınalı geçen siyasal katılım mücadeleleri -dış konjonktürün de etkisiyle- 1934’te başarıya ulaşmış ancak verilen haklar 2000’lere kadar daima sembolik düzeyde kalmıştır. AK Parti’nin iktidara geldiği 2002’ye kadar kadın milletvekillerinin parlamentodaki oranları yüzde 4,5’in üzerine hiçbir dönemde çıkmamıştır. Ne var ki 2002’den itibaren kadınların siyasal ve toplumsal temsilleri noktasında anlamlı bir farklılaşmanın ortaya çıkmaya başladığı görülecektir.
Bu durumun ortaya çıkmasında etkili olan bizzat Recep Tayyip Erdoğan’ın siyaset etme biçimi olmuştur. Zihniyet anlamında kadınla erkeği birbirini tamamlayan toplumsal aktörler olarak gören Erdoğan ilk defa 1989’da Beyoğlu belediye başkanlığına aday olduğunda kadınların siyasal çalışmalar yapmasının önünü açmıştır. Bunu da parti ileri gelenlerinin itirazlarını göğüsleyerek gerçekleştirmiştir. Sonraki yıllarda Türkiye’de ilk defa parti kadın kollarının kurulması talimatını veren Erdoğan kapı kapı dolaşarak seçim çalışmaları yapan kadınların büyük katkısıyla 1994’te İstanbul belediye başkanlığı koltuğuna oturmuştur. Erdoğan bu açık başarıdan sonra kadınların siyasal ve toplumsal alanda temsil edilmesinin önünü açmak için her fırsatı değerlendirmiş ve kadınların parlamentodaki temsilleri her seçimde artmaya başlamıştır.
AK Parti’nin iktidarda olduğu ilk dönemin ardından yapılan 2007 genel seçimlerinde parlamentodaki kadın milletvekili oranı yüzde 9,1; 12 Haziran 2011 genel seçimlerinde yüzde 14,1; 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde yüzde 17,8 ve 1 Kasım 2015 genel seçimlerinde ise yüzde 14,7 olmuştur. Meclisteki toplam kadın milletvekillerinin üç dönem yarısından fazlasını, iki dönem de yüzde 40’lar düzeyindeki kısmını AK Parti tek başına Meclise sokmuştur. Başka bir ifadeyle AK Parti siyaset sahnesine çıktığı tarihten beri Meclise en fazla oranda kadın milletvekili gönderen parti olmuş ve kurduğu kabinelerde bugüne kadar 10 kadın bakanlık yapmıştır.
Erdoğan hareketinin kadınların toplumsal ve siyasal yaşama katılımları noktasında getirmiş olduğu bu farklılığın maddi şartlardaki değişimden ziyade zihniyet düzeyinde ortaya çıkan farklılaşmayla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Kadınları şuursuz, modadan ve süslenmekten başka bir şey düşünmeyen, çocuk akıllı ve sadece gardırop Batılılaşmasını teşhir edecek konu mankenleri olarak gören anlayışın aksine kadınla erkeği birbirini tamamlayan ve toplumsal olaylar karşısında aktör olarak gören Erdoğan zihniyetinin ortaya çıkardığı fark bir sessiz devrim niteliği taşımaktadır. Bu zihniyetin toplumun bütün kılcallarına kadar ulaşması için hala alınması gereken uzun bir yol vardır. Kadınların toplumsal ve siyasal yaşama katılımlarıyla ilgili yaşadıkları zorluklar ortadadır. Ancak yolun uzunluğu katedilen mesafenin büyüklüğünü görmemizi engelleyen bir hakkaniyet eksikliğine de sebep olmamalıdır.