Türkiye Şubat’ta başlayan ve küresel gündemin birinci sırasına yükselen Rusya-Ukrayna Savaşı esnasında, iki ülke nezdindeki itibarı sayesinde hem arabuluculuk girişiminde bulunabilirken hem de NATO içindeki önemini bir kez daha gözler önüne serdi. Nitekim son haftalarda Türkiye-Batı ilişkilerinde gözle görünür bir iyileşme yaşanıyor ve Ankara’yı ziyaret eden ABD heyetlerinin sayısı da bir hayli artmış durumda. Ancak Türkiye’nin son dönemde öne çıkması sadece Rusya karşısında sahip olduğu jeopolitik öneminden veya övgülere mazhar olan savunma sanayi kapasitesinden kaynaklanmıyor. Ortadoğu bölgesine gelindiğinde de Türkiye ile BAE arasında yaşanan hızlı iyileşme süreci, yine Türkiye ile Suudi Arabistan ve Mısır arasında buzların çözülmeye başlaması birçok gözlemcinin dikkatini çekiyor. Benzer şekilde İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un 9 Mart’ta Türkiye’yi ziyaret etmesi, Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Murat Mercan’ın Washington’daki İsrail’e yakın çevrelerle geliştirdiği ilişkiler ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Mayıs ayında Tel Aviv’i ziyaret edecek olması, Türkiye-İsrail ilişkilerinde de ciddi bir gelişme yaşanacağının göstergesi. Türkiye’nin bölge ülkeleriyle “normalleşme” olarak adlandırılan yakınlaşmaları, Ortadoğu’da en az Rusya’nın Ukrayna işgali kadar yakından izleniyor.
İran ve Bölgesel Gelişmeler
Biden yönetiminin işbaşına gelmesiyle üzerindeki yoğun baskıdan kurtulan Tahran yönetimi yakın zamana kadar Viyana’da sürdürülen nükleer müzakereler konusunda oldukça iyimserdi. Ancak Ukrayna krizi ile eş zamanlı olarak bu müzakerelerde bir tıkanıklık meydana geldi. Bazı gözlemciler tıkanıklığın, Rusya tarafından meydana getirildiğini savunurken, basına yansıyan bilgilere göre ABD’nin İran Devrim Muhafızları Ordusunu Yabancı Terörist Organizasyon listesinden çıkarmaması, iki ülke arasındaki iplerin gerilmesine neden oldu. ABD’nin ara formül olarak DMO’yu söz konusu listeden çıkarıp yalnızca dış operasyonlar birimi Kudüs Gücü’nü listede bırakmak istediği ancak bu teklifin de İran tarafından kabul edilmediği sızan duyumlar arasında. İran’ın Biden yönetiminin göz yummasıyla petrol satışını artırmasının piyasalara belli bir rahatlık sağladığı anlaşılıyor. Doğal gaz alanında ise İran ile yapılacak anlaşmanın kısa vadede Rus kaynaklarına alternatif olamayacak olması yine Kasım’da ABD’deki Kongre seçimlerinden çıkacak sonucun müzakerelere ve olası bir anlaşmaya etkisi gibi hususlar, tarafların Viyana görüşmelerini ağırdan almasına yol açıyor.
İran’ın nükleer müzakereleri, başta İsrail ve Suudi Arabistan olmak üzere bölge ülkeleri tarafından yakından takip ediliyor. Trump yönetimi sırasında Başkan ile yakın ilişkilere sahip olan ve Kasım Süleymani’nin öldürülmesi dahil “Azami Baskı” politikasının önde gelen destekçisi olan iki ülke, Biden yönetiminin İran’a önemli tavizler vermesinden endişe duyuyor. Buna karşılık ABD yönetimi ise nükleer müzakerelerin yalnızca İran’ın nükleer faaliyetlerinin sınırlandırılmasına yönelik olarak gerçekleştirildiğini, İran’ın bölgesel faaliyetleri konusunda endişe duyan bölge ülkelerinin kendilerinin inisiyatif alması gerektiğini savunuyor.
Suudi Arabistan’ın İran ile zemin yoklamak için başlattığı Bağdat’taki görüşmelerde aradan geçen bir yıla yakın zamana rağmen herhangi bir ilerleme kaydedilemedi. Özellikle Yemen iç savaşına bir çözüm yolu bulunamaması durumunda, iki ülke arasında ciddi bir iyileşme beklenmiyor. Riyad yönetimi 2015’ten beri İran destekli Ensarullah örgütüne karşı askeri operasyonlar düzenlese de elle tutulur bir başarı sağlayamadı ve başta ARAMCO olmak üzere ülkenin en önemli stratejik tesisleri, Husilerin nitelik ve nicelik açısından artan füze ve SİHA saldırılarına uğruyor. BM destekli olarak Nisan başında ilan edilen iki aylık ateşkesin ardından kalıcı bir anlaşmaya varılamaması durumunda çatışmaların daha da şiddetlenmesi muhtemel görünüyor.
Muhtemel bir nükleer anlaşmadan sonra İran’ın bölgesel politikalarında daha agresif bir tutum izlemesinden çekinen ülkeler İsrail ve Suudi Arabistan ile sınırlı değil. BAE de Irak ve Yemen üzerinden İran destekli gruplar tarafından çeşitli saldırılara maruz kaldı. Tahran ile gerilimi düşürerek müzakereler yoluyla yeni bir sayfa açma isteğinde bulunan ve bu amaçla Ulusal Güvenlik Danışmanı Şeyh Tahnoun bin Zayed Al Nahyan’ı 6 Aralık’ta Tahran’a gönderen Abu Dabi yönetimi, İsrail ile yapmış olduğu İbrahim Anlaşması’na İranlıların duyduğu tepkiden dolayı istediği cevabı alamadı. Gerek Yemen’deki ateşkesin gerekse Viyana Görüşmelerindeki gidişatın İran-BAE ilişkilerini de yakından etkileyeceği ileri sürülebilir.
Öte yandan Taliban’ın işbaşına gelmesinden sonra Afganistan’daki ekonomi ve iklim şartlarının da etkisiyle İran’a yönelen Afgan nüfusta ciddi bir artış var. Nisan’da Afganlara yönelik sınırdaki kötü davranışın sosyal medyada yayılması, Taliban’ın Kabil’deki İran Büyükelçisini çağırmasına ve olayları kınamasına neden oldu. Bazı Taliban komutanları İran’a saldırı tehdidinde bulunurken, İran’ın Kabil ve Herat’taki temsilciliklerine saldırılar gerçekleşti. İki ülke arasındaki sorunların yakın gelecekte artması hatta İran’daki söz konusu Afgan nüfusun bir bölümünün Türkiye’ye yönlendirilmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Son bir not olarak İran, Pakistan’daki iktidar değişikliğinin de kendisine olumsuz yansıyabileceği konusunda endişelere sahip.
Yeni Dönem Türkiye-İran İlişkileri
Türkiye ve İran bölgede başta Suriye olmak üzere Irak ve Azerbaycan gibi konularda ihtilaflı iki ülke. Son on yıldır ABD ve Batılı ülkelerin yoğun baskısında olan ve “sözde müttefik” olarak tanımlanan Türkiye, özellikle Astana Süreci ile somutlaşan bir şekilde Rusya ve İran ile olan ihtilaflarını yumuşatma ve krizi dondurma stratejisi izledi. Bunda Türkiye’nin Batılı geleneksel müttefikleriyle olan ilişkileri kadar özellikle Mısır darbesiyle bölgedeki Arap ülkeleri ve İsrail ile olan sorunlarının da payı vardı. Dolayısıyla Suriye ve Irak gibi konularda son derece ihtiyatlı adımlar atan ve olası bir gerginlik durumunda, ABD ve bölgeden bir destek göremeyeceğinin farkında olan Ankara, Moskova ve Tahran ile olan ilişkilerinde karşı tarafın kırmızı çizgilerine büyük ölçüde uydu. Bununla birlikte Şubat’ta başlayan ve aradan geçen iki ayın ardından kolayca bitmeyeceği belli olan Rusya-Ukrayna Savaşı, Moskova için günden güne bir bataklığa dönüşüyor ve Rusya’nın Boğazları kullanamamasının da etkisiyle Suriye üzerindeki askeri etkisinin giderek azalması şaşırtıcı olmayacak. Nitekim Moskova’nın Suriye’deki bazı bölgeleri İran’a yakın birliklere bıraktığına dair haberler geliyor. Rusya’nın Suriye’deki varlığını azaltarak yerini İran’a bırakması, İsrail’in bu ülkeye yönelik operasyonlarında daha rahat hareket etmesine yol açabilir. Benzer bir durum Türkiye’nin Suriye’deki operasyonları için de söz konusu olacaktır. Ankara, Moskova ile olan hassas ilişkilerini riske atmadan, Rusya’nın Suriye’de daha tavizkar olacağı bir denkleme geçiş için baskısını artıracaktır. Bu durum, Suriye rejiminin muhaliflerle yaptığı Cenevre görüşmelerinde daha fazla taviz vermesine ilişkin olabileceği gibi, sahada askeri operasyonlar şeklinde de olabilir. Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’nin askeri faaliyetlerinin artması İran’a bağlı gruplarla Türkiye’yi karşı karşıya bırakabilir.
İran, Türkiye’nin son dönemdeki diplomatik hareketliliğini yakından takip ediyor. Özellikle Karabağ Savaşı’ndan beri Türkiye karşıtı söylemlerini artıran basın ve yetkililer, İsrail ile yakınlaşma, Kaşıkçı davası dosyasının Suudi Arabistan’a gönderilmesi gibi konularda rutin hakaretamiz açıklama ve yorumlarını sürdürüyorlar. Dahası Türkiye’yi suçlama kampanyası geçtiğimiz günlerde Afrika’dan gelen ve tüm bölgeyi etkisi altına alan çöl tozlarının aslında Türkiye’nin GAP’taki baraj inşalarından kaynaklandığı, bunun arkasında da İsrail’in bulunduğu yönünde tuhaf açıklamalar eski Cumhurbaşkanı Hatemi’nin yardımcısı Masume İbtikar gibi bir isim tarafından bile dile getirilebiliyor. Benzer şekilde İran basınında bir Afgan mültecinin Meşhed şehrinde Şii din adamlarına yönelik gerçekleştirdiği bıçaklı saldırı saldırganın Özbek etnik kökeninden ötürü Türkiye ile ilişkilendirilebildi. Devlet kontrolündeki İran basını, Mossad üssü olduğu gerekçesiyle Erbil’deki bir hedefe yönelik İran’dan düzenlenen füze saldırısının Türkiye’ye de bir mesaj olduğu ve vurulan villada Türk yetkililerin de bulunduğu yönünde çok sayıda iddiaya yer verdi. Yine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ertelenen Tahran ziyareti de genellikle İran karşıtı bölgesel komplo teorileri çerçevesinde ele alınıyor. Kısaca Türkiye’nin son aylardaki yoğun bölgesel diplomasisinden rahatsız olan İran, ilgili ilgisiz her konuyu Türkiye’ye karşı kullanma çabalarına devam ediyor.
Türkiye açısından bakıldığında, İran’ın meşru nükleer ya da bölgesel çıkarları son on yıldaki çalkantılı dönemde en ağır iç ve dış baskılar karşısında bile savunulageldi. Ancak Tahran’ın Irak ve Suriye’deki uzlaşmaz maksimalist tutumu yine Karabağ’ın Ermeni işgalcilerden kurtarılması esnasında ve sonrasındaki tehditvari açıklamalar, benzer şekilde son dönemde canlanmaya başlayan PKK irtibatları gibi hususlar İran meselesinin Türkiye’nin ve müttefiklerinin milli güvenliğini etkileyen bir boyuta geldiğini gösteriyor. Ankara, Tahran’ın Obama dönemindeki nükleer anlaşmayı bölgesel yayılmacılık amaçları için kullanmasına benzer şekilde yeni bir Kapsamlı Ortak Eylem Planı'nı (KOEP) Irak ve Suriye’deki varlığını güçlendirmek için kullanabileceğini düşünüyor. Dolayısıyla “Azami Baskı” politikaları döneminde dengeleyici etkisini İran lehine kullanan Türkiye, yeni koşullar altında bu gücünü İran’ın yayılmacılığını sınırlamak için kullanabilir.