Türkiye’de son on yılda yaşanan değişimi hala bir siyasal değişim zannedenler var. Bu zihniyete göre, “AK Parti diye bir parti var. Onun da Erdoğan diye bir lideri var. Çok iyi konuşmalar yapıyor. Çok karizmatik. Halk çok seviyor. Makarnayı alıyor, oyu veriyor. Dolayısıyla da AK Parti tekrar tekrar iktidara geliyor. Ülkeyi kafasına göre şekillendiriyor. Kurumlarını değiştiriyor. Rejimini ortadan kaldırıyor. Siyasal iktidarını kendi lehine kullanıyor.”
Bu okumanın gerçekle hiçbir alakası yok. Bu okuma iyi niyetli de değil. Bu okuma toplumsal bir dönüşüm hikayesini görmezden geliyor. Bu okuma Türkiye’nin ve dünyanın nereye doğru evrildiğini anlamamak için ısrar ediyor.
Yıllardır aynı kör inadı devam ettirenler Türkiye’de siyasal iktidarı düşürmek için her türlü yolu denedi. İktidar ve Erdoğan’dan kurtulduklarında eski imtiyazlı günlerine geri döneceklerini sanıyorlar.
Halbuki tüm süreci tersten okumak gerek. Aslında olan şudur: Türkiye’nin yüzyıllardır sahip olduğu toplumsal düzen dönüşüyor. Sınıflar arası ilişkiler değişiyor. Büyük toplum kitleleri merkeze geliyor. AK Parti ve onun kullandığı siyasal iktidar aslında bu toplumsal dönüşümün bir parçasıdır. AK Parti ve Erdoğan bu toplumsal dönüşüme önderlik ediyor.
Kabaca açıklamak gerekirse Türkiye toplumu ikinci kez toplumsal bir alt üst oluş yaşıyor. Birincisi Fatih’in İstanbul’u fethi sonrasında yaşanmıştı. Fatih’in kurduğu devlette toplum ikiye ayrıldı: Yönetenler ve yönetilenler. O zamanlar için başarılı bir yapılanma olan bu sistem şimdinin şartlarına uymuyor ve toplum tarafından dönüştürülüyor.
Osmanlı devletinde merkezi otoriteyi kuran Fatih fethin ikinci günü Çandarlı’yı sonra da benzeri aristokratları etkisiz hale getirdi. Anadolu birliğini sağlayarak Osmanlı coğrafyasında aristokrasinin yerine Türk olmayan devşirme bürokrasiyi yerleştirdi. Çünkü miras biriktiremeyen devşirmeler Sultan’ın otoritesine meydan okuyamayacaktı. Bu nedenle Avrupalı ülkeler merkezi devlet otoritesini inşa edemedikleri bir ortaçağı yaşarken Osmanlı merkezi bir devlet kurdu. Devşirme bürokratlar Sultan’ın kapıkullarıydı. Sultan Avrupa’daki krallar gibi eşitler arasında birinci değildi. Tek ve vazgeçilmez otoriteydi. Fakat zaman içerisinde özellikle devlet zayıfladıkça bürokrasi güçlendi ve toplumda etkin tek sınıf halini aldı. Karşısında onun etkisini dengeleyebilecek bir aristokrasi veya modern zamanlarda bir burjuva gelişmediğinden, bürokrasi gün geçtikçe daha da güçlendi. Ve aslında Türkiye toplumunun etkin tek aktörü haline geldi. Yeniçeri ocağı kapatılsa da bürokratik vesayet devam etti. Yeni tür bürokratik vesayetler ortaya çıktı. İttihat Terakki sivil ve askeri bürokratik vesayetin yeni tezahürüydü. Sonra Cumhuriyet kuruldu. Fakat Cumhuriyet’in kurucuları da memurdu. Çünkü toplumun en önde gelenleri memurlardı. Aristokratlar yoktu. Burjuva hiç olmamıştı. Memurların merkezi konumu tüm Cumhuriyet döneminde devam etti. TSK ve sivil bürokrasi halka rağmen halkçılığın sembolü oldu. Ülkedeki burjuva bile bağımsız değildi ve bürokrasiye hesap veriyordu. Bir general bir iş adamını odasına çağırıp azarlayabiliyordu. Çünkü zenginliği de bürokratlar dağıtıyordu.
Sonra iki şey oldu: Şehirleşme arttı ve yeni tür zenginler çıktı. Geniş kitleler köylerden şehirlere hareket ederken kendi değerlerini de beraberinde getirdi. Bürokratik gelenek onları dışladıkça onlar kendi değerlerini daha da benimsedi. Öbür taraftan yeni tür zenginler devletle iş yapamadığı için toplumsal alanda büyüdü. Sonuç olarak devletin kontrol edemediği kitleler ilk defa gerçek bir toplumsal ve siyasal aktör olarak ortaya çıktı. Birçok siyasi partiyi destekledi; Menderes, Demirel, Özal ve Erbakan gibi. Dikkat ederseniz bu başbakanlar bile aslında devlet memuruydu ve merkezin içinden geliyordu. Kurulu düzen başbakanlığı hala bir sadrazamlık gibi devlet memurluğu olarak kurgulamıştı. Bunların içinde bile Erdoğan devlet memuru olmayan tek siyasal aktördür. Bu nedenle çok benimsendi ve söz konusu kitleleri bütünüyle yansıttı. Bu yüzden içinden geçtiğimiz süreç sadece bir siyasal iktidar değişimi değil geniş kesimlerin iktidara yürüyüşüdür.
Yeni toplumsal dönüşüm eski devleti yıktı. Son 15 yıldır yaşadığımız süreçler ve gerilimlerin asıl izahı budur. Yıllardır yeni devletin kurulmasının sancısını yaşıyoruz. Bu ülke artık memurların yönetemeyeceği bir kapasiteye ulaştığından yeni bir toplumsal sözleşme imzalamak zorunda. O toplumsal sözleşmenin adı ise yeni anayasa.
Anayasalar asla sadece bir hukuk metni değildir. Devleti siyaset kurar. Bazen bu siyaset toplumdan bağımsız da ortaya çıkabilir. Topluma rağmen siyaseten bir anayasayı toplumsal sözleşme olarak da dayatabilir. Tarihteki bütün anayasalar siyasal güç mücadelelerinin sonunda ortaya çıkmıştır. Türkiye tarihindeki anayasaların hepsi memurlar tarafından yazılmıştır. Şimdi ise gerçekten bir toplumsal sözleşme şansımız var. Bu toplumsal sözleşme bu kez toplumun ana dinamiklerini yansıtabilecek bir şansa sahip. Toplumun büyük çoğunluklarının haklarını azgın azınlıklara ve marjinallere feda etmeyecek bir anayasa ve siyasal sistem kurgulanmalıdır.
Eski düzen bir anayasa üretmişti ve o anayasa devlet bürokrasisinin iktidarını sürdürmek üzere planlanmıştı. Bu düzen parlamenter sistem ve onun tepesine koruyucu ve sorumsuz bir Cumhurbaşkanı planlamıştı. Devletin bekçisi olan bu devlet başkanı sistemin anahtar kurumlarını korumakla görevliydi ve toplum tarafından ele geçirilmesini engelleyecekti.
Bekçi meclisten seçilecekti çünkü 550 kişilik meclisi kontrol etmek askeri ve sivil bürokrasi için kolaydı. Gerektiğinde telefon edip milletvekilleri tehdit edilebilirdi. Böylece kimin seçileceği de güvence altına alınmış oluyordu. Hep Kenan Evren gibi tipler seçilecekti.
Çünkü parlamenter sistemin siyasal iktidarı bölen yapısı nedeniyle hiçbir hükümetin Cumhurbaşkanı seçemeyeceği varsayılıyordu. Hükümetler cumhurbaşkanlarını hep pazarlık yoluyla seçmek zorunda kalacaklarından bu makama Ahmet Necdet Sezer gibi tipler gelecekti.
Fakat öyle olmadı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Kurumsal olarak ne kadar iyi hesap yaparsanız yapın, toplumsal yapı kurumsal düzenlemenin üzerindedir. Aslında o kurumsal düzene yön veren toplumun yapısıdır.
Toplumsal yapı memurları tek etkin güç haline getirdiğinde kurumlar da o memurlar tarafından belirlenebiliyordu. Yani parlamenter sistem, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, AYM, Hakimler Savcılar Yüksek Konseyi, Üniversiteler Arası Kurul, Yüksek Öğretim Kurulu, Merkez Hakem Kurulu, TSK, Dışişleri bürokrasisi ve diğerleri. Bütün bu kurumların her biri aslında belli bir zihniyetin elinde tutulabiliyordu. Fakat bu kurumlar ne kadar iyi dizayn edilse de toplumsal dönüşümün akışına direnemediler. Dönüşüm bir sel gibi hepsini önüne kattı ve birer birer yıktı.
Bu anlamda en anahtar kurum Cumhurbaşkanlığı idi. Önce o düştü. Sonra yargı, istihbarat, ordu ve diğerleri. Bu dönüşüm sadece devlet kurumlarında yaşanmadı. Aynı zamanda toplumsal kurumlar da birer birer düştü. Medya çeşitlendi. Sivil toplum kuruluşları çeşitlendi. Hepsinin alternatifi çıktı ortaya. Bu esnada Hrant Dink cinayeti, Cumhuriyet mitingleri, e-muhtıra, Ergenekon, Balyoz, Gezi Parkı Şiddet Eylemleri, PKK’nın Haziran seçimleri sonrası şehir ayaklanması, 7 Şubat MİT krizi, 17-25 Aralık yargı darbesi ve son olarak 15 Temmuz fiili darbe girişimi gibi zor süreçlerden geçti Türkiye.
İnsan sayarken yoruluyor. Neler gelmiş geçmiş bu milletin başından. Bütün bunlara direnebilen tek aktör siyaset olabilir mi? Mümkün mü? Arkasında bir toplumsal dönüşüm hikayesi olmasa bu kadar saldırıya direnebilir mi?
Bu millet Adnan Menderes’i de çok severdi. Ama köyünde radyodan darbe haberini alan ve gözü yaşlı bir biçimde Menderes’in idam haberini duyan dedelerimiz şehir merkezlerinde darbecilere direnebilecek güçte değildi. Ankara’da üç beş tane Demokrat Parti'li vardı. Gerisi aynı zihniyetin parçasıydı. Ama 15 Temmuz’da sokağa çıkan insanlar şehirli, kalabalık, bilinçli ve dirençliydi.
Bu millet artık yeni bir devlet kuracak. İçinden geçtiğimiz günler bunun sancılarıdır. Fransız İhtilali dediğiniz üç günde olmamıştır. On yıllara yayılmıştır. İleri gitmiştir. Geri gelmiştir. Fakat yeni bir düzen doğurmuştur. Yeni kurumlar kurmuştur.
Kim ne derse desin, ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu toplumsal dönüşüm bir şekilde kendi ilerlemesini sürdürecektir. Bir şekilde kendi devletini kuracak ve kendi kurumlarını oluşturacaktır. İç baskı, dış baskı, kültürel aşağılama, medya imajlaması ile susturabilir, bastırabilirsiniz ama bu dönüşümün ilerleyişini durdurmazsınız. Çünkü toplumsal dönüşüm kendi siyasetini ve kendi kurumlarını doğuracaktır.
Bu anlamda anayasa ve başkanlık sistemi tam da bu yüzden kaçınılmaz bir biçimde doğacaktır. Geniş halk kitleleri iktidarı gerçek anlamda kullanmak istiyor. Artık kendi haklarını bürokratlarla paylaşmak istemiyor. Toplum siyasal iktidarı güçlendirip bürokrasiyi kendi sınırlarına itecektir. Zayıf koalisyon hükümetleri doğuran parlamenter sistem tam bu nedenle ortadan kalkacak yerine toplumsal iktidarı garanti altına alacak ve ülkenin siyasal hükümet sorununu çözen bir sistem gelecektir. Bunun adına başkanlık deyin, yarı başkanlık deyin, Cumhurbaşkanlığı sistemi deyin. Her ne derseniz deyin. Bu yeni sistem toplumu kendi dar grup çıkarlarına sürüklemeye çalışan marjinal her topluluğu kenarda tutacak bir çözüm olacaktır. Siyasal iktidarı garanti altına alacak bir düzen doğacaktır.