Şüphesiz dünya ticaretinin iktisadi tarih perspektifinden gelişimine bakıldığında, merkantilizm olarak adlandırılan merkeziyetçi ve milliyetçi bir “sıfır toplamlı oyun” anlayışından bu yana yerküre ölçeğinde hem derinleştiğini hem de yaygınlaştığını söyleyebiliriz. Avrupa’nın uzun barış yüzyılı olarak adlandırılan 19.yy’ın sonunda patlak veren Birinci ve İkinci Dünya savaşları arası dönemde ise iktisadi milliyetçilik daha ziyade sanayileşme hareketlerinde temayüz etmiştir. Bu dönemde korumacılık Kıta Avrupası'ndan ABD’ye kadar yer altı zenginliklerine ve beşeri sermayeye dayalı rekabetçi sanayilerin ve teknolojik üstünlüğü getiren yenilikçiliğin de belirleyici politika tercihlerinden biri olmuştur. Bugün de teknoloji merkezli yeni sınai ürünlerin küresel iktisadi rekabette oyunun kurallarını değiştirmeye aday olacak şekilde ortaya çıkışı, normal akışında “serbest” görünen uluslararası ticaret düzeninde yeniden korumacılığı getirmektedir.
Bu çerçevede 20.yy’ın ikinci yarısından sonra gelişmekte olan ülkeler grubunun ithal ikameci sanayileşmeyi esas alan korumacı tercihleri öne çıkmaya başladığında, küresel iktisadi sistemin temel sacayaklarından olan serbest ticaret ilkesini hatırlayan gelişmiş ülkeler, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) müzakerelerinin özellikle Kennedy Turu’ndan (1962-67) itibaren küresel ölçekte bir serbestleşmeyi hızlandırmasının gayretinde oldular. Dünya ticaretini yaklaşık 40 milyar dolar artıran Kennedy Turu’nu takip eden Tokyo Turu’nda GATT üyesi ülkelerin sayısı 62’den 102’ye çıkarken bu turda alınan tarife indirim kararlarının dünya ticaretine etkisi yaklaşık 155 milyar dolar oldu. Nihayet GATT’ı Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) dönüştüren bir dönüm noktası olan Uruguay Turu’nda (1986-1994) küresel ticareti 3.4 trilyon dolar artırdığı tahmin edilen kararlarla birlikte üye ülkelerin sayısı 123’e yükseldi. Neticede Washington Mutabakatı’nı takip eden yaklaşık yarım asırlık dönemde gelişmekte olan ülkelerin dışa açılmalarının da katkısıyla küresel ticaret hacmi ve küresel ticaretin gayrı safi yurt içi hasıladan (GSYİH) aldığı pay düzenli olarak artış gösterdi.
Küresel ticaretin son yarım yüzyıldaki ana seyri artış istikametinde olsa dahi bilhassa 2008 küresel finans krizi sonrasında görülen ivme kaybı dikkat çekicidir. Küresel ticaretin dünya GSYİH’nden aldığı pay ilk kez 2008 öncesinde yüzde 51 seviyesini görürken; takip eden dönemde yüzde 50 seviyesini yakalayamadı. Bunda küresel krizlerin ve belirsizliklerin yanında giderek artan ve belirginleşen eşitsizliğin de büyük rolü bulunuyor.
Serbest ticarete ilişkin mevcut belirsizlik ortamının getirdiği endişe ve şüphenin özellikle gelişmekte olan ülkelerin iktisadi altyapıları ve korumacı iktisat politikası tercihlerini etkileyen çıkar gruplarının faaliyetlerinden kaynaklandığını betimleyen geniş bir literatür oluşmuş durumda. Ancak küresel ticaretin mahiyetine dair söz konusu şüphenin daha derin kökenlerine dair çalışmalar da mevcut (bkz. Chimni, 2009). Serbest ticarete dair şüpheci yaklaşımda son iki yüzyılı aşkın dönemde gelişen ve uygulanan serbest ticaret düşüncesine ait tarihi, ahlaki, hukuki ve siyasi bağlamların etkisi de yadsınamaz. Bu derin kökenlerin yanı sıra küresel ticaretin seyrindeki diğer önemli kırılma noktaları ise krizler ve afetlerdir.
Nitekim bu krizlerin hem sıklığı hem de derinliği küresel iktisadi sistemin hem ticari hem de finans ayaklarını çok şiddetli sallamıştır. Dolayısıyla küresel yönetişime olan vurgu gittikçe belirginleşmiştir. 2019 sonunda Çin’den tüm dünyaya yayılan yeni tür koronavirüs (Covid-19) salgını da içinden geçtiğimiz günlerde etkisini derinden hissettiğimiz son küresel krizdir, denebilir. Başlangıcından bugüne yaklaşık iki yıllık dönemde 600 milyonun üzerinde vaka ile 6 milyon insanın ölümüne neden olan bu salgının ekonomik etkileri de yıkıcı olmuştur. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında salgının yayılma hızı, salgınla etkin başa çıkma kabiliyeti ve stratejisiyle, salgından çıkış performansında görülen farklılaşmalar ise aslında küresel eşitsizliğin giderek katmerlendiği bir dünyada yaşadığımızın bir kez daha ispatıdır.
Bu bağlamda 2022, küresel bir salgının mirasını 2020 ve 2021’den devralan ve ülkelerin salgından eşit olmayan koşullarda ve hızda çıkışının, artan enflasyonun ve giderek büyüyen resesyon endişelerinin belirlediği bir yıl olarak tarihe geçecektir. Küresel emtia fiyatlarında eşi görülmemiş hızda artışların, tedarik zincirlerinde kriz ölçeğinde kesintilerin yaşandığı -IMF tarafından yayımlanan bir çalışmaya (bkz. Komaromi vd., 2022) göre ortalama sürelerinin yüzde 25 üzerinde seyreden ve yüzde 0.9 ila 3.1 arasında ilave tarifeye denk gelen- taşımacılık süresi ve navlun giderlerinde tarihsel yüksek seviyelerin görüldüğü ve küresel finansal koşulların 2008 küresel finans krizi ve 2013 FED para politikasında sıkılaşmayı takip eden 10 yılın sonunda olağanüstü şekilde daraldığı bir zaman diliminden geçiyoruz.
Küresel belirsizliğin önce salgın koşullarının ardından da salgınla mücadelede strateji farklılıkları (bkz. Çin’in sıfır covid-19 politikası), aşı tedariki başta olmak üzere salgından eşit olmayan şartlarda çıkışın neden olduğu dengesizliğin, geçtiğimiz Şubat’ta Rusya’nın Ukrayna saldırısı ile giderek derinleştiği, izahtan varestedir. Küresel belirsizlik endeksi tarihi zirve yaptığı 2020’nin birinci çeyreğinden itibaren 2021 birinci çeyreğine kadar kesintisiz düşüş gösterse de son bir yılda yaşanan eşitsiz ve dengesiz toparlanma, devam eden tedarik zinciri sorunları ve artan enflasyonist baskılara paralel gelişmiş ve gelişmekte olan ülke para politikalarında farklılaşan beklentiler nedeniyle yeniden artışa geçti.
Küresel finans krizinden bu yana geçen 10 yılda dünyanın içinden geçtiği her kriz kavşağında gerek kriz dönemlerine girişleri gerekse de krizin etkilerini hissetmeleri bakımından gelişmiş ülkeleri arkadan takip eden gelişmekte olan ülkelerdeki politika belirsizliği salgın öncesi durumun tersine olarak gelişmişlere kıyasla artmış durumda. Küresel krizlerin ikincil etkileri genellikle gelişmekte olan ülke ekonomilerinde daha fazla hissediliyor.
Küresel belirsizlik endeksi söz konusu nedenlerle 2020 birinci çeyreğindeki 55.7 seviyesinden 2021 birinci çeyreğinde 11.9 seviyesine inse de 2022’nin ikinci çeyreği itibarıyla 29.3 seviyesine yükseldi.
Benzer şekilde ekonomi politikasında belirsizlikler de halen etkili oluyor. Nitekim 2008 küresel finans krizinden bu yana tedricen yükselen küresel ekonomi politikası belirsizlik endeksi de Nisan 2020’de tarihi zirve noktasını (437,2) gördü. Endeks, salgın sonrası dönemin en düşük değerini Haziran 2021’de almıştı (187). Ancak 2022’de sözünü ettiğimiz gelişmeler doğrultusunda Temmuz 2022 itibarıyla 319 değerine yükseldi.
Metaller ile başlayan, ardından enerji ve gıda ile devam eden enflasyonist baskı, üretim maliyetlerini tarihi seviyelere getirirken örneğin New York FED’in yayımladığı küresel tedarik zinciri baskı endeksi, salgın öncesi dönemde gördüğü dip seviyeler olan 0.05-0.06’dan 2021 sonu itibarıyla 4.4 seviyesine geldi. Endeks 2022 boyunca düşüş gösterse de tarihsel ortalamasının oldukça üzerindeki bir düzeyde seyrediyor (Temmuz itibarıyla 1.84). Bu resim çerçevesinde dünya ticaretinde, salgından çıkışın getirdiği erken ümit varlığına rağmen 2022’ye dair önceki büyüme tahmini olan yüzde 4.7’nin çok altında yaklaşık yüzde 3’lük bir büyüme bekleniyor. 2023 için büyüme beklentisi ise yüzde 3.4 seviyesinde bulunuyor (bkz. DTÖ, 2022).
Belirsizlik ve güven eksikliği gibi nedenlerle tarihsel seyrinde yavaşlama görülen küresel ticaretin Covid-19 sonrası dönemde karşı karşıya kaldığı zorluklarla birlikte değişen risk algısı, ABD başta olmak üzere ülkeleri yurt içinde üretim, sanayi ürünlerin yerlileştirilmesi ve bu sayede denizaşırı ülkelerde üretimle birlikte ucuzlayan ancak kırılgan tedarik zincirlerinin “kısaltılması”na yöneltiyor. Bu gelişmeye paralel şekilde salgının apaçık gösterdiği üzere yer altı ve yer üstü kaynakların hoyratça tüketilmesinin getirdiği yeni bir iktisadi perspektifin de giderek yeni norm haline geldiğine şahit olunuyor. İklim değişikliğiyle mücadele kapsamında söz verilen reformlarla mevcut kriz ortamının öncelikli kıldığı tedbirler arasında (örn. yeşil dönüşüm için ilave maliyetlere karşın giderek artan enflasyonla mücadele önceliği) gerilimler varsa da uzun vadede böylesi bir paradigma değişikliği hem küresel üretim ve ticareti hem de finansı şekillendirecek gibi görünüyor. Nitekim şirketlerin enflasyon ve arz kısıtlarına karşı tedbir amaçlı tuttukları ve değeri 9 trilyon doları aşan stokları, bu gelişmenin erken işaretçilerinden biri olarak görülebilir.
İktisat tarihçisi Douglas Irwin’e göre geleneksel olarak merkezkaç ve merkezcil kuvvetler arasında bir salınımla ya birbirine yaklaşan yahut birbirinden uzaklaşan bir dünyada yaşarken bugün yaşadığımız, giderek zayıflayan merkezcil kuvvetlere nazaran giderek güçlenen merkezkaç kuvvetlerin varlığıdır. ABD’nin Çin’e ve diğer birkaç ticaret ortağına uyguladığı tarifelerle birlikte beş yılda giderek artan bu gerilim, Covid-19 salgını ve salgından çıkış sonrası belirli mamullere olan kuvvetli talebe mukabil daralan arz ve zorlaşan taşımacılıkla birlikte yeni bir boyut kazanmış durumda. Giderek artan emtia fiyatları, arz-talep koşullarını dengesizleştiren iş gücü kayıpları ve artan jeopolitik riskler, şirketler ve ülkeleri yeni tedbirler üzerinde düşünmeye itiyor. Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) direktörlerinden Zhan’ın da ifade ettiği gibi, “2030’e kadar giden dönem küresel değer zincirlerini kökünden dönüştürecek bir zaman aralığı olacağa benzemektedir”. Nitekim karar alıcılar bu yeni dönemde küresel tedarik zincirlerinin verimliliği kadar sürdürülebilirliği ve dayanıklılığını da amaç fonksiyonlarının bir unsuru haline getireceklerdir.
Küresel ekonominin giderek dijitalleşmesini temin eden nadir metaller ve ara malların üretimi ve tedarikinde ülkelerin bir diğerine bağımlılığının ortadan kalkması için örneğin ABD’yi Çin’e bağımlı olmaktan çıkmaya; küresel rekabette avantaj üstünlüğü için örneğin AB’yi ABD’nin tarife ve tarife dışı engellere karşı misilleme yapmaya itmektedir. Bunun için başta gelişmiş ülkeler Covid-19 sonrası dönemde ekonomide (sanayi üretimi, enerji vd.) yeşil dönüşümü de içeren çok boyutlu bir politika setiyle beraber yerli üretimi yahut yakın mesafedeki ülkelerde üretimi; küresel taşımacılıkta ortaya çıkan sıkışıklığı aşmak için teknolojinin yardımıyla limanların vd. unsurların etkin takibi ve entegrasyonunu, kamu sağlığını küresel tedarik zinciriyle birlikte düşünmeyi, iş gücü kayıplarıyla mücadele bağlamında bir kısmı geçici bir kısmı kalıcı etkileri olan Covid-19 sonrası dönemde iş gücünün uzaktan çalışma vd. boyutlar dahil etkin kullanımını, bu defa muhtemel arz kısıtlarını da dahil ederek küresel rekabetçiliği destekleyici (anti-tröst vd.) politikaları ve nihayet Rusya-Ukrayna Savaşı’nda görülen jeopolitik zorluklarla baş edebilecek politikaları bütüncül olarak tasarlamaya gitmektedir (bkz. West, 2022).
Son olarak, dünya ticaretinin son iki yüzyıllık serüvenine damgasını vuran büyüme ve verimlilik dışında dayanıklılık ve süreklilik gibi unsurlar da bu kavramlarla güçlü bir rekabete girmektedir. Covid-19 ve sonrası dönemde halen kırılganlık nedeni olan aşılanma, teşhis ve tedavi, muhtemel yeni varyantlar gibi kamu sağlığını etkileyen unsurlara ilave olarak gelişen jeopolitik riskler halihazırda giderek artan zorlukları barındıran küresel tedarik zincirlerinin 2000’lerin başından bu yana geçirdiği parlak yıllarına ara verecek gibi görünüyor. Salgın döneminde arz ve talep şokunu eş anlı yaşayan dünyada, DTÖ verilerine göre ticarete dair alınan tedbirlerin sayısı 436 iken bu tedbirlerin yaklaşık üçte biri (148 adedi) ticareti kısıtlayıcı istikamette oldu. Bu gösterge dahi tek başına önümüzdeki dönemde dünya ticaretinde paradigma değişikliğinin yoğun etkilerine dair başa çıkma stratejisini önden yapmanın zaruretini ortaya koyuyor.