Kriter > Siyaset |

Türkiye ve Ontolojik Güvenlik Meselesi


Bugün tüm dünya ülkelerinde oluşturduğu büyük değişimle ontolojik güvensizlik problemlerine yol açan en önemli etken şüphesiz koronavirüs salgınıdır. Tüm dünyada insanların günlük hayat rutinlerini değiştiren koronavirüs salgını, yalnız bireyleri etkilemekle kalmamış; toplumsal, ulusal ve küresel ölçekte pek çok değişimi tetiklemiştir. Sağlık alanında başlayan tehdit çok kısa zamanda ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarda problemlere yol açmıştır.

Türkiye ve Ontolojik Güvenlik Meselesi

Soğuk Savaş sonrasında çok boyutlu tehditlerin yüzeye çıkmasıyla birlikte güvenlik çalışmalarında yaşanan genişleme ile güvenlik konuları salt askeri-odaklı olmaktan çıkarak siyasi, ekonomik, demografik, ekolojik ve toplumsal sorunları da kapsamına almış; derinleşme ile de güvenliğin öznesindeki devlet-merkezlilik değişerek birey, grup, toplum, ekolojik sistem boyutlarını da içermeye başlamıştır. Geleneksel güvenlik anlayışının fiziksel güvenlik (beka) odaklı yaklaşımından farklılaşan “varoluş güvenliği” (ontolojik güvenlik) de güvenlik çalışmalarındaki bu gelişmelerin bir ürünüdür. 1960’larda Laing’le varoluşçu teorisyenlerden esinlenilerek Psikanaliz’e, 1980’lerde Giddens’la Sosyoloji’ye aktarılan ontolojik güvenlik, 2000’lerde uluslararası ilişkiler disiplinine kazandırılmıştır. Bu alana ilk kez Huysmans’la giren kavram, daha sonra Jennifer Mitzen, Catarina Kinnvall gibi akademisyenlerin çalışmalarıyla bir teori haline gelmiştir. Teorisyenlerin deyimiyle Batı kaynaklarında adeta mantar gibi çoğalan ontolojik güvenlik çalışmaları, Türkiye’de yeni tanınmaya başlamıştır. Ontolojik Güvenlik Teorisi (OGT) araştırmacılara birey ve toplum düzeylerinde analiz yapma imkanı vermenin yanı sıra, antropomorfizm (insansılaştırma) tekniğiyle devlet düzeyinde araştırmalara da zemin sağlamaktadır. Bu perspektife göre tıpkı bireyler gibi fiziksel güvenlik arayanları olmalarının yanı sıra, ontolojik güvenliklerini de sağlamaya çalışan aktörler olarak kabul edilen devletler; istikrarlı bir benliğe/kimliğe, devlet anlatılarıyla tutarlı eylemlere, öngörülebilir devletlerarası ilişkilere ve tanınmaya ihtiyaç duyarlar. Bu bağlamda kim olduklarına ya da ne istediklerine dair davranışlar sergileyen devletler içsel olarak ve diğer devletlerle ilişkilerinde süreklilikler ararlar. Bu süreklilik arayışı, kimi zaman alışkanlıklarının esiri olan insanlar gibi rutinlere katı bir bağlanmayla; kimi zaman ise belirsizlik baş gösterdiğinde tolere etme eşiği yüksek insanlara benzer şekilde rutinlerdeki bozulmalara kolay ayak uydurma şeklinde ortaya çıkabilir. Ayrıca devletlerin biyografik anlatılarının davranış kalıplarıyla ilişkisi, tutarlılık bağlamında da önem taşımaktadır. Tutarlı bir varlık olma arayışında olan devletler için öz kimliğiyle tanınma da devletler için önemli diğer bir husustur. Dolayısıyla devlet düzeyinde biyografik anlatılarla tutarlı eylemler/rutinler, diğer devletlerle istikrarlı ilişkiler (bu istikrar kimi zaman çatışmayı da kapsayabilir) ve tanınma gibi faktörler ontolojik güvenliğe yaklaştırırken; devlet anlatılarıyla örtüşmeyen davranışlar, bozulan istikrar ya da bozulan rutinlerle ortaya çıkan yetersizlik durumları da kaygıya yani ontolojik güvensizliklere neden olmaktadır. Ontolojik güvenliği/güvensizliği tecrübe eden doğrudan devlet değil; bireyler, gruplar, toplumlar veya toplumları temsil eden siyasi elitlerdir. Rutinlerle birebir ilişkili olan bu perspektifte “kaygı”, ontolojik güvensizliği ve değişimi çağrıştıran başlıca unsurlar arasında yer almaktadır. İçinde yaşadığımız belirsizlik döneminin atmosferine açıklayıcı bir perspektif sunan “kaygı”; belirli ve net bir nesnesi olan korkuya nazaran, nesnesi bulunmayan ve istikrarı bozarak değişime kapı aralayan bir özelliğe sahiptir.

Dolayısıyla analiz araçları ve sosyo-psikolojik alt yapısıyla ontolojik güvenlik teorisi, çok kutuplu dünya düzeni ve değişen güç dengeleri, bölgesel savaşlar, koronavirüs salgını, artan eşitsizlikler, kitlesel göç hareketleri, aşırı sağın ve popülizmin yükselişi ile anılan 21. yüzyılın doğurduğu küresel belirsizliklerin analizinde katkı vermektedir. Ayrıca irrasyonel devlet davranışları, uzun süreli çatışmalar ve ötekileştirme süreçlerindeki psiko-kültürel dinamikleri anlamlandırmada ufuk açıcı bir perspektif sunmaktadır. Bu teorik zeminle devletlerin davranış veya anlatılarının okuması yapılmaktadır.

 

Küresel/Bölgesel Ontolojik Güven(siz)likler ve Türkiye

Belirsizliklerle kuşatılmışlık duygusunu gittikçe artıran 21. yüzyılın dünyası şüphesiz Türkiye’de yaşayan toplum ve siyasi aktörler için kaygıları artırmaktadır. Ortaya çıkan bölgesel ve küresel krizlerle birlikte devletlerarası ilişkilerin istikrarına olan inancın sarsılması, devlet rutinlerinin baltalanması, sürekli değişime ayak uydurma çabası Türkiye’nin içinde bulunduğu şartları zorlaştırmaktadır. Küresel güç mücadelesi içinde rota çizme arayışı, finansal küreselleşme ve artan bağımlılık ilişkileriyle hissedilen ekonomik kırılganlık, Doğu Akdeniz sorunu, Libya, Arap Baharı sonrası değişen Ortadoğu ve ilişkilerin bütünüyle değişen çehresi yeni bir ortam oluşturmuştur. Benzer şekilde Suriye iç savaşı ve yaşanan kitlesel göç sorunu, terörle mücadele, toplumdaki yapısal problemler ve koronavirüs vb. pek çok sorunla aynı anda baş etmeye çalışan Türkiye elbette ontolojik düzlemde güvenlik ve güvensizlik problemleri yaşamaktadır. Ancak ontolojik güvensizlik hali geçicidir. Yani devletler ontolojik güvensizlik durumuyla karşılaştıklarında ve kendilerine ayna tutarak bu durumu fark ettiklerinde davranışlarını koşullara, biyografik anlatılarına ve kimliklerine uygun hale getirme çabasına girerler. Buna ek olarak söylenebilecek şey, ontolojik güvenlik durumuna ulaşılmasının gerçekte mümkün olup olmadığının hala tartışılıyor olmasıdır. Dolayısıyla küresel anlamda yaşanan sürekli değişimler ve artan tehdit kaygıları ile tam olarak erişilmesi git gide zorlaşan ontolojik güvenlik durumu Türkiye’ye özgü değildir. Bu da doğru bir değerlendirme yapabilmek için, bölgesel ve küresel ontolojik güvensizlik problemlerine bakmayı gerektirmektedir.

Bugün tüm dünya ülkelerinde oluşturduğu büyük değişimle ontolojik güvensizlik problemlerine yol açan en önemli etken şüphesiz koronavirüs salgınıdır. Tüm dünyada insanların günlük hayat rutinlerini değiştiren koronavirüs salgını, yalnız bireyleri etkilemekle kalmamış; toplumsal, ulusal ve küresel ölçekte pek çok değişimi tetiklemiştir. Sağlık alanında başlayan tehdit çok kısa zamanda ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarda problemlere yol açmıştır. Yaşanan kaygı sonucunda ulusal sınırları içine hapsolan aktörler (bireyler ve toplumlar), “evlerini” (yurtlarını) yani ulus-devleti küreselleşmenin yıkıcı etkilerinden arındırmaya çalışmıştır. Sinsice bireyleri “tehdit”e dönüştürme gücüne sahip olan “yeni ortak düşman”, küreselleşmeyi zayıflatarak, ulus devleti dönüştürerek sağlamlaştırmıştır. Yaşanan belirsizliğin yol açtığı küresel ve olağan dışı kaygı duygusu, Kierkegaard’ın “kaygı, özgürlüğün baş dönmesidir” hipotezini yerle bir etmekle birlikte, Giddens’ı haklı çıkarmıştır. Buna göre nesnelerin ve diğer insanların gerçekliği ve sürekliliği hakkında yaşanan kaygı, kaos demektir. Dolayısıyla kesintisiz yaşanan ölüm kaygısı ve bozulan rutinler insanların ve toplumların varoluşsal sorularını da açığa çıkarmış, böylelikle değişimin fitilini ateşlemiştir. Bu değişim kimi zaman muhalefetin yükselişiyle baş gösterebilir çünkü bu tarz kaotik dönemlerde devletlerin meşruiyetleri sorgulanmaya başlanabilir. Krizle baş etmek zorunda olan devletlerdeki genel eğilim, ulusal kolektif bilince vurgu yaparak; kimliklerini ön plana çıkarmaktır. Salgınla mücadelede imtihana çekilen devlet otoriteleri başarılı/başarısız olma neticesinde gurur kaynağı da utanç kaynağı da olabilir. Nitekim seçimleri kaybeden Donald Trump’ın bilim karşıtı, başarısız sağlık politikalarının rolü ortadadır.

Devletlerarası ilişkilerde öncelikli gündem maddesi haline gelen koronavirüs krizinin, dünya ekonomisinde ve siyasetinde meydana getirdiği radikal etkiler neticesinde salgın sonrası dönem öngörülerinin çoğu yanıltıcı olma özelliği taşısa da yeni bir döneme girildiği düşüncesinde kuşku yoktur. Koronavirüs nedeniyle artan belirsizlik psikolojisi öncelikle insanların günlük hayat rutinlerine yansımış ve toplumların sağlık güvenliğinden sorumlu olan devletlerin rutinlerini/devletlerarası rutinleri de büyük bir değişime uğratmıştır. Salgının toplumun tamamını etkilemesiyle birlikte, devletlerin rutin davranışları üzerindeki bozucu etkisine rağmen, Türkiye koronavirüs krizi yönetiminde 2002 sonrasında yaptığı sağlık politikaları sayesinde halkın ücretsiz ve eşit şekilde kaliteli hizmete ulaşmasını sağlamıştır. Sağlık Bakanlığı, şeffaflık ve hesap verilebilirlik anlayışıyla halkla arasında güven bağını tesis etmiştir. Bunun yanı sıra uluslararası alanda maske savaşlarının yaşandığı kriz döneminde aralarında ABD, İngiltere, İspanya, İtalya, Sırbistan, İran vb. gibi 80’e yakın ülkeye tıbbi yardımlarda bulunan Türkiye’nin fedakarane tavrı tüm dünyaya örnek olmuştur.

Harita

Küresel ve Bölgesel Belirsizlikler

Ancak şüphe yok ki küresel ve bölgesel belirsizlikler koronavirüsle başlamamıştır. Koronavirüs krizinden çok önce oldukça çalkantılı bir dönem, neoliberal sistem krizi ve ardından Ortadoğu’da Arap Baharı ile başlamıştır. Uzun süredir yaşanan ekonomik krizle birlikte ABD’nin gerilemesi ve tek kutuplu sistemin yerini çok kutupluluğa bırakması “Belirsizlikler Çağı”nı doğuran önemli etkenlerdendir. Ortadoğu’da patlak veren toplumsal hareketlerle birlikte Tunus, Mısır, Libya, Suriye, Yemen ve diğer Arap ülkelerinde yaşanan toplumsal patlamalar, oluşturduğu kelebek etkisiyle pek çok ülkede ontolojik güvensizliklere neden olmuştur.

Birliğini sağlayan asabiyetini ve güvenini kaybetmiş; tüm geleneksel akımların, siyasi kurum ve liderlerin meşruiyet krizi yaşadığı Ortadoğu’nun problemlerine maruz kalan Türkiye, belirsizlikler içinde pek çok sorunla baş etmeye çalışmaktadır. Ortadoğu Birleşmiş Milletler Arap Kalkınma Raporu’na göre dünya nüfusunun sadece yüzde 5’ini barındırmasına rağmen, dünya çapında gerçekleşen terör saldırılarının yüzde 45’inin çıkış noktasıdır ve göç hareketlerinin yüzde 58’i yine bu bölgeden kaynaklanmaktadır. Belki 20 yıl sonra doğacak yeni bir bölgesel düzenin doğum sancılarını yaşayan Ortadoğu’da tamamen değişen dengeler, sadece Türkiye’yi değil küresel sistemi doğrudan etkilemektedir. Ortadoğu’da yaşanan çalkantıların diğer bölgelerde yol açtığı kriz, Wendt’in kuantum fiziğinin üzerine inşa ettiği, “bilinçdışı seviyesinde hepimiz (bir) okyanusun parçasıyız… Ben, senim” söylemleriyle özetlenebilecek perspektifinin tecessüm etmiş halidir. AB’de yaşanan göçmen krizi, yükselişe geçen aşırı sağ ve popülizm bu durumun en açık örneğidir.

Öte yandan Türkiye’nin yeniden inşa edeceği devlet anlatılarını etkileyecek gelişmeler de yaşanmaktadır. AB ile müzakere sürecinin yeniden başlaması, Biden hükümetinden gelen olumlu sinyaller ve İsrail’le yeniden kurulmasından bahsedilen diplomatik ilişkiler uzun süredir devam eden negatif devletlerarası rutinleşmeyi bozmuş ve yeni rutinleşme sürecini başlatmıştır. Bu durum elbette ki kararlılığı ve istikrarı ön plana çıkaran ontolojik güvenlik bağlamında bir dönüm noktası olacaktır.

Türkiye’de yaşanan toplumsal ontolojik güvensizliklerin kaynağı ise pek çok çalışmada yapısal addedilmektedir. “Eşiktelik” kavramıyla işaret edilen bu durum, Türkiye’nin “Doğu ve Batı arasında bir köprü” oluşturması avantajının, diğer yandan “Ne Doğu’ya ne de Batı’ya ait olamama” ve kararlılık sergileyememe dezavantajına yol açtığı iddiasını taşımaktadır. Bu dezavantaj Türkiye’nin kimliğinde ontolojik güvensizliklere neden olmaktadır. Dolayısıyla bu bakış açısına göre yaşanan sürtüşmeler, Türkiye’nin modernleşme döneminde keskin bir Batılılaşma sürecine girerken yukarıdan aşağıya dayatılan, toplumsal mühendislik neticesinde inşa edilen kimlikle; geçmişiyle bağları koparmak istemeyen muhafazakar toplum kesiminin kimliği arasında vuku bulmakta. Bu durumda bir orta yol bulabilmek için “Batıcı” olarak yaftalanan kesimin geçmişle, din ve vicdan özgürlüğüyle barışık; “Osmanlıcı” olarak yaftalanan kesimin ise her anın yeniden doğduğunun bilincinde olması lazım gelir. Ne Doğu’ya ne Batı’ya ait olamama durumu içinde yaşanan toplumsal ikilem, ancak gerçekliklerin kabulü, hassasiyetlere saygı ve “Doğu’ya da Batı’ya da düşman olmamak”, her yönde bulunan gelişmelere açık olmak; diğer yandan tüm negatif/olumsuz değerlerin/kurumların karşısında durmaya devam etmekle çözüme kavuşabilir.

Özetle devletlerin varlıklarına ait kimliklerini, bu kimliklerle tutarlı davranışlarını ve anlatılarını, devletlerarası ilişkileri anlamlandırmada sağladığı perspektifle ontolojik güvenlik teorisi, Türkiye’nin ve toplumun kendine ayna tutmasına ve bazı ontolojik güvensizliklerin tersine çevrilmesine yardımcı olabilir.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası