Türkiye son 20 yılda savunma sanayiinde gerçekleştirdiği yatırımlar ve ortaya koyduğu irade ile bu alanda ciddi bir mesafe kat etmiştir. Daha önce ekseriyetle dışarıdan alınan sistem, alt sistem ve kritik teknolojiler yerlileştirilmeye ve millileştirilmeye başlanmış; devam eden bu süreç sonucunda, günümüzde sektörde yüzde 70’in üzerinde bir yerlilik oranına ulaşılmıştır. 2004 Savunma Sanayii İcra Komitesi toplantısında, milyarlarca dolar değerindeki silah sistemlerinin dışarıdan alımının iptal edilmesi ve yerli olarak üretilmesi amacının ortaya koyulması, bu bakımdan bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Türkiye’nin 2004’te bu kararı vermesi ve sabırlı bir şekilde bu kararı destekleyici adımlar atması, gerek coğrafi gerekse de tarihsel sebeplerle ilintilidir ve ülkenin savunma yatırımlarını şekillendirmeye devam etmektedir. Bu anlamda savunma sanayiinin geçmişteki gelişiminin ve geleceğinin değerlendirilmesi bakımından Türkiye’nin içinde bulunduğu güvenlik ortamındaki değişimlerle, uluslararası sistemdeki dönüşümlere odaklanılması anlamlı olacaktır.
Sınırlarda Otorite Boşluğu Riski
Türkiye, coğrafi konumu itibarıyla geçmişte olduğu gibi günümüzde de yoğun düzeyde tehditlere maruz kalmaktadır. Soğuk Savaş öncesinde ve sürecinde bu tehditler konvansiyonel iken 1980’lerden itibaren ayrılıkçı terörizmin ortaya çıkışı ile beraber asimetrik bir karakter de kazanmıştır. Diğer taraftan Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Türkiye’ye yönelik Sovyetler Birliği tehdidi ortadan kalkmış olsa da 1990’larda Ege’de egemenlik hakları dolayısıyla Yunanistan ile savaşın eşiğine gelinmiş, Suriye ile de söz konusu ülkenin o dönemde PKK’ya sağladığı destek sebebiyle yine açık bir çatışmanın kıyısından dönülmüştür. Günümüzde Suriye’nin fiili olarak toprak bütünlüğünün ortadan kalkmış olması ve ABD’nin 2003 işgalinden sonra Irak’ın bir türlü iç istikrarını sağlayamaması, Türkiye’nin güney sınırlarında güç ve otorite boşluğuna neden olmaktadır. Bunun bariz yansıması, söz konusu ülkelerin başta PKK olmak üzere terör örgütleriyle yeterince mücadele edememelerinde görülmektedir. Söz konusu devletlerin gerek kapasite eksiklikleri gerekse terörle mücadelede etkisiz kalmaları, terör örgütlerinin Türkiye’nin güney sınırlarında hareket alanı bulmalarına ve lojistik kabiliyet kazanmalarına neden olmaktadır. Bu durumun önüne geçilmesi amacıyla Türkiye, sınır ötesinde çeşitli askeri harekatlar düzenlemiştir. Diğer taraftan Doğu Akdeniz’de hidrokarbon rezervlerinin keşfedilmesiyle, Türkiye ile Yunanistan arasındaki anlaşmazlıklar yeni bir boyut kazanmıştır. Ağustos 2020’de Türk ve Yunan gemilerinin Doğu Akdeniz’de çarpışması, Yunanistan ile olan anlaşmazlıkların kolay ve hızlı bir şekilde tırmanmayla sonuçlanabileceğini bir kez daha göstermiştir.
Türkiye’nin terörle mücadelesi ile Ege ve Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını koruma doğrultusunda attığı adımlar, uluslararası alanda yoğunluğu değişen çeşitli tepkilerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bunların arasında silah ambargoları gibi Türkiye’nin askeri kabiliyetlerini zayıflatmaya yönelik hamleler bulunurken, aynı zamanda terör örgütlerinin veya Yunanistan’ın silahlandırılması gibi karşı aktörü güçlendirici faaliyetler de sayılabilir. Örneğin, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde terörle mücadele kapsamında gerçekleştirdiği askeri operasyon ve harekatlar dolayısıyla, geleneksel olarak müttefiki olan birçok ülke silah ambargosu uygulamaya başlamıştır. Bu ülkelerin birçoğunun Türkiye’nin NATO müttefiki olması, geleneksel ittifakların ulusal çıkarların korunması noktasında kimi zaman güvenilmez olabileceğine işaret etmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’nin savunma sanayii yatırımları, zaman zaman ortaya çıkabilecek bu tarz bir riske karşı güven unsuru niteliği de taşımaktadır.
Â
Savunma Sanayii Güçlü Bir Koz
Türkiye’nin Yunanistan ile olan ilişkilerinin uluslararası aktörler tarafından algılanış şekli, geçmişte Türkiye’nin savunma kapasitesini ciddi manada akamete uğratmıştır. Örneğin Türkiye’nin 1974’teki Kıbrıs Barış Harekatının ardından 1975-1978 arasında ABD tarafından uygulanan silah ambargosunun, TSK’nın harbe hazırlık seviyesini bazı sektörlerde yüzde 80-90 civarında azalttığı değerlendirilmiştir. Burada dikkat çekici olan, bu ambargoya, dönemin ABD yönetimlerinin önemli ölçüde karşı çıkmaları ve kaldırılması için uğraşmalarıdır. Dönemin her iki ABD başkanı, Gerald Ford ve halefi Jimmy Carter görev süreleri boyunca bu yönde bir politika izlemelerine rağmen, Yunan lobisinin yoğun çabaları ile Amerikan Kongresi üç sene boyunca Türkiye’ye ambargo uygulamıştır. Diğer taraftan, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren Türkiye’ye yapılan Amerikan yardımları Kongre tarafından sürekli kesintiye uğratılmış, hiçbir yasal dayanağı olmamasına rağmen Yunanistan-Türkiye yardım dengesi 7’ye 10 oranı ile uygulanmıştır. Dönemin Yunan siyasetçileri bunu bir koz olarak kullanmış ve 7’ye 10 oranının Yunan dış ve güvenlik politikasının en önemli prensiplerinden biri olduğunu ileri sürmüşlerdir. Günümüzde de aslında durum farklı değildir. Her ne kadar Türk-Amerikan ilişkileri son yıllarda oldukça gerilese de Biden yönetimi Türkiye’nin F-16 modernizasyonunu desteklediğini açıklamıştır. Ancak Kongre’yi oluşturan Senato ve Temsilciler Meclisinde artık daha da güçlenen Yunan lobisinin etkisiyle Türkiye’ye yönelik çeşitli engellerin çıkarıldığı görülmektedir. F-16 uçaklarının Türk Hava Kuvvetlerinin belkemiğini oluşturduğu ve genel olarak TSK’nın ateş gücünde çok önemli bir yere sahip olduğu düşünüldüğünde, bu tarz bir durumun ortaya çıkardığı risk daha açık anlaşılabilmektedir. Bu noktada Yunanistan’ın hava kuvvetleri envanterinde yer alan 83 adet F-16 uçağının (envanterinin yarısı) en üst düzey Block 70/72 seviyesine birkaç senedir modernize edildiği ve modernise edilen tüm uçakların Yunanistan’a 2027’de teslim edileceği de dikkat çekicidir.
Dolayısıyla Türkiye’nin ulusal çıkarlarını koruma iradesi, güçlü bir silahlı kuvvetlere ve caydırıcı bir savunma gücüne sahip olma isteği tarihte ve günümüzde olduğu gibi gelecekte de -kritik sistemler ve teknolojilerde dışa bağımlılık sürdüğü müddetçe- çeşitli engellerle karşılaşacaktır. Bu yüzden kritik teknolojilerde yerli savunma sanayiinin geliştirilmesi kaçınılmaz ve elzem bir hedeftir. Bu anlamda, F-16 uçaklarına yerli ve milli imkanlarla uygulanan modernizasyonların yanı sıra Türk Hava Kuvvetlerinin temel savaş uçağı olma iddiasını taşıyan Milli Muharip Uçak ve insansız hava araçları alanındaki başarısı Türkiye’yi dünya çapında bir aktör olmaya taşıyacak hamlelerdir. Türkiye’nin hava, deniz ve kara platformlarında halihazırda yürüttüğü insansız sistemler çalışmalarının boyutu, yerli savunma sanayiinde gelinen noktayı göstermektedir. Bu anlamda, insansız sistemlerin başta silahlı kuvvetler ve güvenlik güçlerinin hayatlarının tehlikeye atılmasının önlenmesi olmak üzere, işletme maliyetlerinin ucuzluğu ve geleceğin muharebe ortamının şekillendiricileri olmaları sebebiyle bir güç çarpanı olarak da değerlendirilmesi mümkündür. Sonuç olarak Türkiye’nin geleneksel müttefikleri oldukça değerli olmakla birlikte, caydırıcı ve etkin bir savunmaya ulaşılmasında ulusal kaynak, kabiliyet ve kapasitesinin belirleyici bir rol oynadığı görülmektedir.
Â