Uluslararası sistem her dönem kendi dinamikleri üzerinden ve yine kendine uygun kavramlar/terimler diziniyle ifade edilmelidir. Eski dünya düzeni, yeni düzensizliğe dönüşmüş ve geçmişin dinamikleri büyük oranda değişmiştir.
Peki, eski ne kadar yenidir ve yeni olan kaç yaşındadır? Bu soruların cevaplarını ABD Başkanı Biden’ın 2021’de Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi için çerçeve oluşturmak amacıyla kaleme aldığı belgede kullandığı, “Dünyanın 75, 30 ve hatta 4 yıl önceki haline döndürülemeyeceği” ifadesinde bulabiliriz. Daha açık şekilde ifade edecek olursak, mevcut dünya düzensizliği; Soğuk Savaş döneminin sert, katı iki kutuplu sitemi ile başlayan ve 1960’lardan itibaren yumuşama dönemine evrilen esnek iki kutuplu yapısından ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ABD’nin yaklaşık 15 yıl sürecek küresel hegemonyasından oldukça farklıdır. Günümüz uluslararası sistemi, herhangi bir aktörün küresel düzeyde hegemonya sağlayamadığı “çok merkezli” yapı olarak tanımlanabilirken, küresel yönetişimin seyrine etki eden aktörlerin çokluğu, tabii olarak “belirsizliği” daha da ön plana çıkarmaktadır.
Belirsizliğin ortaya çıkardığı yapısal dinamiklerin başında, yönetilemeyen bölgelerden doğan güç boşlukları gelmektedir. Bu hususta bölgesel ve yükselen güçlerin politikaları, hem kendi doğal jeopolitiklerinde hem de küresel çapta etkiler gösterecek hale gelirken, belirsizliğin içinde, milli güvenliğin esas alındığı ve alt sistem olarak bölgeselleşmenin yaygınlaşmasına da mahal vermektedir. Konu bütünlüğü çerçevesinde, öncelikli olarak mevcut düzensizliğin tanımlanmasıyla başlayan çalışmamızın ikinci kısmında ise bu düzensizliğin nereye doğru dönüşebileceği tartışılacaktır. Böylelikle bu çalışmanın devamı ve tamamlayıcısı olarak “Türkiye’nin bu mevcut düzensizlikte ne yapması gerekeceği” konulu bir sonraki yazının da temelleri atılmış olacaktır.
Yeni Dünya Düzensizliği
Uluslararası sistemin çarkları ister realist ister liberal teorik zeminde değerlendirilsin; güç dağılımı, normların meşruiyeti ve ortak güvenlik yapılanmalarının işlerliği ve hakim sayılan gücün yönelim, kontrol kapasitesiyle analiz edilmelidir. Bu bağlamda mevcuttaki dünya düzensizliğine dair kani olunan iddiaları, dört boyutta inceleyebiliriz.
Bunlardan birincisi, ABD’nin uluslararası sistemdeki belirleyici rolünün aşınmasıyla ilgilidir. ABD’nin eski dışişleri bakanlarından Henry Kissinger’ın da ifade ettiği gibi, Soğuk Savaş’tan sonra uluslararası alanda birçok “çökmüş devlet”, yönetilemeyen boşluklar ya da etkin bir merkezi otoritesi olmayan oldukça zayıf otonom birimler olarak bazı devletler ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan tüm istikrarsız yapılara rağmen uluslararası sistem ABD merkezli tek kutupluluğa dönüşmüştür. Tek kutuplu sistemdeki üstünlüğünü sürdürmek, baba Bush’tan başlayıp Barack Obama ile son bulan süreçteki ABD başkanlarının büyük stratejik hedefleri olarak görülmüştür. Son bulan süreçtir, çünkü ABD’nin uluslararası sistemdeki pozisyonu, son 10-15 yılda ciddi dönüşümlere uğramıştır.
ABD’nin göreli güç kaybı ile eş zamanlı olarak liberal normların düşüşe geçmesi, mevcut dünya düzenine dair tartışmaların ikinci dinamiği olmuştur. Bu durum hem siyasi hem de ekonomik bazı sonuçları göz önüne sermektedir. Uluslararası ilişkiler teorisyeni John Ikenberry durumu şöyle özetlemektedir; “Zenginliğin, askeri ve siyasi gücün, Kuzey ve Batı'dan, Doğu ve Güney'e doğru kayıyor olması aleni ve yadsınamaz bir gerçektir. Aynı zamanda uluslararası sistem, ABD ve Avrupa’nın egemen olduğu Batılılaşma dalgasını geride bırakmıştır. Özellikle son küresel ekonomik krizlerin ortaya çıkardığı durum, bu liberal düşüş anlatısını güçlendirmektedir. 2008’de ABD’de başlayan kriz, liberal düzeninin var olan algısını lekeleyerek, bu zoraki düzene dair kuşku ve itirazları alevlendirmiştir.”
Batı merkezli literatürdeki genel eğilim, liberal-demokratik normların, otoriter eğilimlere sahip düşünce sistematiğiyle zayıflatıldığı yönündedir. Ancak mevcut durum, otoriterleşme eğiliminden ziyade, bir norm olarak milliyetçiliğin realizmle birlikte yükselmesiyle ilgilidir. Ayrıca ABD’nin başını çektiği liberal düzenin artık ABD’nin işine yarayıp yaramadığı ve bu düzenin geçmişten günümüze ABD’yi tehdit edecek devletlerin gelişim sürecine hangi düzey ve derecede katkı sağladığı ayrı bir tartışma konusudur.
Üçüncü dinamik, yükselen güçler ve güvenliğin bölgeselleşmesi ile ilgilidir. Son küreselleşme dalgası, otonom bölgesel güvenlik unsurlarının ortaya çıkmasının yolunu açan yeni bir bölgeselleşme anlayışını da tetiklemiştir. Ayrıca, bölgesel güçlerin yükselişi ve büyük güçlerin manevra alanlarını geliştirmesiyle devam eden süreç, ortaya çıkan güç boşluklarından kaynaklanan fırsatları ve kaotik durumu beraberinde getirmiştir.
Dördüncü dinamik ise uluslararası sistemdeki “ortak güvenlik” fikriyatının ve bununla birlikte güvenlik odaklı çok uluslu ittifak yapılarındaki çözülmeler ya da -değilse bile- irtifa kaybıdır.
Ortak güvenlik sistemindeki devletler, tehditler ortadan kalktığında daha başına buyruk hale gelirken, diplomatik anlamda bir arada kalmayı taahhüt etseler de “genel olarak en güçlü ve sisteme en az ihtiyacı olan devlet tarafından” ihanete uğrayabilmişlerdir. Bu kapsamda milli güvenlik politikası, ortak güvenlik payesi ve buna bağlı kurumlarla icra edilmek yerine, birbirinin güvenlik kaygılarını anlayan ve algılayan devletlerin bir araya gelmesine doğru kaymaktadır. Daha somut bir şekilde ifade edilirse; ABD’nin başını çektiği güvenlik yapılanmaları ve kurumların, ABD’nin icraatlarına bağlı olarak zayıfladığı ve sistemdeki diğer büyük oyuncular (Rusya, Çin, vs.) tarafından dengeleyici eğilimleri teşvik ettiği söylenebilir.
Nereye Gidiyoruz?
Bir önceki bölümde anlatmaya çalıştığımız dünya düzeninin yapısal dinamiklerinden yola çıkarak, önümüzdeki 5-10 yıllık süreçte nasıl bir sistemin oluşacağına dair öngörüde bulunmak imkan ve ihtimal dahilindedir. Öngörülerimizin ana mahiyeti sistem düzeyinde değerlendirmeleri kapsayacağından; çok kutuplu sistem, çok-gevşek iki kutuplu sistem, bölgesel merkezileşme ve sarkaç devletler kavramları üzerinden tartışmalar yapılacaktır.
Bu bakımdan öncelikle, ABD’nin uluslararası sistemdeki geri dönüş eksenli stratejisine göz atmak faydalı olacaktır. ABD’nin dünya düzenine dair mevcut kabulü, resmi belgelerine de yansıdığı şekilde çok kutupluluktur. Bu sistem, her ne kadar üstü kapalı bir şekilde tartışmaya açılsa da aslında ABD’nin güç sürekliliği ve güç projeksiyonu için ileriye dönük bir tehdit kaynağıdır. Başta Rusya olmak üzere Çin hatta birçok Avrupa ülkesi de çok kutuplu sistem taraftarı ve savunucusu olarak ön plana çıkmaktadır. Çin’i ve Rusya’yı hem dünya düzenine hem de ulusal çıkarlarına ve ulusal güvenliğine tehdit olarak gören ABD, müttefikleri ile safları sık(ı)laştırma yoluna giderken, bunu belli stratejiler çerçevesinde gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır.
Bu amacın ilk adımı, uluslararası normların ABD’nin istediği biçimde tarif ve tamir edilmesidir. Çünkü uluslararası sistemin çekirdeğinde bulunan normların genel kabulü, belirli bir oranda reddi ya da tamamen değişiklik göstermesi, birçok devletin siyasi, askeri ve ekonomi politikalarını doğrudan etkilemektedir. Son dönemde cazip görünen totaliter eğilimleri(!) tasfiye hedefleri, buna karşın yeniden liberal-demokratik düzen çağrılarının alıcı bulması için sergilenen gayret, ABD’nin uluslararası norm tamiri olarak değerlendirilmelidir.
Çin ve Rusya’nın birlikte belli bir siyasi kol olarak hareket ettiği düşünülse de iki devlet arasındaki ilişkilerin temel mantığı neredeyse tamamen pragmatiktir. Ancak, bu ikilinin ABD’nin yeniden liberal-demokratik norm inşasına karşı yekpare duruşu, iki düzlemde ABD’nin politikalarını desteklemektedir. İlk olarak ABD norm inşasında, Rusya ve Çin’i düşman bir yapı olarak göstererek, müttefik yapılarına ve ittifaklarına, ortak güvenlik tehdidi oluşturma fırsatı bulmaktadır. Bunu da özellikle NATO şemsiyesi altında hayata geçirme arayışındadır. Elbette özellikle Rusya’nın saldırgan yayılmacılığı, uluslararası sistemin dengelerini bozarken; Doğu Avrupa, Karadeniz ve Hazar havzası, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’i de içine alacak şekilde Afrika’daki faaliyetleri, makul bir tehdit kavramsallaştırmasına destek vermektedir.
Çin’in stratejileri ise henüz ekonomik kombinasyonlarla gerçekleşirken, ekonomik ve nüfus olarak yayıldığı ve borçlandırdığı bütün devletlerde, gelecekte siyasi karar alma organlarında muktedir olabilme yönündedir. Ayrıca Çin’in “Bir Kuşak Bir Yol” (BKBY) projesinin rotaları üzerinde ortaya çıkabilecek güvenlik tehditleri için askeri güç kullanabileceği de dikkate alınmalıdır.
ABD için Çin ve Rusya’nın neden olduğu temel tehdit aslında, “bir ülkenin milli güvenliğinin sağlanması, ekonomik ve teknolojik olarak gelişmesi ve milli çıkarlarının savunulması için liberal-demokratik düzene ihtiyaçlarının olmadığı ve dahası bu düzenin ülkelerin bağımsız karar almaları önünde engel teşkil ettiği” üzerine oluşturdukları algılardır. Aynı zamanda özelikle Çin’in söylemlerinde ve güvenlik belgelerinde de yer aldığı biçimde, Rusya’nın da “Neo-Avrasyacılık” olarak ortaya koyduğu medeniyet tasavvuru, ABD’nin kurguladığı düzene karşı alternatif çıkışlar olarak alıcı bulmaktadır.
Rusya-Çin tehdidinin, ABD’nin uluslararası norm inşasına ivme kazandıran ikinci nedeni ise sistem düzeyinde bir bakış açısını ortaya çıkarmaktadır. Soğuk Savaş döneminin ilk yıllarındaki kadar sert ve katı olmasa bile 1970 sonrası gevşeyen iki kutuplu sisteme benzeyen arayışlar, ABD için çok önemlidir. Zira çok kutuplu sistem içerisinde, ABD’nin ittifakları ve müttefikleri düzenlemesi ve blok haline getirebilmesi güç olacaktır. Bu bakımdan bir tarafta temel aktörler bandında ABD ve Avrupa devletleri olurken diğer tarafta Rusya ve Çin kuşağının gevşek bir blokta karşı karşıya algılanması, ABD’nin norm inşası için hayati öneme sahiptir. Bu durumda ABD tehdit olarak algıladığı devletlerin yöneticilerini adeta “şeytanlaştırma” yoluna giderek doğrudan suçlanacak (sanal) bir düşman oluşturmakta ve bu devletlerin muhalefet cepheleri etkin bir şekilde desteklenmektedir.
ABD’nin safları sıklaştırma stratejisinin ikinci ayağı ise Çin’in çevrelenmesi ve Rusya’nın durdurulması üzerinedir. Bu konuda özellikle NATO’nun güncellenmesi ve geliştirilmesi önemli bir yer tutmaktadır. Soğuk Savaş sonrası dönemde, belki de ilk defa NATO’nun Rusya tehdidi için yeniden pozisyon aldığı görülmektedir. Ancak NATO üyesi devletlerin kendi milli güvenlik meseleleri ve milli çıkarları ve dahası birbirleri arasındaki çekişmeler, safları birbirinden ayıran engelleri de tırmandırabilir. Nitekim sisli perdenin gerisindeki tablo budur. ABD’nin Çin’e karşı politikaları, Rusya’dan farklı saiklerle billurlaşmaktadır. Bugün ABD, bulunduğu kıtada hegemon olan tek güçtür. Başka herhangi bir gücün bu statüye erişmesini engellemek, bu ülkenin temel hedefidir. Bu itibarla Çin’in özellikle Güney Asya/Asya Pasifik ve Orta Asya’daki girişimlerinin engellenmesi ya da zayıflatılması oldukça önemlidir.
ABD’nin buna yönelik temel politikası, Çin’i kuşatma altına almaktır. Bu politika, kısaca tehdit algılanan yerlerde askeri üs kurmak olarak tanımlanabilecek “seçici angajman” ve müttefiklerin ordularının desteklenmesi ve onlara güvenilmesini içeren “kıyı-ötesi dengeleme” stratejileri üzerine yoğunlaşmaktadır. Japonya, Güney Kore, Avustralya ve Hindistan bu çerçevede ABD’nin ana müttefiki haline gelirken, bölgede jeopolitik sıkışma yaşayan Tayvan, İkinci Dünya Savaşı öncesi Polonya’nın yaşadığı güvenlik sorunlarıyla yüz yüze kalmaktadır. Genel değerlendirmeye bakacak olursak, ABD’nin norm tamiri ya da yeniden inşa sürecinin reel-politikteki karşılığı, bizleri farklı sorular sormaya itmektedir.
Yükselen Güç Statüsündeki Bölgesel Güçler ve Küresel Yönetişim
Yükselen güçler ve bölgesel güç statüsünü arayan ya da edinmiş aktörlerin uluslararası sistemdeki konumları, geçmişe nazaran çarpıcı düzeyde farklıdır. Bu aktörler Türkiye, Brezilya, Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Japonya ve İngiltere olarak sayılabilir. Yükselen güçlerin küresel yönetişime etkileri, özellikle bölgeselleşme eğilimleri gösterdiğinden, mevcut düzenden bağımsız karar alma yetileri/yeterlilikleri de günden güne artmaktadır. Mustafa Kibaroğlu’nun ifadesi ile bu devletler, mevcut düzensizlikte “kendi göbeklerini kendileri kesme” yoluna gitmektedirler. Bu aktörler, milli güvenlik politikalarında etken bir rol alırken, (çoklu) ittifak yapılarına daha da mesafe koymaktadır. Bu devletlerin ittifak yapıları içerisinde, kendi milli güvenlik ve milli çıkarlarını kerteriz alan eğilimler ortaya çıkmaktadır.
Ayrıca bu ülkelerin başarıları, nispeten daha zayıf ya da politika bakımından yükselen güçlerle uyumlu olan diğer devletlere karşı önemli bir çekim kuvveti oluşturmaktadır. Bu durumda sistem düzeyinde, bölgesel merkezileşme olgusuyla karşılaşılabilecektir. Başka bir deyişle, “bölgelerin uluslararası sistemi”, gelecek dünya düzenini tanımlayabilecektir. Ancak bu güçlerin yakın çevrelerinde küresel güçlerin varlığı ve eylemleri, tüm otonomi arayışlarını zedeleyecekken, bu aktörlerin varlığı ve potansiyel güçleri (özellikle) ABD ve Çin-Rusya için oldukça önemlidir.
Hakim sistemin ikili güruh arasında hangi tarafa doğru döneceğini belirleyecek olanlar, yükselen güçler ve bölgesel aktörlerin seçimiyle doğru orantılıdır. Bölgesel ve yükselen güçler (daha önce tarif edilen) çok-gevşek iki kutuplu sistemi temellendireceklerdir. Mevcut aktörlerin henüz belirgin olmayan ikili arasındaki seçimleri, katı bir bağlılık anlayışından öte “sarkaç devlet” anlayışı ile ilerleyecektir. Bu devletlerin seçimlerinin temel dayanağı, milli çıkarlarının hangi tarafta daha kazançlı çıkacağı üzerinde sabitlenirken, kısa ya da orta vadeli, geçişken ya da denge politikalarının izlenebileceği de ileri sürülebilecektir.
Unutulmamalıdır ki halen geçerli olan veya ileriye dönük tüm düzen tahminleri, yükselen ve bölgesel güçlerin en avantajlı olacağı yapılardır. Küresel güçler arasındaki rekabet ve çatışma, Soğuk Savaş dönemindeki kadar derinleşse bile bölgesel güçlerin politikaları iki taraf arasında sıkışıp kalmaktan çok manevra alanını geliştiren ve böylelikle “ittifak değerini” artıran diplomasi kartlarını gündeme getirecektir. Fakat bu durumun bölgesel güçler için ortaya çıkaracağı en büyük tehlike, kendilerine alternatif güçlerin yeşermesidir. Diyebiliriz ki, küresel güç mücadelesi devam ederken, bölgesel güçlerin mücadelesi de alt sistemde kimi zaman sert kimi zaman da karşılıklı güç testleriyle sürecektir.