Birinci Dünya Savaşı sonrasında işgal ettiği Batı Anadolu ve Trakya topraklarından yenilgiyle ayrılan Yunanistan, Lozan Anlaşması ile Balkanlar ve Akdeniz’de bu başarısızlıkla bağdaşmayacak ölçüde kazanımlar elde etti. Bu kazançlar Yunanlıları sahaya süren dönemin süper gücü İngiltere’nin çıkarlarıyla doğrudan ilişkilidir fakat bu aynı zamanda felaketle sonuçlanan dört yıllık Anadolu macerasının Yunanistan adına ucuz atlatıldığı anlamına gelmektedir. Batı Anadolu’daki orduları dağılan ve ordu komutanı esir düşen Yunanistan, dönemin büyük güçleri tarafından yine de kullanışlı bir merkez olarak değerlendirilmiş, Ege ve Balkanların yeni statüsü her şeye rağmen Yunanistan üzerinden inşa edilmiştir. Üstelik Batılı devletlerin sömürgeyi devam ettirme çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan ahlaki normlardan uzak salt çıkar odaklı politikaları, Atina’nın hukuksuz davranışlarını cesaretlendirmiştir. Yunanistan sonraki süreçte her fırsatta anlaşmalardan doğan uluslararası hukuku ihlal etmeye ve bölgede statükoyu kendi lehine değiştirme girişimlerine devam etmiştir. 1923’ten günümüze Yunanistan çeşitli uluslararası anlaşmalarla belirlenen sınırlar dahil olmak üzere Adalar Denizi, karasuları, Kıbrıs ve Batı Trakya gibi birçok konuda durumu yalnızca kendi çıkarına olacak şekilde değiştirmeye çalışmaktadır. Günümüzde bölgenin huzur ve istikrarını tehdit edecek düzeye ulaşan Atina’nın komşuları aleyhine devam ettirdiği bu girişimleri bir yandan da sömürgeci devletlere Akdeniz’de ve Balkanlar’da yeni hareket alanları açmaya devam etmektedir.
Yunanistan Uluslararası Hukuku Yok Sayıyor
Batı Trakya, Yunanistan’ın uluslararası hukuku kasıtlı olarak ihlal ettiği ve bu ihlallerin insani ve hukuki açıdan birçok soruna yol açtığı bölgelerin başında gelmektedir. Misak-ı Milli’de halkoylamasına başvurulacak yerler arasında bulunan Batı Trakya, nüfusunun çoğunluğu Türk ve Müslüman olmasına rağmen self determinasyon ilkesine aykırı olarak Yunanistan’ın kontrolüne bırakılmıştır. Yani aslında Lozan’da belirlenen Batı Trakya’nın durumu dönemin uluslararası hukuk normlarına aykırıdır ve zaten kendi içerisinde bir hukuksuzluğu barındırmaktadır. Bu tarihten itibaren bölgede çoğunluğu oluşturan Türklerin haklarını doğrudan ihlal eden Avrupa Birliği üyesi Yunanistan’ın gasp ve asimilasyon politikaları yalnızca bölge halkları ve Türkiye için değil aynı zamanda “evrensel hukuk” ürettiğini iddia eden Avrupa açısından da sorun teşkil etmektedir. Fakat tam aksine Batılı devletlerin Batı Trakya’nın statükosunun belirlenmesi de dahil olmak üzere sonraki süreçte ortaya koydukları politikalar self determinasyon ilkesinin esasında uluslararası politikaya müdahale konusunda ne denli kullanışlı bir enstrüman olduğunu ve yalnızca en güçlü devletlerin çıkarları söz konusu olduğunda devreye girdiğinin de bir göstergesidir. Savaş sonrasında Balkanlar, doğu Avrupa, Ortadoğu ve Filistin’de olduğu gibi Batı Trakya’nın statükosu da dönemin hakim uluslararası hukuk normlarına aykırı şekilde sömürgeci hegemonyanın devamına yönelik bir sistem üzerine inşa edilmiştir.
Batı Trakya’da yaşayan Türk azınlığın durumu, Lozan Anlaşması’nın üçüncü faslında “Akalliyetlerin Himayesi” başlığında ele alınmıştır. Burada Türkiye’ye çeşitli sorumluluklar yüklendiği gibi aynı sorumlulukların Yunanistan için de geçerli olduğu açıkça belirtilmiştir. Söz konusu anlaşmada ve bu konuyla ilgili olarak imzalanan diğer anlaşma ve protokollerde Yunanistan kendi sınırları içerisinde kalan Türklere ve diğer azınlıklara yönelik hukuki olarak çeşitli yükümlülükler altına girmiştir. Bu yükümlülükler genel itibarıyla bölgede yoğun olarak bulunan Türk nüfusun haklarına yöneliktir. Lozan Anlaşması Türk halkına eğitim kurumları açma, müftüleri seçme, vakıfları işletme, eşit vatandaşlık gibi birçok konuda özerk davranma imkanı tanımıştır. Yunanistan daha sonra Lozan’da tescillenen bu hakları kendi iç hukuk düzenlemeleriyle de garanti altına almıştır. Ancak zamanla uluslararası anlaşmalardan ve kendi iç hukukundan kaynaklanan bu haklardan Batı Trakya Türklerinin istifade etmesini açıkça engelleyen Atina sistematik baskı politikalarıyla bölgenin Müslüman halklarına yönelik asimilasyon politikasına girişmiştir. Türk toplumu uluslararası anlaşmalarla garanti altına alınmış kendi eğitim kurumlarını açma, idare etme, öğretmen istihdam etme, vakıfları idare etme, müftüleri seçme gibi haklardan uzun zamandır mahrum bırakılmaktadır.
1970’lerden itibaren mahkeme kararlarıyla bölgede Türk kelimesinin kullanılması yasaklanmış, Türk kelimesi geçen tabelalar kaldırılmış, Türk dernekleri kapatılmıştır. 1967’den itibaren Türk vakıflarına müdür atamaya başlayan Atina sonraki süreçte mal varlıklarına el koyduğu vakıfları doğrudan denetim altına almıştır. Vakıf politikasına paralel olarak eğitim kurumlarının denetimini de ele geçirmeyi amaçlayan Yunanistan eğitim sistemine doğrudan müdahale ederek zaman içerisinde Türk okullarının mal varlıklarını kontrol altına almış ve okul isimlerinde bulunan Türk ifadesini yasaklamıştır. Bu süreçte müfredata yönelik yapılan müdahaleler okul ve öğrenci sayısının giderek düşmesine Türkçe derslerin sayısının gün geçtikçe azalmasına yol açmıştır. Üstelik eğitim almak için yurt dışına çıkan öğrenciler vatandaşlıktan çıkarılmış ve bölgeye tekrar dönmeleri engellenmiştir. Eğitime yapılan bu müdahale Yunanistan açısından bölge halklarının asimilasyonu noktasında kritik öneme sahiptir ve her türlü hukuksal garantiye rağmen bu konudaki hak ihlalleri devam etmektedir.
Müftülerin seçimine yönelik Yunan hükümetleri tarafından yapılan hukuksuz müdahale ve uygulamalar Batı Trakya Türklerinin diğer önemli bir sorunudur. Kendi müftülerini seçme hakkı tanınmış olan Müslüman unsurların bu hakkı bir süre sonra ellerinden alınmış ve müftüler Yunan hükümeti tarafından atanmaya başlamıştır. Uluslararası anlaşmalardan doğan haklarını kullanma konusunda ısrar eden bölge halkı ise baskılara maruz kalmış, seçilmiş müftüler Yunan yargısı tarafından hapse mahkum edilerek sindirilmiştir. Siyasi müdahalelerin yanı sıra Avrupa Birliği’nin en fakir bölgelerinden biri olan Batı Trakya’da Yunanistan’ın ortaya koyduğu uygulamalar var olma mücadelesi veren bölge halkını ekonomik olarak da olumsuz etkilemiştir. Bölge toprakları üzerinde kamulaştırma faaliyetlerine devam eden Atina bir yandan kamulaştırma yoluyla Türklerin sahip olduğu ekilebilir arazilerin hacmini azaltmaya çalışırken diğer yandan Türklerin toprak edinmesinin önüne çıkarılan çeşitli engelleri baskı politikasının bir aracı olarak kullanmaktadır.
Yunanistan’ın baskı politikaları karşısında siyasi olarak örgütlenme yoluna giden bölge halkının bu çabaları, Atina’nın engellemeleriyle sekteye uğramıştır. 1990’da yapılan seçimlerde parlamentoya iki bağımsız milletvekili sokmayı başaran Batı Trakya halkının siyasi girişimleri, seçim kanununda yapılan değişiklikle yüzde üçlük seçim barajına takılmıştır. Sonraki süreçte bölge halkı Barış, Dostluk ve Eşitlik Partisi üzerinden siyasi mücadeleye devam etmiş fakat partinin kurucusu Dr. Sadık Ahmet, Lozan Anlaşması’nın yıldönümü olan 24 Temmuz 1995’te şüpheli bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetmiştir.
Atina Değişen Dünya ve Bölge Dinamiklerini İyi Okumalı
Taraf olduğu uluslararası sözleşmelere aykırı hareket eden Yunanistan bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından mahkum edilmiş, Türklerin haklarının ihlal edildiği ve burada sistematik bir asimilasyon uygulandığı Avrupa yargı kurumları tarafından tescillenmiştir. Ancak Avrupalı devletlerin bu konuda sürdürdükleri çifte standart, Atina’nın sorumsuz ve düşmanca davranışlarını cesaretlendirmektedir. Batılı devletlerin kendisine her koşulda destek vereceği ön kabulüyle komşularına yönelik gücünün ötesinde düşmanca politikaları devam ettiren Yunanistan açısından aslında İzmir’in işgaliyle başlayan sürecin iyi okunması gerekir. 1919’da işgale koşulsuz destek vererek Yunanistan’ı sahaya süren Fransa, İngiltere ve Amerika, iş birlikçi Venizelos 1920’de iktidarı kaybedince Yunanistan’ı işgalci olarak ortada bırakmış, silah ve kredi ambargosu uygulamaya başlamıştır. Yunan orduları Anadolu’da işgal ettikleri bölgelerde tam bir sefalet yaşamış, Yunan hükümeti aylarca Avrupa’da kredi peşine düşmüş ancak başarılı olamamış, kapılar yüzüne kapanmıştır. Dolayısıyla bu bölgede huzur ve istikrarın temini Batı ile koşulsuz iş birliği yapmakla değil, bölgenin gerçeklerini göz ardı etmeyen, hakkaniyetli bir dış politika yaklaşımıyla mümkündür. Aksi takdirde Birinci Dünya Savaşı sonrasında hak etmediği toprak kazanımları elde eden Yunanistan’ın bölgede ortaya koyduğu düşmanca politikalar kendi kazanımlarına zarar verebilir. Zira değişen dünya ve bölge dinamikleri Yunanistan’a 20. yüzyıl boyunca elde ettiği imkanları sunmayabilir.