15 Temmuz başarısız darbe girişimi FETÖ’nün kendi vesayetini kurmak için hiçbir hukuki ve ahlaki sınırlamayı kabul etmeyen cuntacı bir terör örgütü olduğunu apaçık ortaya koydu. FETÖ’nün paralel devlet yapılanmasına girişen bir terör örgütü olduğu 17-25 Aralık yargı darbe girişiminden itibaren özellikle Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti hükümeti tarafından ısrarla dillendirilmekteydi. Ancak 15 Temmuz’a kadar CHP ve MHP bu söylemi açıkça hafife alıyor ve değersizleştiriyordu. Bunun temel nedeni muhalefetin adamakıllı bir siyaset üretememesi ve kaçınılmaz olarak FETÖ’nün kuyruğuna takılmak zorunda kalmasıydı. 15 Temmuz’la birlikte FETÖ’nün Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti hükümetine karşı mücadele için sağladığı “yolsuzluk” gibi siyasi söylemler muhalifler tarafından kullanılamaz hale geldi.
Aynı zamanda 2012’den itibaren FETÖ ile mücadele kapsamında hükümetin yapmış olduğu sert siyasi hamleleri “otoriterlik” olarak lanse eden siyasi söylem de utangaç bir şekilde geri çekilmek zorunda kaldı. Oysa bu bağlamda “yargıya müdahale” ve “basın özgürlüğü” gibi FETÖ’nün dolaşıma soktuğu ve uluslararası toplumun da hemen üzerine atladığı siyasi söylemler, 15 Temmuz öncesinde muhalifler tarafından hiç düşünülmeden kullanılıyordu.
Yine FETÖ tarafından üretilen -özellikle MİT tırları meselesi akla getirildiğinde- “AK Parti DAEŞ gibi radikal İslamcı örgütlere yardım ediyor” söylemi de örgütün başarısız darbe girişimi sonrası muhalefet için kullanım değerini kaybetti. Keza Fetullah Gülen’in hemen 15 Temmuz’un ardından uluslararası basına verdiği mülakatlarda bu söylemi merkeze alması, bunun aslında uluslararası toplum nezdinde AK Parti’yi gayrimeşrulaştırmak ve Türkiye’yi dışarıdan müdahale edilebilir “haydut devlet” kategorisine yerleştirmek için kullanılan operasyonel bir söylem olduğu gerçeğini çok açık bir şekilde gösteriyordu.
Bir Kez Daha “Restorasyon” Söylemi
Ancak muhalefet, son 5-6 yıldır FETÖ ile kurduğu bu açık söylem kardeşliği ve siyasi işbirliğini hiç sorgulamadan, 15 Temmuz’daki alt-üst oluşu ülkede yaşanan yaklaşık 15 yıllık iktidar mücadelesi tarihine yeniden bakılması ve yorumlanması siyasetine dönüştürdü. “Bürokratik vesayetin geriletilerek demokratik bir düzenin inşası” şeklinde görülen bu tarih dilimi, kısmen tasfiye olmuş olan bürokratik vesayetin aktörleri tarafından “dinci bir düzen inşası” şeklinde yeniden çerçevelendirilerek topluma kabul ettirilmeye çalışıldı.
Bu çerçevede AK Parti ile FETÖ aynı kefeye konularak ve birbirine iliştirilerek, ülkede aslında son 15 yılda vesayetle mücadele adı altında “çağdaş, laik ve demokratik” siyasi düzenin tasfiye edilerek yerine “gizli-kapaklı ve dışlayıcı dinci” bir siyasi düzen getirildiği tezi işlenmeye başlandı. 2007-2008 yıllarında Cumhuriyet mitingleri sürecinde zirve yapan söylem bir nevi yeniden gündeme gelmiş oldu. “Dinci” FETÖ’nün demokratik siyasi düzeni hedef alan çok kritik bir tehdit olmasının yanına, Kürt meselesi ve Suriye bağlamında AK Parti’nin Ortadoğu politikası birbirine iliştirilerek bu “dinci” siyasetin ne denli gerçekleri görmekten uzak “ideolojik” ve ülkenin güvenliğini tehlikeye atacak ölçüde “beceriksiz” olduğunu işleyen iddialar yerleştirildi.
Bununla hedeflenen -FETÖ’nün gazabına uğramış Kemalist aktörlerin kişisel dramları da televizyon ekranlarında siyaseten araçsallaştırılarak- son 15 yıllık değişimin “restore edilmesi” yani geriye çevrilmesi için siyasi-toplumsal zemin hazırlamaktı. Bir bakıma Kemalizm’in siyaset arenasındaki başat aktörü CHP’nin, 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında koalisyon çalışmaları sürecinde siyasetinin merkezine oturttuğu “restorasyon” söylemi yeniden gündeme taşınmış oluyordu. Reformist bir siyaset güden AK Parti iktidarının her kan kaybedişinde hortlayan “ülkenin 1930’lardaki fabrika ayarlarına döndürülmesi” söylemi hiç şaşırtıcı olmayacak bir şekilde daha yüksek sesle dillendirildi. Gerçekten de siyasetin doğası gereği restorasyon fikrinin ülke siyasetinde güç dengelerinin değişiminde statükocular tarafından sürekli reformistlerin önüne konulması pek de şaşırtıcı bir şey olmamalıdır.
Kemalizm Yeniden mi?
Bu gelişmeler doğal olarak cılız da olsa “Kemalizm yeniden diriliyor mu?” sorusunu gündeme taşıdı. Elbette bu soruya cevap verebilmek için öncelikle “Kemalizm nedir?” sorusunu cevaplamak gerekiyor. Kemalizm’in sağ ve sol olmak üzere iki versiyonu bulunmaktadır. Laik-milliyetçi Kemalist rejimin 1960-70’li yıllarda ülkede kontrolü ve hegemonyasını kaybettiği dönemde akut hale gelen bu ayrışma genel hatlarıyla evrensellik-yerellik ve birey-toplum ikilemlerinden kaynaklandı. Evrensel ile yerel değerler ve birey ile toplum arasında nasıl bir denge kurulacağı bu noktada en fazla belirleyici ayrışmalardan birisi haline geldi. Sol Kemalizm laiklik nosyonuna eğilim göstererek birey, otonomi ve evrensel değerleri savunmaktaydı. Sağ Kemalizm ise milliyetçilik nosyonuna eğilimle devlet-toplum, güvenlik ve yerel değerleri öne çıkarmaktaydı. Elbette sağ Kemalizm’in yerel değerlerden anladığı, en somut haliyle Türk-İslam sentezinde kendini gösterdiği şekliyle, bilim ve milliyetçiliğin süzgecinden geçmiş bir din ve gelenekti. Haliyle Batı’nın Aydınlanma düşüncesinde temellenen sağ ve sol Kemalizm -ki aynı ayrımın Avrupa’da da olduğunu not etmek gerekir- farklı şekillerde de olsa uluslararası topluma kültürel ve siyasi entegrasyonu savunuyordu.
Özetle post-kolonyal bir ideoloji olarak Kemalizm, bölgenin uluslararası sisteme farklı boyutlarıyla entegrasyonunun adıydı. Lakin Sovyetler’in çöküşüyle sol Kemalizm ideolojik ve siyasi dayanağını yitirirken, sağ Kemalizm de aşırı devletçi, milliyetçi ve laikçi çizgisiyle neo-liberal bir modernlik formuna dönüşen evrensellik karşısında arkaik ve kullanışsız kaldı. Bunun üzerine Batılı emperyal güçlerin de desteğiyle yerelde Kemalizm’in boşluğunu dolduracak başka post-kolonyal oluşumların yükselişi gözlendi. Tam bu noktada Gülenizm bölgeyi uluslararası sisteme sorunsuz bir şekilde entegre edecek yeni yegane ideoloji olarak ortaya çıktı. Türkiye siyasetinin son 30 yılına bakıldığında Gülenizm’e rakip olabilecek Milli Görüş çizgisinin 1990’larda ezilmesi ve 2000’li yıllarda ise AK Parti’nin Gülenizm için işlevsel hale getirilmeye çalışılması gözlemlenmektedir. 1990’lı yıllarda Gülenistler Kemalistlerle işbirliği yaparak Milli Görüş’ü ezip geçerken, 2000’li yıllarda AK Parti ile anlaşarak Kemalistleri tasfiye etmeye giriştiler. Kabaca 2010 yılından itibaren AK Parti içerisinde Erdoğan çizgisi ile Gülenizm arasında yaşanan ayrışma Gülenistlerin oyununun bozulmasına yol açtı. Bu süreçte başlayan ve sürekli olarak gerilimi artan çatışma 15 Temmuz’la zirve noktasına ulaştı. Erdoğan çizgisi kazandı, Gülenizm deşifre oldu, kaybetti.
Kemalizm ile Gülenizm’in Ortaklığı
Bu noktaya kadar ortaya şu üç sonuç çıkmaktadır: Birincisi Kemalizm’in hem ülke içindeki -çevrenin merkeze akması ve kontrol etmeye başlaması olarak tanımlanan- büyük sosyolojik dönüşümlerin müsaade etmemesi hem de neo-liberal uluslararası düzen ile olan uyuşmazlığı nedeniyle yeniden ülkenin düzen kurucu ideolojisi olması neredeyse imkansız gözükmektedir. Bu köklü yapısal ve tarihi sebeplerle Kemalizm’in geri dönüşü boş bir hayalden ibarettir.
İkinci sonuç ise Kemalizm ile Gülenizm her ne kadar birbirlerine zıt gibi gözükseler de aslında siyasi amaç açısından aralarında organik bir bağ olduğu ve aynı zemini paylaştıkları görülmektedir. Her ikisi de bölgeyi uluslararası sisteme edilgen bir şekilde entegre etme işlevini yerine getirmektedir.Kemalizm’in Gülenizm’i bahane ederek AK Parti’nin ortaya koyduğu “yerli ve milli” bir düzen inşa etme amacındaki siyasetini hedef alması bu noktada anlam kazanmaktadır. Keza Türkiye’nin uluslararası sistemde otonomlaşma ve güçlenmesinin imkanı ancak yerli ve milli olanda temellenebilir. Kemalizm ise ancak Batı’nın etkisi güçlü olabildiği sürece Türkiye’de iktidarı elde tutabilir.
Üçüncü olarak ise Kemalizm ile Gülenizm’in siyaset tarzı açısından da benzer olmalarıdır. Her ikisi de milli iradeyle mesafeli ve sorunlu ideolojilerdir. Kemalizm’in laiklik adına, Gülenizm’in ise anti-politik ve parçalayıcı liberal-demokratik söylemi kullanarak milli iradeye yüklenmesi ve zayıflatmaya çalışması söz konusudur. Bu durumda hem Kemalizm hem de Gülenizm halka dayanmayan, siyaset kurumunu küçümseyen ve demokratik prosedürlerin etrafından dolaşan otoriter bir siyaset tarzına sahiptir.
Sonuç itibarıyla Gülenizm’in siyaset alanında ayırt edici özelliği dindarlık değil otoriter ve Batıcı siyaset anlayışıdır. Bu nedenle Gülenizm, dindar-muhafazakar AK Parti’den ziyade otoriter ve Batıcı Kemalizm’e yakındır. Dolayısıyla Gülenizm’in kaybetmesi Kemalizm’e zafer umudunun doğması değildir. Tam tersine milli irade karşısında Gülenizm’in kaybetmesi Kemalizm’in de kaybetmesi anlamını taşımaktadır.