Dünyanın büyük sınamalardan geçtiği süreçte bir yıldız gibi parlayan Türkiye, üzerine düşen misyonu tarihine yakışır bir başarıyla sürdürüyor. Hemen her coğrafyada tüm mazlumlara elini uzatan ve salgın sürecinde ayrım yapmadan ülkelerin yardım talebine yanıt veren Türkiye, bölgesel krizlerde de olumsuzluklara rağmen diplomasi kanallarını açık tutarak örnek bir duruş sergiliyor. Baskılara rağmen Doğu Akdeniz’deki haklı mücadelesinden geri adım atmayan Türkiye, şimdi de işgalci Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarına yaptığı saldırıyla alevlenen çatışma ortamında kardeş ülke Azerbaycan’ın yanında. Bu süreçte Kriter olarak 48. sayımızda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığımız söyleşinin ardından bu kez Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ilk başkan yardımcısı olan Fuat Oktay’la Türkiye’nin içinden geçtiği süreçte krizlere karşı yaklaşımını ve gelecek perspektiflerini konuştuk. Sayın Oktay’a söyleşi önerimizi kabul ettiği için çok teşekkür ediyoruz.
Söyleşi: Burhanettin Duran
Ermenistan'ın Azerbaycan'a yönelik saldırısını ve sonrasındaki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ermenistan Azerbaycan topraklarında işgalcidir… Ermenistan, bu bölgede barış ve istikrarın önünde en büyük engel olduğunu bir kez daha tüm dünyaya göstermiştir. 27 Eylül günü başlatılan saldırılar, Ermenistan’ın Tovuz’da sahnelediği provokasyonlarının devamıdır. Uluslararası hukuku ve ateşkesi bir kez daha ihlal eden Ermenistan hem Azerbaycan ordusu mevzilerini hem de sivil yerleşim merkezlerini hedef alarak sivil can kayıplarına ve yaralanmalara neden olmuştur… Şehit verdiğimiz Azerbaycanlı kardeşlerimize rahmet, yaralılarımıza acil şifa diliyor; dost ve gardaş Azerbaycan’a “başımız sağolsun” diyorum… Bu açıdan bakıldığında, BM ve AGİT bünyesinde alınan kararlara aykırı işgalini devam ettiren Ermenistan’ın uluslararası hukukun sivillerin korunmasına dair tüm hükümlerini de ihlal ettiği görülmektedir.
YUKARI KARABAĞ, AZERBAYCAN TOPRAĞIDIR
Ermenistan’ın önceki Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın Ermeni gençlere “Yukarı Karabağ’ı biz aldık, Ağrı Dağı’nı da siz alacaksınız” şeklindeki açıklamalarını hatırlıyoruz. Ardından, geçen yıl Ermenistan Savunma Bakanı David Tonoyan’ın, “yeni topraklar için yeni savaş” anlayışını ilan etmesi de bu genişlemeci zihniyetin ürünüdür. Ermenistan’ın 10 Temmuz tarihinde yayınlanan Milli Güvenlik Strateji Belgesi de, ülkemizi ve Azerbaycan’ı düşman ve tehdit olarak gören ve göstermeye çalışan tutumlarının yansımasıdır. Ermenistan’ın dünyaya Türk düşmanlığı prizmasından bakıyor olması sağlıklı bir bakış değildir. Bütün bunlar birlikte düşünüldüğünde, Ermenistan’ın Türk düşmanlığından başka sermayesi olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak şu sözü hatırlatmak isterim; “Yel kayadan ne koparabilir?” Azerbaycan ile kardeşliğimiz ve stratejik ortaklığımız, bölgemizde istikrarın garantisidir.
Uluslararası alanda, Yukarı Karabağ ve çevresindeki bölgelerde 28 yıldır devam eden Ermeni işgalinin sona erdirilmesine yönelik somut adımlar atılmaması ve Ermenistan’ın artan provokasyonları ve Azerbaycan topraklarına saldırıları Azerbaycan’ın sabrını taşırmış ve uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru müdafaa hakkını kullanmaya mecbur bırakmıştır. Gelinen noktada biz, kendisinden beklenen çözüm yolunu açmakta yetersiz kalan Minsk Süreci karşısında Azerbaycan’ın hayal kırıklığını ve ruh halini anlıyoruz, hak veriyoruz. Yukarı Karabağ, Azerbaycan toprağıdır. Azerbaycan bu harekâtı uluslararası anlaşmalarla tanınmış kendi ülke sınırları içinde, yani kendi öz topraklarında, halkını korumak, toprak bütünlüğünü, barış ve istikrarı tesis etmek için icra ediyor.
TEK MİLLET İKİ DEVLET
Türkiye kardeş ülke Azerbaycan'a tam destek veriyor. ABD, İran ve Rusya gibi Bölgesel ve küresel tarafların sürece dair farklı açıklamaları var. Türkiye'nin tutumu ve bu konjonktürdeki anlamı nedir?
“Tek millet, iki devlet” inancıyla, Azerbaycan’a desteğimiz tamdır. Türkiye olarak, işgal altında bulunan kadim Azerbaycan topraklarında işgalin sona erdirilmesini ve adaletin tecelli etmesini istiyoruz. Ermenistan uluslararası hukuku ihlal etmeyi sürdürmüş, barışçıl yöntemlerle çözüm arayışının samimi bir aktörü olmayı reddetmiş, müzakere eder görünüp işgalini kalıcı hale getirmeyi hedeflemiştir. Ermeni tarafı, ihtilafın çözümsüz kalmasını tercih etmiş, işgal ettiği bölgelerde yerleşimler dahi kurmaya başlamıştır. Dolayısıyla, uluslararası toplumun tarafsızlık adı altında saldırgan tarafı, işgalci Ermenistan’ı ödüllendiren bir yaklaşımı doğru değildir, bunun sürdürülemeyeceği de açıkça görülmüştür. Bu anlayışla Türkiye, başta AGİT Minsk Grubu Eş-Başkanları olmak üzere, uluslararası topluma “Ermenistan’a işgal ettiği topraklardan çekilmesine yönelik gerekli baskıyı kurmaları” çağrısında bulunmuştur. Türkiye, haklının ve bu işgalin gerçek mağduru Azerbaycan’ın yanındadır. Uluslararası hukukun ve adaletin Azerbaycan’ın tarafında olduğu bu süreçte Azerbaycan’a desteğimizi tarihi kardeşlik bağlarımızdan gelen bir sorumluluk olarak görüyor aynı zamanda 28 yıldır Ermeni işgalinden türlü acılar çekmiş kardeşlerimizin yanında olmayı vicdani bir zorunluluk olarak addediyoruz.
Ermenistan saldırılarını Doğu Akdeniz'deki gelişmeler ile Libya ve Suriye ile ilişkilendirenler de oldu. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eğer bazı çevreler, ülkemizin Libya, Suriye ve Doğu Akdeniz’deki meselelerle uğraşırken, Ermenistan’ın yanı başımızdaki can Azerbaycan’a yönelik sorumsuz saldırılarına sessiz kalacağımızı düşündüyse, yanıldıklarını anlamışlardır. Nitekim, Azerbaycan’a güçlü desteğimizi, Sayın Cumhurbaşkanımız başta olmak üzere, her düzeyde her platformda ilan ettik. Muhataplarımızla ikili temaslarımızda ve uluslararası örgütlerde Azerbaycan’ın haklı davasında yanında olduğumuzu ifade ediyor, kardeşlerimizin hem ahlaken, hem de hukuken haklı taraf olduğunu anlatıyoruz.
Türkiye bölgesel ve küresel düzlemde önemli bir mücadele ve rekabet içinde. Doğu Akdeniz bunun en önemli parçalarından biri. Fransa ve Yunanistan’ın Türkiye karşıtı tutumu çeşitli platformlarda görülüyor. AB’yi de peşlerine takmak istiyorlar. Türkiye’nin mevcut pozisyonunu ve yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Doğu Akdeniz’de son dönemde yaşanmakta olan ihtilafın çıkış noktası, bölgede kayda değer hidrokarbon rezervlerinin keşfedilmesi oldu. Bu gelişme üzerine Güney Kıbrıs Rum Kesimi (GKRY) ada etrafındaki doğal kaynakları, Kıbrıs Adası’nı bütünüyle temsil etmemesine rağmen, tek başına sahiplenmeye kalkıştı ve Kıbrıs Türklerinin meşru haklarını, doğal kaynaklardaki payını görmezden geldi. Rum Kesimi, 2003’ten itibaren birçok sınırlandırma anlaşması imzaladı, sismik araştırmalar yaptı, ruhsat sahaları belirledi ve sondaj yapacak kadar ileri gitti. Yunanistan ise kendinden başka kimsenin de tanımadığı, sözde Sevilla haritasını bahane ederek Doğu Akdeniz’de hakkı olmayan yerlerde söz sahibi olmaya çalıştı ve Rum Kesimi’nin kendine biçmeye çalıştığı deniz alanlarıyla bağlantı kurmak istedi. Hatta Yunanistan ve GKRY bilhassa enerji konularında ülkemizi ve Kıbrıs Türklerini dışlayan çok taraflı girişimler başlattılar. Tüm diyalog çağrılarına rağmen süregelen bu tek taraflı ve gayrihukuki tasarruflar karşısında biz de, KKTC ile birlikte, kendi hidrokarbon programımızı başlattık.
TAVİZ VERMEYECEĞİZ
Şu anda Yunanistan ve GKRY hem Fransa gibi kıyıdaş dahi olmayan ancak kirli sömürgeci geçmişleri nedeniyle açgözlü bölge dışı aktörlerin, hem de sözde birlik dayanışması bahanesiyle Avrupa Birliği’nin desteğini arkalarına almaya çalışıyorlar. Ancak tüm bu çabalarında göz ardı ettikleri bir gerçek var; Yunanistan ve Rum Kesimi’nin savunduğu tez ve argümanlar, uluslararası hukuka göre, dayanaksızdır. Ancak güneş balçıkla sıvanmaz; dünya kamuoyu er ya da geç ülkemizin haklılığının farkına varacaktır.
Bu çerçevede, Türkiye’nin mevcut pozisyonu ve gelecekte takınacağı tutum da nettir. Ülkemiz, Doğu Akdeniz’de hem kendisinin hem Kıbrıs Türklerinin meşru hak ve çıkarlarını gözetmekle mükelleftir, ancak hiçbir ülkenin hakkında da zerre kadar gözü yoktur. Biz uluslararası hukuka bağlıyız. Bir yandan diyalog, iş birliği ve diplomasi vasıtasıyla sorunların barışçı yollarla çözümünü desteklemeye devam edeceğiz, diğer yandan hak ve çıkarlarımızın korunması noktasında kararlı duruşumuzdan bir an olsun taviz vermeyeceğiz.
AB ZİRVESİ KARARLILIĞIMIZI ETKİLEMEZ
Türkiye-AB ilişkilerine de değinecek olursak, bugün içinde bulunduğumuz durum belirli bazı üye ülkelerin kendi siyasi çıkar ve gündemlerini Avrupa Birliği düzlemine taşımasından ve Türkiye-AB ilişkilerini bir anlamda rehin almasından kaynaklanıyor. Bunun Avrupa Birliği için de sürdürülebilir bir durum olmadığı çok açık. Üye ülkelerle ikili sorunlar diplomasi yoluyla çözülebilir. O halde, Avrupa Birliği’nin bu ortamda önündeki en akılcı seçenek, tarafsız ve adil davranarak kolaylaştırıcı rol üstlenmektir. Şahit olduğumuz üzere, Avrupa Birliği şimdiye kadar bunu başaramadı. Hatta ülkemizin haklı olduğu pek çok konuda Birlik içinde “üyelik dayanışması” tercih edildi ve böylece Avrupa Birliği de sorunların bir parçası haline geldi. AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde mutlaka Türkiye-AB ilişkileri de ele alınacaktır. Bu Zirve’de, Türkiye’ye yönelik olumsuz bir ton kullanılması ve yaptırım diline başvurulması, hiç kuşkusuz, Türkiye-AB ilişkilerine hiçbir yarar sağlamayacağı gibi, Doğu Akdeniz konusundaki kararlılığımızı da etkilemeyecektir.
Her platformda samimi bir biçimde gerginliğin azaltılmasından yana olduğumuzu gösterdik. Ancak hala “tek taviz vermesi gereken ülkeymişiz” gibi bir yaklaşım söz konusu. Yine de hakkaniyet ve iyi niyet prensipleri çerçevesinde karşılıklı adımlar atarak makul çözümlere ulaşacağımıza dair hala bir ümit besliyorum.
Diğer taraftan Filistin’de Filistinlileri yok sayan bir paylaşım yapılıyor. ABD Başkanı Trump’ın öncülüğünde onun ifadesiyle “yeni bir Ortadoğu” kuruluyor. Bu tablo ne üretecek? Barış mı, kaos mu? Türkiye bu yeni sürece nasıl bakıyor?
Elbette ki kaos. Yeni bir Ortadoğu kurulmaya çalışılıyor, tam da İsrail’in hayalini kurduğu bir şekilde… Türkiye bu sürece nasıl bakıyor? Öncelikle söylemeliyim ki, Ortadoğu’da barış ve istikrarın sağlanması için işgal edilmiş Filistin topraklarının sahiplerine teslim edilmesi şarttır. Bölgesel barışı tehdit eden müşterek risk ve sınamalarla daha etkin şekilde mücadele etmek amacıyla ortaya çıkan yeni ittifak arayışları -ki bu ittifak arayışı mıdır, tartışılır- dışlayıcı değil, kapsayıcı olmalıdır.
Bölgemizde yeni kutuplaşma ve ayrışmalara sebep olacak adımlardan kaçınılmasında mutlak yarar görüyorum. Bunun yanı sıra, uluslararası hukuk, adalet ve hakkaniyete uygun şekilde hareket edilmesi gerektiğinin önem taşıdığını düşünüyorum. İsrail-Filistin ihtilafının adil, kalıcı ve kapsamlı bir çözüme kavuşturulabilmesi için BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi kararlarında da kayıtlı bulunan yerleşik uluslararası parametrelere bağlı kalınması gerektiğine inanıyoruz. Bu çerçevede, 1967 sınırları temelinde, başkenti Doğu Kudüs olan egemen ve bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulması esastır. Uluslararası toplumun önemli bir çoğunluğunun beklentisi de bu istikamettedir.
SÖZDE BARIŞ PLANI BARIŞA KATKI SAĞLAMAZ
Filistin halkının meşru haklarını yok sayan, İsrail-Filistin ihtilafının çözümüne ilişkin temel uluslararası parametreleri ihlal eden girişimlerin bölgede kalıcı barış, güvenlik ve istikrarın tesisine katkıda bulunmayacağı açıktır. Tamamen İsrail’in çıkarları doğrultusunda hazırlanan, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olacağı ve İsrail’in silahlardan arındırılmış Filistin devletinde üst güvenliği üstleneceği “sözde barış planı” temelinde oluşturulmaya çalışılan Yeni Ortadoğu’nun barış ve huzura katkı sağlamayacağı aşikardır. Filistin Davası’na ihanet ederek bazı ülkelerin Arap Barış Girişimi ve İslam İşbirliği Teşkilatı çerçevesindeki taahhütlerin hilafına adeta İsrail'le “normalleşme” yarışına girmesi fevkalade endişe vericidir. Filistin davasına büyük zarar vereceği kesin olan bu ‘kerameti kendinden menkul’ adım, İsrail’i Filistin’e yönelik gayri meşru uygulamalarını ve Filistin topraklarındaki işgalini kalıcı hale getirmek konusunda daha da cesaretlendirecektir.
Ortadoğu'da kalıcı barış ve istikrarın tesisinin tek yolu Filistin meselesinin uluslararası hukuk ve BM kararları çerçevesinde adil ve kapsamlı çözüme kavuşturulmasından geçmektedir. Bölge dışı aktörlerin baskı ve zorlamaları sonucunda; dar çıkar kaygılarıyla verilen sorumsuz tavizlerin bu gerçeği ortadan kaldırması veya ikame etmesi mümkün değildir.
Bu iki konunun yani Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki yeni sürecin bir bağlantısı var mı size göre, çünkü aktörler büyük ölçüde aynı?
Cevap evet… Ne yazık ki iki ayrı konu olması gereken bu iki alanın iç içe geçirilmeye çalışılması sorunları daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmektedir. Ortadoğu’daki gelişmelerde pay sahibi olan ülkelerin Doğu Akdeniz’de de söz sahibi olmalarının tek yolu, kanımca, bölgede kıyıdaş devlet olmalarıdır. Yarı-kapalı bir deniz olan Doğu Akdeniz’de ihtilaflar, doğaldır ki, yalnızca kıyıdaş devletler arasında varılacak mutabakatlar ile çözülebilir. Ülkemizi dışlamaya çalışan hiçbir planın ise gerçekleşme şansı bulunmamaktadır.
Bu doğrultuda Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Türkiye, Doğu Akdeniz’e ilişkin konuları, Güney Kıbrıs Rum Kesimi hariç tüm kıyıdaş ülkelerle ele almaya hazır olduğunu birçok vesileyle dile getirmiştir. Henüz çözüme kavuşturulmamış bir ihtilafın parçası olan Rum Kesimi’nin yegâne muhatabı ise KKTC’dir, Kıbrıs Türkleridir. Sayın Cumhurbaşkanımızın Doğu Akdeniz için, Kıbrıs Türklerinin de katılımıyla, bölgesel bir konferans düzenlenmesi yönünde yapmış olduğu çağrı çözüm arayışlarının son halkasıdır.
Doğu Akdeniz ve İsrail-Filistin ihtilafı arasında görünürde doğrudan bir bağlantı olmasa dahi, her iki konu da esasen bölgedeki kamplaşma ve ayrışma eğilimlerini gözler önüne sermektedir. Bu eğilimler ise mevcut sorunların çözümünü daha da güçleştiriyor, hatta daha da tırmandırıyor! Bu ortamda, Suriye ve Yemen gibi yıllardır süren iç savaşların sona erdirilmesi hususunda mesafe kaydedilemiyor. Libya’da olduğu gibi darbeci teröristler kendilerine yaşam sahası bulabiliyor. Esasen her iki konu da, Ortadoğu’da hukuk, adalet ve hakkaniyetten taviz verildiği ve maksimalist yaklaşımlar taraftar bulduğu sürece bölgede kalıcı bir barış, güvenlik ve istikrar ortamının tesis edilemeyeceğini bizlere gösteriyor.
AB LİDERLERİ CUMHURBAŞKANIMIZLA GÖRÜŞMEK İÇİN YARIŞIYOR
Tüm bu süreçlerde Türkiye’nin diplomasiyi yeterince kullanmadığı yönünde bazı eleştiriler var. Siz bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıkçası, bu eleştirilerin hangi temele dayandığını anlamakta güçlük çekiyor ve de yersiz buluyorum. Her düzeyde temaslarımız yoğun bir şekilde devam ediyor. AB Dönem Başkanı Almanya ve AB liderliği ile sürekli temas halindeyiz. Sayın Cumhurbaşkanımız, AB ülkeleri liderleriyle neredeyse her gün görüşüyor. Daha doğrusu, Batılı liderler Cumhurbaşkanımızla görüşmek için yarışıyorlar… Bilhassa Doğu Akdeniz özelinde, ihtilafın gündeme geldiği ilk günden bu yana tüm söylemlerimizde açık ve net bir şekilde diyalog ve iş birliği vurgusu yapıyoruz. Sayın Cumhurbaşkanımız başta olmak üzere her kademede sorunların diplomasi yoluyla çözümlenmesini yeğlediğimiz muhataplarımız ve kamuoyu ile defalarca paylaşılmıştır. Ayrıca, sadece Dışişleri Bakanlığımız değil, akademi dünyamız ve sivil toplum kuruluşlarımız da Türkiye’nin haklı tezlerini uluslararası düzlemde uygun bir şekilde işliyor. Ancak yaptığımız tüm diyalog ve iş birliği çağrıları, maalesef, şimdiye kadar cevapsız kalmıştır. Dolayısıyla, diplomasinin yeterince kullanılmadığına yönelik eleştirileri asla dikkate alamayız.
Türkiye sahada da, masada da gücünü ortaya koydu. Bu bağlamda, Doğu Akdeniz’deki tarafların en kısa sürede tüm diyalog çağrılarına kulak vermesi samimi temennimizdir. Bundan sonraki süreçte de anlaşmazlıkların çözümü yolunda Türkiye’nin ilk tercihi diplomasi olacaktır. Türkiye sadece kendi sorunlarıyla ilgili değil, bölgesinde ve dünyadaki kronik sorunlara ilişkin çözüm odaklı diplomasiyi en etkin kullanan ülkelerin başında gelmektedir.
SERT GÜCÜMÜZÜ KULLANMAKTA TEREDDÜT ETMEYİZ
Türkiye yumuşak güç ve sert güç kullanımı konusunda nasıl bir dengeyi gözetiyor, savunma sanayii alanındaki büyük hamlelerin muhatapları nezdinde Türkiye’ye kazandırdıklarını yorumlar mısınız?
Türkiye, fay hatlarının ve çatışmaların yaygın olduğu bir coğrafyada bulunuyor. Ülkemizin bu konumu yumuşak ve gerektiğinde sert güç unsurlarının bir arada kullanıldığı bir stratejiyi zorunlu kılıyor. Girişimci ve insani dış politika anlayışımız da tam olarak bu yaklaşımı yansıtıyor. Suriye’den Libya’ya, Doğu Akdeniz’den Irak’a kadar olan yakın coğrafyamızda yumuşak gücümüzü ortaya koyarak çıkarlarımızı korumak adına diplomasi yürütüyoruz. Bizim arzumuz tüm sorunların karşılıklı anlayış ve iş birliği nezdinde hakça çözüme kavuşturulmasıdır. Biz, kendi hakları konusunda sonuna kadar dik duran, başkalarının haklarına saygılı, güçlünün değil haklının, mazlumun yanında yer alan bir ülkeyiz. Bu yaklaşımımızın zafiyet olarak algılanmasına asla müsaade etmeyiz. Diplomasinin sonuç vermediğini, hak ve menfaatlerimize halel geleceğini gördüğümüz noktada da sert gücümüzü kullanmakta tereddüt etmeyiz. Özellikle FETÖ temizliğinden sonra bunun örnekleri rahatça görülebilir.
Bölgemiz ve ötesinde iş birliğini ve refahı savunarak, bu yönde adımlar atmakla beraber milli gücün hiçbir unsurunu ihmal etmiyoruz. Ülkemizin son dönemde savunma sanayi alanında kat ettiği büyük mesafe, yerlilik ve millilik oranını yüzde 20’lerden yüzde 70’lere çıkarmış olmamız hem sahadaki hem masadaki gücümüzü artırmıştır. Bugün dünyanın en büyük 100 savunma sanayi şirketi arasında 7 Türk firmasının bulunmasından, bu alanda faaliyet gösteren firmalarımızın 10 milyar dolarlık bir ciroya ulaşmasından ve ihracatımıza 2,7 milyar dolarlık katkı yapmasından gurur duyuyoruz. Ama asla yeterli görmüyoruz.
Hem bölgesel hem de küresel barış ve kalkınmaya katkıda bulunma hedefimiz yönünde de adımlarımıza her gün yenilerini ekliyoruz. Yumuşak güç çerçevesinde, anlaşmazlıkların barışçı yollardan çözümü ve arabuluculuk konuları girişimci ve insani dış politika anlayışımızın ana unsurlarından biridir. BM, AGİT ve İİT’de arabuluculuk dostlar grubu eş-başkanlığı yapıyoruz ve bu çerçevede üç farklı örgütte eş-başkanlık yapan tek ülkeyiz. Bunun yanında, yumuşak güç bağlamında, insani yardımlarda dünyanın en cömert ülkesiyiz.
Yumuşak güç ve insani yardımlar demişken, Türkiye’nin bu alanda çok önemli bir birikimi var. İnsani yardım alanında birinci sırada. AFAD, KIZILAY ve TİKA etkin çalışmalar yapıyor. Türkiye nasıl bir yol haritası takip ediyor insani yardımlar konusunda, bunun ne tür sonuçları oluyor açıklar mısınız?
Milletimiz tarih boyunca zulme uğrayanların imdadına yetişmiş ve haksızlıklara asla seyirci kalmamıştır. 1492’de İspanya’dan kovulan Musevilere kapılarını açan, 1560’larda Açe’deki Müslümanların imdadına koşan, 1847’de İrlanda’da açlığa terk edilenlere yardım elini uzatan ecdadımız insaniyet ve insani diplomasi alanında bize belki de başka hiçbir ülkenin sahip olmadığı fevkalade kıymetli bir miras bırakmıştır. Bu tarihi mirasın da bilinciyle, insani niteliğiyle yükselen, benzerlerinden ayırt edilen ve de takdir toplayan bir insani yardım modelini Sayın Cumhurbaşkanımız liderliğinde uygulamaktayız. İnsani yardımlarda, AFAD ve TİKA gibi kurumlarımızın yanı sıra Türk Kızılayı gibi köklü kuruluşlarımız vasıtasıyla “insan odaklı, koşulsuz, samimi ve sürdürülebilir” kalkınmayı hedefleyen “Türk Tipi Kalkınma Yardımı Modeli”ni esas alıyoruz. Türk Tipi Kalkınma Yardımı Modeli ile, bir çıkar gözetmeden ve hiçbir gizli ajanda gütmeden, “balık veren değil, balık tutmayı öğreten” sürdürülebilir ve çözüm odaklı bir yol haritası izliyoruz. İnsani yardım modelimiz özellikle kırılgan coğrafyalarda yoksulluğun giderilmesi için kapsayıcı büyümeye katkı sağlayan ikili, çok taraflı, bölgesel ve küresel iş birliklerini içeriyor. Dünyada en çok sığınmacıya ev sahipliği yapan ve insani yardımlar açısından yine ilk sırada olan ülkemiz, yardımların milli gelire oranı bakımından da, bunu rahatlıkla ve gururla dile getirmek isterim ki, dünyanın “en cömert” ülkesi konumundadır.
MAZLUMLARIN ELİNDEN TUTUYORUZ
Türkiye, BM tarafından “Milenyum Hedefi” olarak belirlenen, milli gelirin yüzde 0.7’sini yardımlara ayırma oranını bu yıl da aşarak kalkınma yardımlarında milli gelirinin yüzde 1.15 oranına ulaşmıştır. Resmi kalkınma yardımlarının bir alt kategorisi olan “Acil ve İnsani Yardımlar”da da ülkemiz son yıllarda büyük başarı göstermektedir. İlgili kurumlarımız eliyle başta Suriye savaşı mağdurları olmak üzere, Irak’ta, Yemen’de, Arakan’da, Afganistan’da, Somali’de ve dünyanın pek çok sorunlu bölgesinde mazlum ve muhtaçların elinden tutuyoruz. Dünyanın dört bir yanında yaşanan deprem, sel gibi doğal afetlerde, Lübnan’da geçtiğimiz ay gerçekleşen büyük patlama gibi elim hadiselerde yardıma ilk koşan bizim gurur vesilesi acil yardım ve insani yardım kuruluşlarımız oluyor.
Covid-19 salgını sebebiyle uçuşların durduğu, lojistik hareketliliğin neredeyse imkânsız hale geldiği günlerde Türkiye 146 farklı ülkeye tıbbı malzeme ve teçhizat göndermiş; dar gününde mazlumların en büyük destekçisi olmuştur. İnsani yardım yaklaşımımız, kısa dönemli acil yardımları uzun dönemli kalkınma yardımlarıyla harmanlayan, sürdürülebilirliğe ve krizleri önlemeye öncelik veren bir yaklaşıma dayanmaktadır. Bize göre insan odaklı, küresel adalet merkezli ve eşitlikçi bir kalkınma yardımı modeli” hem yoksulluğun azaltılmasına hem de kapsayıcı büyümenin sağlanmasına hizmet edebilir. Daha müreffeh bir dünya için uluslararası dayanışmanın kararlı bir savunucusu olmaya ve de küresel bazda var olan diplomasi açığını insani girişimlerle kapatma gayretlerimize devam edeceğiz.
Türk Tipi Kalkınma Yardımı Modelimiz ile kapsayıcı büyümeyi sağlamak ve doğal afetlere karşı zâfiyetleri el birliğiyle azaltmak yönünde her zaman örnek bir ülke olacağız. Bu yardımlarımız, ecdadımızdan miras gönül coğrafyamızla tekrardan buluşmamızı sağlamış; komşusu açken tok yatanlardan olmamamıza, mazlumların sesi, kimsesizlerin kimsesi olmamıza vesile olmuştur.
DİJİTAL DİPLOMASİYİ ETKİN KULLANIYORUZ
Diplomasi demişken, dijital diplomasi kavramı son zamanlarda öne çıkmaya başladı. Türkiye bu bağlamda ne tür çalışmalar yürütüyor?
Hayatın her alanına etkisi bulunan dijital değişim ve dönüşüm diplomasiyi de çeşitli açılardan etkiliyor. Devlet başkanlarının, kamu kuruluşları ve sivil toplum kuruluşları gibi yapılanmaların sosyal medyayı kullanış şekilleri dönüşürken ülkelerin dijital profilleri öne çıkıyor ve hayatımıza “selfie diplomasisi” gibi yeni kavramlar giriyor. Biz dijital diplomasiyi kamu diplomasisinin olmazsa olmaz bir parçası görerek bu konudaki gelişmeleri yakından takip ediyoruz. Türkiye dijital alandaki gelişmeleri önceden görerek “Dijital Diplomasi“ girişimini salgın öncesi ilan eden bir ülkedir. Sayın Cumhurbaşkanımız da salgın döneminde dünya liderleri ile en yoğun dijital diplomasi trafiği yürüten lider olmuştur. Ticaret Bakanlığımız DEİK, TİM gibi kuruluşlarla eşgüdüm içerisinde güçlü bir dijital ticaret diplomasisi yürütüyor. Sağlık Bakanlığımız içinde bulunduğumuz salgınla mücadele döneminde çok taraflı dijital diplomasi araçları kullanıyor. Diğer birçok bakanlık ve ilgili kurumlarımız da alanlarında dijital diplomasiyi son derece etkin yürütmüşlerdir. Kamu diplomasisini daha etkin hale getiren dijital diplomasi araçlarını ülkemizin küresel algısını olumlu yönde desteklemek için kullanmaya devam edeceğiz.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ilk Başkan Yardımcısı olarak görev yapıyorsunuz. Sizin öncülüğünüzde içerik çalışmaları yapılıyor. Sistem nasıl işliyor, Başkanlık Sistemi Türkiye’ye neler kazandırdı?
Parlamenter sistem içinde koalisyonlarla geçen yılların ülkemize maliyeti çok ağır olmuştur. Cumhuriyetimizin 97 yıllık geçmişine baktığımızda hükümetlerin ömrünün ortalama 16 ay bile olmadığı görülmektedir. Türkiye, demokrasiyi güçlendirmek, karar alma ve uygulama mekanizmalarını hızlandırarak milletimize daha etkin hizmet vermek için Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçmiştir. Türkiye'de koalisyon iktidarlarının ülkeye yaşattığı sıkıntılar Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile ortadan kaldırılmıştır. Darbeler, cuntalar, vesayetler dönemi böylece bir daha geri gelmeyecek şekilde kapanmıştır.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, seçimlerin hemen akabinde hükümetin hızlı kurulması ile istikrar, belirgin kuvvetler ayrılığı, etkili kriz yönetimi, yönetimde sadeleşme, hızlı ve güçlü karar alma gibi başarılı yönlerini ortaya koymuştur. Bu sistem kuvvetler ayrılığının belirginleştiği, istikrarlı ve sonuç odaklı “yürütme” ihtiyacına cevap verecek nitelikte; milli iradeyi daha da güçlü kılan bir yönetim sistemidir.
EKONOMİK SALDIRILAR YENİ SİSTEM SAYESİNDE BERTARAF EDİLDİ
Yeni yönetim sistemimiz, yürütme ve yasamayla ilgili demokratik tercihlerin milletimiz tarafından 5 yılda bir yapılmasına, dolayısıyla temel politikalarda istikrarın sağlanmasına imkân vermektedir. Belirgin kuvvetler ayrılığını tesis eden yönetim sistemimiz ile birlikte kanun yapma yetkisi tamamen Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bırakılmıştır. Yürütme, yasama ve yargı güçleri tamamen kendi alanlarına odaklanıp kendi işlerini yaparak güçlü ve büyük Türkiye’nin inşasına katkı sağlamaktadırlar. Bugün Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile ülkemizin demokratik kurum ve kuruluşlarının daha etkin; karar alma ve uygulama mekanizmalarının ise daha hızlı ve esnek çalışmasını sağlayarak, aziz milletimize daha kaliteli hizmet vermekteyiz. Hukukun üstünlüğü ilkesiyle hareket eden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi sayesinde ekonomiye yönelik saldırılara çok daha hızlı bir şekilde karşılık verilerek bertaraf edilmiştir. Yeni hükümet sistemine geçişin ikinci yılında sistemin sağladığı imkânlarla ülkemizi daha da ileriye taşıyacak planlı, programlı, verimli, hızlı ve şeffaf icraatlar ortaya koymaya devam ediyoruz.
Sistem sayesinde bölgesel ve küresel krizlere karşı hızlı ve etkin refleksler verebilme imkânına kavuştuk. Bunun etkilerini Doğu Akdeniz’de, Covid-19 salgını sürecinde ve terörle mücadelede net olarak gördük. Doğu Akdeniz’de aleyhimize atılmaya çalışılan tüm adımlara karşı hızlı reaksiyon verip Mavi Vatan’da tek bir önceliğimizden bile taviz vermedik. Libya ile yaptığımız deniz yetki alanlarının sınırlandırılması ve güvenlik anlaşmaları ile bölgedeki ağırlığımızı ortaya koyduk. Diğer taraftan, yeni sistemin gücünü mega projeler ve savunma sanayi alanında geldiğimiz nokta itibarıyla görüyoruz. Son dönemde hayata geçirdiğimiz önemli projelere baktığımızda; İstanbul Havalimanı ülkemizin önemli bir transit güzergâhı olmasını güçlendirirken, “Türkiye’nin otomobili” TOGG ile yerli otomotiv sanayinde çığır açtık. Enerji alanında Türk Akım doğalgaz boru hattı ve TANAP gibi projelerle dünyanın en önemli enerji koridorlarından biri olma rolümüzü perçinledik. Karadeniz’deki doğalgaz keşfiyle enerjide dışa bağımlılığı azaltacak ve Türkiye’yi üretici ülkelerden biri konumuna taşıyacağız. Savunma sanayinde ise kendi kendine yeter konuma gelme konusunda önemli mesafeler kaydettik. Nitekim bugün bütün dünyanın dikkatini çeken yerli İHA’larımız, SİHA’larımız, helikopterimizle, hücum gemilerimizle, denizaltımız PİRİREİS ile MİLGEM ADA sınıfı korvetlerimizle, insanlı, insansız muharip uçak projelerimizle şahlanan ülkemizin gurur timsallerinin sayısını her geçen gün artırmaya devam ediyoruz. Keza, Covid-19 salgını sürecinde hızla üretimi gerçekleştirilen yerli solunum cihazımız, inşaları bitirilen acil durum hastanelerimiz diğer somut örnekler arasında yerini aldı. Sadece salgın döneminde 10 binin üzerinde yeni yatak kapasitesine ulaştık.
“DİJİTAL TÜRKİYE” İLE KESİNTİSİZ HİZMET
Yine özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiş ile birlikte ivme kazanan Dijital Türkiye çalışmalarımız sayesinde tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 salgını sürecinde, kamu hizmetlerini kesintisiz olarak sunduk. Böylesi bir küresel kriz ortamına bütün ülkelerin hazırlıksız yakalandığı bir zamanda biz kamu hizmetlerinin derli toplu ve hızlı şekilde verilebilmesini sağladık. Nitekim, 2020’nin ilk yarısında vatandaşlarımızın Dijital Türkiye kullanımı yüzde 50 artış gösterdi.
Her değişim gibi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişte de süreç içinde bazı zorluklarla karşılaşılmasını doğal karşılamak gerekiyor. Her şeyden önce sistemin gereklerine ve felsefesine tam olarak adaptasyonun sağlanması, alışkanlıkların geride bırakılması için belirli bir zamana ihtiyaç var. Sistemin sağladığı çeviklik sayesinde bu anlamda karşılaşılan her zorluğun üstesinden hızla geliyoruz. Cumhurbaşkanımızın tabiriyle “reform, icraat ve değişim” temelli bir anlayışla Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin uygulanmasındaki eksiklikleri gidermeye ve değişimin en sağlam şekilde hayata geçmesine yönelik gereken adımları atmaya devam ediyoruz. Sistem sağladığı katkılarla aziz milletimiz tarafından destek görmüş ve benimsenmiştir.
Covid-19 salgını devam ediyor. Eğitimden turizme ve hizmet sektörlerinden iş dünyasına farklı düzlemlerde etkileri var. Türkiye salgınla mücadelede nasıl bir durumda, değerlendirir misiniz?
Kriz yönetiminde son derece başarılı olan ülkemiz, Cumhurbaşkanımızın liderliğinde, diğer ülkelere nazaran salgından her anlamda daha az etkilendi. 18 yıllık AK Parti iktidarında yapılan sağlık yatırımları ve reformlar sayesinde salgına hazırlıklı yakalanmış olduk. Diğer taraftan, yine birçok ülkenin aksine, salgınla mücadele sürecinde küresel iş birliğinde örnek ülke olduk. Salgının başlangıcından itibaren aralarında ABD, İngiltere, Almanya ve İtalya gibi gelişmiş ülkelerin de bulunduğu toplam 146 ülkeye yardım sağladık. Salgının ekonomi üzerindeki etkilerine karşı da başarılı bir mücadele verdik. Salgın dünya ekonomisinde ciddi oranda küçülmeye yol açarken biz Türkiye olarak en başından beri ülkemizin olumlu yönde ayrışacağına inanarak bu yönde gayret gösterdik.
SALGIN SONRASI GÜÇLÜ ŞEKİLDE TOPARLANDIK
2020’nin ilk çeyreğinde Türkiye ekonomisi yüzde 4.4 gibi güçlü bir büyüme performansı sergilemiştir. İkinci çeyrekte salgının etkileriyle birçok ülke ekonomisi süreçten olumsuz etkilenmiş; ekonomilerdeki küçülme ABD eksi 31.7, Almanya’da eksi 11.3, Birleşik Krallık’ta eksi 22.8 ve Fransa’da eksi 19.2 olarak gerçekleşmiştir. Türkiye yine olumlu yönde ayrışarak ikinci çeyrekte eksi yüzde 9,9’la birçok ülkeye göre daha başarılı bir performans sergilemiştir. Üçüncü çeyreğe ilişkin öncü göstergelerimiz ekonomide V şeklinde bir toparlanma beklentimizi güçlendirirken, OECD’nin eylül ayında yayınlanan “Ara Dönem Ekonomik Görünüm” raporunda Türkiye’nin Çin ve Güney Kore'den sonra salgından en az etkilenecek 3. ülke olacağı tahminiyle uluslararası beklentinin de olumlu olduğunu gördük.
Salgının vatandaşlarımız üzerindeki olumsuz ekonomik etkisini kırmak için gerekli tedbirleri aldık. “Ekonomik İstikrar Kalkanı” Paketini etkin şekilde uygulamaya koyduk. Bu kapsamda Ağustos 2020 itibarıyla ekonomiyi desteklemek amacıyla toplam büyüklüğü 513.7 milyar liraya ulaşan sosyal yardımlar, kredi paketleri, vergi ve prim ödeme ertelemeleri gibi unsurları içeren tedbirleri hayata geçirdik.
Salgın şartlarının eğitim ve öğretim üzerindeki olumsuz etkisini en aza indirmeyi hedefledik. Bu kapsamda EBA üzerinde 2.500 saatten fazla yayın yapılırken, 7.4 milyon öğrenci ile 1 milyondan fazla öğretmenin sistemi aktif olarak kullanmasını sağladık. 21 Eylül itibariyle tüm dünyada olduğu gibi kademeli olarak okullarımızı açtık. İhracatta Haziran-Ağustos dönemi toplam ihracat hacmimiz geçen yılın aynı dönemine göre daha yüksek seviyede gerçekleşti. Salgının en fazla etkilediği sektör olan turizmde eylül ayı itibarıyla 10 milyon turist sayısını aştık. Yılsonuna kadar 15 milyon yabancı turist sayısına ulaşmayı bekliyoruz. Her bir vatandaşımızın sağlığı elbette en büyük önceliğimiz; bu sebeple normalleşme adımlarımızı değerlendirerek tedbirlerimizde gerekli güncellemeleri yapmaktayız. Salgının etkilerini ortadan kaldırarak tekrardan yükselişe geçeceğimiz orta vadeli Yeni Ekonomi Programımızı da uygulamaya koyuyoruz. Vatandaşlarımızın hem sağlığını hem de üretim, eğitim ve sosyal faaliyetlerinin devamlılığını önemsiyoruz. Temizlik, maske ve mesafe kurallarına uyduğumuz sürece inanıyorum ki ülkemiz önümüzdeki süreci de her türlü riske bağışıklığı yüksek bir şekilde atlatacaktır.
Covid-19 küresel sistemi nasıl etkileyecek, salgın sonrası için öngörüşlerinizi paylaşır mısınız?
Öncelikle uluslararası kuruluşların yeniden yapılandırılması, işleyiş sistemlerinde reformlar yapılması olmazsa olmaz bir hal almıştır. Ülke sınırlarını tanımayan, dünyanın bir yerinde olduğu sürece geri kalanını tehdit eden bir virüsle karşı karşıyayız. Henüz virüsü yenebilmiş değiliz. Hiçbir ülke salgın ile mücadeleyi tek başına verebilecek durumda değil. Bu virüsü yenebilmek için çok taraflı iş birliği yapmamız, dayanışma içinde olmamız ve birlikte hareket etmemiz gerekir. Ancak kriz döneminde ortaya çıkan tablo bu durumun çok gerisindedir. Tüm dünyayı ilgilendiren, kriz anlarında küresel ve bölgesel iş birliği yapmak amacıyla kurulan uluslararası kurum ve kuruluşlar salgın sürecinde başarılı bir sınav veremedi. Covid-19 salgını uluslararası kurum ve kuruluşların zafiyetlerini bir kez daha ortaya çıkardı. Bunu Dünya Sağlık Örgütü’nde de, Birleşmiş Milletler’de de, Avrupa Birliği’nde de gördük.
“DÜNYA 5’TEN BÜYÜKTÜR” TEZİNİN HAKLILIĞI ORTAYA ÇIKTI
Adil olmayan mevcut küresel sistemin işleyişi salgın ile birlikte iyice gözler önüne serildi. Tüm insanlığı etkileyen yüzyılın küresel tehdidi karşısında Birleşmiş Milletlerin en temel karar alma organı olan Güvenlik Konseyi’nin salgını gündemine alması haftalar, hatta aylar sürdü. Salgının başlarında, ülkelerin kendi hâllerine terk edildiği bir manzara ortaya çıktı. Bu süreçte yaşananlar Sayın Cumhurbaşkanımızın “Dünya 5’ten Büyüktür” tezinin doğruluğunu ve haklılığını tüm dünyaya bir kez daha gösterdi. Dünyayı tehdit eden krizler karşısında etkili olamayan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi sisteminin ve bütün BM yapısının yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.
Salgınla birlikte en ağır eleştirilere maruz kalan kurumlardan birisi de Dünya Sağlık Örgütü olmuştur. Temel amacı “tüm insanların mümkün olan en yüksek sağlık düzeyine ulaşması” olan Dünya Sağlık Örgütünün de amaçları ve hedefleri doğrultusunda önleyici tedbirler alacak şekilde yetkilendirilmesi, hızlı karar alabilecek şekilde daha esnek ve daha şeffaf olarak yeniden yapılandırılması gerektiği açıktır.
Diğer taraftan salgın, küresel tedarik zincirinin mevcut yapısının bütün dezavantajlarını ortaya çıkararak küresel ticareti büyük ölçüde olumsuz etkilemiştir. Dünyada üretim yapan büyük şirketlerin birçoğu pek çok üründe Çin’e bağımlıdır. Son yıllarda yaşanılan ticaret savaşları ve uluslararası korumacılık önlemleri ve son olarak da salgın süreci küresel şirketlerin tedarik zinciri politikalarını yeniden gözden geçirmeye zorladı. Salgın süreci küresel şirketleri, ÇİN+1 stratejisine önem vermeye ve yeni üretim merkezleri aramaya yönlendirmekle kalmadı, bu yöndeki hamlelerin daha hızlı yapılmasına neden oldu. Dünya ekonomisinin salgın sonrası dönemde tek safhalı tedarik zincirinden çoklu tedarik zincirlerine yönelmesi bekleniyor.
Salgın, ülkelerin kendi kendine yeterli olma bilinç ve gayretlerini artırmıştır. Covid-19 ile birlikte ulusal duvarlar inşa ederek yalnızlaşan ülkeler salgın sonrası ördükleri bu koruma duvarlarını yıkarak normalleşmeye çalıştıkları bir ortamda yeni bir normalle karşılaşacak, yeni bir dünya düzeninin başladığını fark edeceklerdir. Globalleşme akımının yerini, bölgesel merkezler üzerinden birbirleriyle konuşan küresel ilişkilere bırakacağını düşünüyorum. Bu yapı aslında küreselleşme ile küre-yerelleşme arasında bir yerde konumlanacaktır.
TARİHİ BİR FIRSAT
Salgın sonrasında karşımızda tarihi bir fırsat duruyor. Coğrafi konumumuz, genç ve dinamik işgücümüz, ulaşım çeşitliliğimiz, Avrupa ve Ortadoğu pazarlarına yakınlığımız, ara malı üretimindeki yetkinliğimiz, salgın sürecinde test edilmiş olan güçlü sağlık sistemimiz ve alt yapımız sayesinde salgın sonrası dünyanın yeni tedarik ve üretim merkezlerinden biri olacağımızdan şüphemiz yok. Şimdi tüm gücümüzle bu noktada atılacak adımlara yoğunlaşıyoruz.
Son 18 yılda savunma sanayimizde elde ettiğimiz başarı yapabileceklerimiz konusunda tüm dünyaya bir fikir veriyor. Yerlilik oranımızı bugün yüzde 70’in üzerine çıkarmış durumdayız. Bu alandaki tecrübemizi sağlık alanında özellikle tıbbi cihaz ve malzemelerden başlayarak diğer sektörlere de yayacağız. Salgın ile birlikte yeniden şekillenmeye başlayan küresel tedarik zincirlerinde de hak ettiğimiz yeri aldığımızı göreceksiniz.
DİJİTAL EŞİTSİZLİK VAR
Bu süreçte daha adil bir dünya için çabaların yoğunlaşması da önem kazandı. Ne dersiniz?
Covid-19 salgınının neden olduğu sosyal krizin, dünya genelinde orta ve uzun vadede eşitsizliği, dışlamayı, ayrımcılığı ve yoksulluğu artıracağı tahmin ediliyor. Salgın ile birlikte 37 milyon insan açlıkla karşı kaşıya kaldı. Salgının başlangıcından bu yana yoksulluk içinde yaşayan çocukların sayısı 150 milyon artarak 1.2 milyara ulaştı. Bununla birlikte BM Dünya Gıda Programı (WFP) akut gıda güvensizliği ile karşı karşıya olan insan sayısının Covid-19 nedeniyle bu yıl neredeyse iki katına çıkarak 265 milyon kişiye ulaşabileceğini belirtiyor. Salgın döneminde düşük gelirli ülkelerde yaşayan, internete erişimi oranı düşük olan, gençlerin durumu daha da kötüleşti. Yüksek gelirli ülkelerdeki gençlerin yüzde 65’i video-ders yoluyla öğrenim görürken, düşük gelirli ülkelerdeki gençlerin yalnız yüzde 18’i öğrenimlerine çevrimiçi olarak devam edebiliyor. Salgın sonrasında “dijital eşitsizlikler” daha da derinleşecektir.
Bu salgın tüm insanlığın temel ihtiyaçlarını ve küresel eşitsizlikleri tekrar düşünmeye yöneltti. Daha adil bir dünya için çabalarımızı daha da yoğunlaştırmamız gereken bir döneme giriyoruz. İnsanlığın tüm insanların geleceği için küresel düzeyde bir gayret ortaya koyacağını umuyorum. Bu noktada da dünyanın neresinde olursa olsun mazlumların yardımına koşan Türkiye elbette önemli bir rol üstlenecek. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde dünyanın her köşesinde insanlık onuruna yakışan daha müreffeh hayatlar kurulması ve eşitsizliklerin ortadan kaldırılması için mücadelemizi sürdürmeye devam edeceğiz.
Salgın dünya genelinde siyasetten, iş dünyasına, eğitimden, spora, kültür sanattan eğitime kadar birçok alanı olumsuz etkiledi ve çalışma modellerini büyük ölçüde değiştirdi. İş seyahatleri, uçuşlar, yüz yüze toplantılar, iş yemekleri yapılamaz duruma geldi, eğitime ara verildi. Covid-19, yalnızca kurumların değil, bireylerin de gündelik davranış ve alışkanlıklarını etkiledi. AVM ve mağazalardaki giyim, aksesuar, elektronik eşya, market alışverişleri yerini e-ticarete bırakırken, sosyal buluşmalar ise dijital uygulamalar üzerinden yapılmaya başladı. Konserler, sosyal medya üzerinden canlı yayınlara, sinema, tiyatro ve müze ziyaretleri gibi sosyal ve kültürel faaliyetler ise yerini stream içeriklere bıraktı.
DİJİTAL DÖNÜŞÜM HIZLANDI
Dijital tüketimlerle birlikte dijital üretim de arttı. Ülkemizin e-ticaret hacmi 2020’nin ilk 6 ayında yüzde 64 artarak 91.7 milyar TL’ye ulaştı. Dijital Türkiye kullanımı ise 2020’nin ilk yarısında yüzde 50 arttı. Salgın, teknoloji ve altyapı olarak hazır olunan ancak hayata geçmeyen birçok alanda mecburi bir hızlı karar alma reaksiyonunu ve adaptasyonunu tetikledi. Tüketiciler bu süreçte farklı sektörlerdeki dijital kanallara alıştı. Salgın süreci dijital dönüşüm için gerekli olan ortamı oluşturdu ve dijital dönüşüm sürecini hızlandırdı.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile birlikte Dijital Türkiye’ye yönelik birçok adım attık. Tüm dünyayı etkisi altına alan salgın sürecinde dijitalleşmenin önemini bir kez daha anlamış olduk. Bir yandan salgın ile mücadeleye tüm gücümüzle devam ederken bir yandan da kamudaki hizmetleri dijital ortamda kesintisiz şekilde vermeye devam ettik. Salgın süresince, kamu hizmetlerimizde en ufak bir aksama yaşanmamasında son yıllarda büyük bir dikkatle E-devlet (Dijital Türkiye) çalışmalarına odaklanmamızın katkısı çok büyüktür. Cumhurbaşkanımızın liderliğinde dijitalleşme yolunda attığımız adımların önemini salgın döneminde net bir şekilde yaşayarak gördük.