İsrail’in kurulduğu tarihten beri ABD’den almış olduğu koşulsuz destek, başkanların hangi partiden olduğundan bağımsız olarak bir tabu gibi süregelmiştir. İsrail, bu aşkın destek sayesinde Filistin topraklarını -uluslararası hukukun aksi hükümlerine ve Birleşmiş Milletler’de alınan pek çok karara rağmen- 73 yıldır işgal altında tutmaktadır. Hem de işgalden kaynaklanan tüm insan hakları ihlalleri, insanlığa karşı işlenen suçlar ve savaş suçları inkar edilemez bir şekilde ortada dururken ve de bu işgal politikasını değiştirecek somut bir yaptırıma maruz kalmadan.
İsrail’in Dokunulmazlığının Sebebi
İsrail’in dokunulmazlık mitinin üretilmesine, ABD’nin uluslararası sistemdeki gücü ve etkisini kullanarak İsrail aleyhindeki kararları veto etmesi veya uluslararası toplumu İsrail’e karşı harekete geçmekten alıkoyması sebep olmuştur. Dolayısıyla bu irrasyonel durumun değişmesi için ya ABD’nin mevcut gücünü kaybetmesi ya da ABD kamuoyunun yönetimlerini bu değişikliğe zorlaması gerekmektedir. Mevcut konjonktürde ilk seçenek -en azından yakın gelecekte- olası görülmediğinden, olası bir değişiklik için ABD kamuoyunun harekete geçirilmesi daha makul bir seçenek olarak gözükmektedir. Ancak bu durumun çok iyi farkında olan İsrail, muhtemel bir değişikliğin kendisi için yıkıcı olacağını bildiğinden hem ABD’deki Yahudi lobisi hem de diğer diaspora örgütleri aracılığıyla yıllara sari olarak yaptığı çalışmalarla bu konunun tartışılmasını dahi engelleyecek mekanizmalar kurmuştur. Hatta işi öylesine ileri götürmüşlerdir ki, ABD’nin İsrail’e olan desteği sorgulanması dahi mümkün olmayan ahlaki ve vicdani bir sorumluluk olarak Amerikan halkına pazarlamıştır. İsrail’e yönelik en ufak bir eleştiri bile anti-semitizm olarak yaftalanarak muhataplar caydırılmıştır. Bu sayede siyasetten iş dünyasına, medyadan akademiye ve bürokrasiden sivil topluma kadar geniş bir yelpazede İsrail dokunulmaz, sorgulanmaz ve eleştirilmez hale gelmiştir.
Trump Dönemindeki Aşkın Destek
Bu sistematik çabaların bir sonucu olarak ABD’nin 45. başkanı olan Donald Trump, görev süresi boyunca (2017-2021) İsrail’in şimdiye kadar ki en önemli kazanımlarına kavuşmasına imkan sağlamıştır. Başta Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğuna dair kararı olmak üzere, Golan Tepeleri’nin İsrail toprağı sayılması ve Filistin yönetimine sağlanan ekonomik ve sosyal yardımların kesilmesi gibi kararlar ABD’nin o tarihe kadar ki taraflar arasındaki arabulucu olarak görülmesini sağlayan geleneksel politikalarını terk etmesi olarak yorumlanmıştır. Buna rağmen sözde Yüzyılın Anlaşması gibi garabet bir plan ortaya atılarak, Filistinlilerin son dayanak noktaları da ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Tüm gelişmeler mevcut BM kararlarına rağmen hatta bu kararlar yok sayılarak yapılmış ve dünyaya verilen mesajlarda da diğer ülkelerin de ABD’nin peşine takılarak bu gayri meşru kararları kabul etmeleri istenmiştir.
ABD’nin uluslararası sistemdeki gücüne rağmen birkaç küçük ülke hariç olmak üzere bu kararlar kabul görmemiş ve ABD’nin bu hukuksuz ve gayri ahlaki tutumu sorgulanmaya başlamıştır. Trump eliyle yürütülen yeni ABD politikaları her ne kadar İsrail’i sevindirse de kendi halkında da karşılık bulmamış ve Kasım 2020’de seçimler sonucunda Demokrat Parti adayı Joe Biden ABD’nin 46. başkanı olmuştur. Biden yönetimince açıklanan yeni döneme dair manifestoda, Trump’ın almış olduğu kararlar ve uygulamış olduğu politikalar nedeniyle bozulan ilişkilerin onarılacağı deklare edilmiştir. Bu kapsamda demokrasi, özgürlük ve insan hakları gibi değerlere bağlı kalınacağı ve ilişkilerin bu minvalde değerlendirileceği belirtilmiştir.
Biden Yönetiminin İsrail’e Bakışındaki Farklılık
Biden’ın koltuğa oturur oturmaz ilk iş olarak Trump döneminde imzalanan demokrasi ve insan haklarına aykırı olduğu değerlendirilen başkanlık kararnamelerini yürürlükten kaldırması hem ABD kamuoyunda hem de dünya genelinde büyük bir beklenti oluşmasına sebep olmuştur. Fakat Kaşıkçı cinayeti nedeniyle ABD’nin güvenlik ve istihbarat birimlerince hazırlanan raporda, Suudi veliaht prensinin olaydan doğrudan sorumlu olduğunun belirtilmesine rağmen ulusal çıkar gerekçesiyle konunun üzerine gidilmemesi, Biden yönetiminin de demokrasi ve insan hakları konusunda selefinden pek de farklı olmadığı şeklinde yorumlara sebep olmuştur. Buna mukabil NATO ve AB ile ilişkilerin onarılmaya çalışılması, çevre ve göç politikalarında daha insancıl tutum sergilenmesi ve salgınla mücadele kapsamında uluslararası iş birliği yapılmaya başlanması yeni yönetimin görece daha insancıl olduğu şeklinde yorumlanmasını sağlamıştır. Tüm bunların yanı sıra Biden yönetiminin, Filistin-İsrail sorununda da Trump’ın aksine Filistinlileri de hesaba katan bir yaklaşım sergilemesi İsrail’i tedirgin ederken Filistinlileri muhtemel bir çözüm için yeniden umutlandırmıştır.
Biden yönetimindeki Filistin-İsrail sorunundaki söylem değişikliğinin, Biden’ın İsrail’e değil mevcut Başbakan Netanyahu’ya mesafeli yaklaşmasından kaynaklandığı bilinmektedir. Zira kendisinin “eğer bölgede İsrail olmasaydı, ulusal çıkarlarımız için bizim bir İsrail meydana getirmemiz gerekirdi” şeklindeki açıklaması herkesin malumudur. Buna rağmen Netanyahu’nun Trump ile çok yakın bir ilişki tesis etmesi ve ABD-İsrail münasebetini partiler üstü konumdan sadece Cumhuriyetçi Parti’ye ve Trump’ın çevresine endekslemesi, Biden yönetiminin Trump ve onunla yakın ilişki içerisinde olanlara gösterdiği mesafeli yaklaşım kapsamında değerlendirilmesine yol açmıştır. Bu nedenle daha önceki ABD başkanlarının aksine Biden, görevi devraldıktan sonra uzun süre Netanyahu ile görüşmekten imtina etmiştir.
Nükleer Anlaşma Gerginliği
Ancak Biden yönetimi ile İsrail yönetimi arasındaki asıl gerginlik, ABD’nin 2018’de Trump’ın kararıyla çıktığı İran nükleer anlaşmasına tekrar katılacağına yönelik somut adımların ortaya çıkmasıyla yaşanmaya başlanmıştır. İsrail’in Biden yönetiminin fikrini değiştirmek için İran’a yönelik örtülü saldırılar düzenleyip manipüle etmesi ve İran’ın karşılık vermesini sağlayarak muhtemel anlaşmayı önlemeye çalışması da faydalı olmayınca, ABD’nin Filistinlilere yönelik pozitif ajandasını sabote etmekte de gecikmemiştir. Tam da ABD’nin salgınla mücadelede aşama kaydedip gözünü Ortadoğu’daki meselelere çevirdiği bir dönemde, ABD’nin nükleer anlaşmaya katılmasını engellemek için her türlü tedbire başvuracağını açıklayan İsrail, zaten sistematik olarak sürdürdüğü işgal politikasının araçlarını, ABD’nin bölgeye etkisini sınırlandırmak için kullanmaktan imtina etmemiştir. Bu kapsamda Kudüs’ün Şeyh Cerrah mahallesindeki Filistinli ailelerin evlerinden zorla çıkarılmasını önlemek için protesto gösterilerinde bulunmasını bahane eden İsrail güçleri, burada devam eden mücadeleyi gözlerden uzaklaştırmak için daha önceleri de yaptığı gibi Mescid-i Aksa’ya saldırarak Kadir Gecesi öncesi büyük bir tahrik planını devreye sokmuştur.
İsrail’in Saldırılarına Meşru Müdafaa Kalkanı
Gerek Şeyh Cerrah mahallesindeki Filistinlileri mülksüzleştirme girişimleri gerekse de Mescid-i Aksa’ya yönelik mütecaviz saldırılara bir karşılık olarak aralarında Hamas’ın silahlı kanadı Kassam Tugaylarının da olduğu Filistinli gruplar tarafından Gazze’den roketlerin fırlatılması sonrasında İsrail Gazze’ye yönelik orantısız bir saldırıya başlamıştır. Filistinlilere yönelik saldırılarını görmezden gelen İsrail, topraklarına atılan roketler nedeniyle meşru müdafaa hakkını kullandığını ileri sürerek büyük bir katliama imza atmıştır. Başlarda ABD yönetiminin de meşru müdafaa gerekçesiyle zımni olarak destek verdiği İsrail, tüm uyarılara rağmen saldırılarına devam etmiş ve 11 günlük saldırıların sonunda aralarında 100’ün üzerinde kadın ve çocuğun olduğu 243 Filistinliyi katletmiştir.
Ateşkesin Perde Arkası
İsrail’in, Hamas’ın askeri kapasitesine ziyadesiyle zarar verildiği ve hedeflere ulaşıldığı gerekçesiyle ateşkes ilan etmesinin ardında başka gerekçeler de bulunduğu değerlendirilmektedir. Bunların başında; ilk defa Hamas’tan bu boyutta bir direniş ve karşı saldırıyla karşılaşması gelse de İsrail vatandaşı olan Filistinlilerin de protestolara katılarak yaşadıkları şehirlerde otoriteye baş kaldırmaları da etkili olmuştur. Daha önceki saldırılarda sadece Hamas’la uğraşmak durumunda olan İsrail bu sefer nerdeyse tüm Filistinlilerin karşı çıkışıyla karşılaşmıştır. Ayrıca her ne kadar Arap ülkeleri sessiz kalsa da Türkiye’nin bölgedeki medya kuruluşları aracılığıyla İsrail vahşetini tüm dünyaya servis etmesi üzerine küresel ölçekte bir tepki ortaya çıkmıştır.
ABD Kongresinde Yükselen İsrail Karşıtlığı
İsrail için bu tepkilerin en belirleyici olanları kuşkusuz ABD’den gelenler olmuştur. Zira şimdiye kadar kendini en güvenli hissettiği yer olan Amerikan kongresinde yapılan konuşmalarda İsrail’e yönelik şiddetli eleştiriler getirilmiş, ABD’nin koşulsuz İsrail desteği ilk kez ciddi şekilde sorgulanmıştır. Aralarında Filistin asıllı Rashida Tlaib ile kongrenin diğer Müslüman üyesi olan Somali asıllı Ilhan Omar ve Alexandria Ocasio-Cortez’ın başını çektiği bazı Demokrat Partili kongre üyeleri yaptıkları konuşmalarda İsrail’in katliamlarını kınayarak, ABD’nin İsrail’e yaptığı yardımların kesilmesini ve silah satışlarının iptal edilmesini talep etmişlerdir. Demokrat Parti’nin başkan adaylarından olan senatör Barnie Sanders senatoya sunduğu kanun tasarısında İsrail’e silah satışının sonlandırılmasını veya koşula bağlanmasını önermiştir. Ayrıca 28 demokrat senatör yayınladıkları bildiride İsrail’in derhal saldırıları sonlandırmasını ve insan haklarına saygı göstermesini talep etmişlerdir.
İsrail’in kongredeki en sıkı destekçilerinden olan senatör Bob Menendez bile yaptığı konuşmalarda İsrail’in meşru müdafaa hakkını teslim etmekle birlikte Gazze’de sivilleri katletmesini eleştirerek demokrasi ve insan haklarına riayet edilmesi konusunda uyarmıştır. Bu gelişmeler üzerine kongrenin dış politika komisyonu üyeleriyle acil olarak toplantı yapan önde gelen Yahudi lobi kuruluşu AIPAC yükselen tepkileri yatıştırmaya çalışmıştır. Ancak İsrail’in Gazze’de yüksek katlı binaları, BM ajanslarına ve bazı medya kuruluşlarına ait binaları hedef alması nedeniyle tepkilerin çığ gibi büyümesine engel olamamıştır. ABD’deki Filistinli diaspora kuruluşları ile bazı liberal Yahudi örgütlerinin de iş birliği yapması sayesinde büyük şehirlerde yapılan gösterilere yüzbinlerce kişi katılmış ve İsrail protesto edilmiştir. ABD yönetiminin BM Güvenlik Konseyi’nde derhal ateşkes yapılmasını öngören tasarıları veto etmesi ve sonuna kadar İsrail’in arkasında durarak daha fazla can kaybına yol açması üzerine eleştiriler artmış ve bunun üzerine Biden ve Dışişleri Bakanı Blinken tarafından da İsrail’e yönelik sert tonlarda ateşkes çağrıları yapılmıştır. Nihayetinde Türkiye’nin girişimleriyle toplanan BM Genel Kurulu’nun Güvenlik Konseyi’nin vetosunu aşmak için “Barış için Birleşme” gibi nadir başvurulan bir yönteme başvurma ihtimalinin ortaya çıkması üzerine 21 Mayıs 2021, 02.00’den geçerli olmak üzere ateşkes ilan etmiştir.
Biden Yönetiminin Samimiyet Testi
Ateşkese rağmen ABD kongresindeki ve kamuoyundaki İsrail kızgınlığı geçmemiş ve yapılan açıklamalarda sürecin hassasiyetle takip edileceği belirtilmiştir. İsrail’in Filistinlilere yönelik saldırıları ve katliamları şimdiye kadar medya gücüyle karartılmış olsa da artık mızrak çuvala sığmamakta ve İsrail mezalimini gizleyememektedir. Birkaç Avrupa başkentinin desteğini saldırılarını meşrulaştırmak için kullanan İsrail’in, bu ihlallerine devam etmesi halinde ABD kongresindeki desteğini kaybetmesi işten bile değildir. Böyle bir durumda İsrail’in insan hakları ihlallerinden kaynaklanan kabarık sicilinin hesaba çekilmesi mümkün hale gelecek ve şimdiye kadar ki uluslararası hukuktan mahfuz statüsünü kaybedecektir. Bununla ilişkili olarak Biden yönetiminin de göreve geldiğinde açıkladığı manifestosunda olduğu gibi demokrasi, özgürlük ve insan hakları konusundaki en önemli sınavı İsrail’in suçlarını daha fazla örtüp örtmeyeceği hususunda olacaktır. Zira Biden yönetimi için bir tarafta evrensel insan hakları ve uluslararası hukuk dururken diğer tarafta ise tüm bunları hiçe sayan İsrail bulunmakta ve İsrail ile bu koşullarda ne şekilde bir ilişki tesis edileceği onlar için bir samimiyet testi olarak algılanmaktadır.