Milletin destansı bir direnişle ülkeyi uçurumun eşiğinden kurtardığı 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden sekiz yıl geçti. Bu hadiseye ve arkasındaki FETÖ’ye dair çok şeyler yazıldı, anlatıldı. Bu sebeple burada yaşanan olayları tekrar adli/kriminal boyutuyla ele alacak değilim. Daha geniş bir pencereden, neyi neden yaşadığımızı açıklamaya çalışacak, bu çerçevede önümüzdeki yıllar için güvenlik, demokratikleşme ve hukuk alanında halihazırda gerçekleştirilmiş veya gerçekleştirilmesi gereken yapısal reformlara değineceğim.
15 Temmuz 2016 FETÖ tarafından yapılması bir kenara, öncelikle bir askeri darbedir ve bize 1990’lar ve 2000’ler boyunca gerek hukuki düzlemde gerekse sosyal ve siyasal bilinç bakımından elde edilen demokratik ilerlemeye rağmen Türkiye’de hâlâ bir darbenin gerçekleşebildiğini göstermiştir. Dolayısıyla arkasında kült bir terör örgütlenmesi olsa da 15 Temmuz’a her şeyden önce bir askeri darbe olarak bakmak gerekir.
Bir Askeri Darbe Olarak 15 Temmuz
Yapılması gereken ilk tespit Türkiye’deki anayasal sistemin siyasal istikrarı yok edecek bir askeri darbeyi engelleyemediğidir. Peki neden? Esasen bu sorunun cevabı, 15 Temmuz sonrasında atılan tarihi denilebilecek sivilleşme adımlarında saklı. Yani silahlı kuvvetleri tam manasıyla sivil demokratik kontrole açacak reformları hayata geçirmek 2016 öncesi Türkiye’sinde büyük oranda mümkün değildi. 2016’ya kadar olan demokratikleşme girişimleri daha ziyade askeri vesayet olarak tarif edilen ordunun siyasal alana taşan nüfuzunu ortadan kaldırmaya yoğunlaşmıştır. Seçilmiş siyasi iradenin kendi alanını gasp eden bir otoriteyi tasfiye etmeyi önceliklendirmesi de gayet tabiidir.
Örnek vermek gerekirse 2001-2016 arasında MGK’nın kompozisyonundaki sivil üye oranı artırılmış, kararlarının hükümet üzerindeki etkisi zayıflatılmış ve sivilleri bile yargılayabilen askeri yargının görev alanı daraltılmıştı. Bunlar daha çok askerin siyasal süreçlerdeki etkisini ortadan kaldırma amacı taşıyan ve o tarihler için son derece kıymetli fakat yeterli olmayan düzenlemelerdi.
Dolayısıyla aşağıdaki tabloda örneklenen sivilleşme reformları aslında bir yönüyle de çok yakın zamana kadar Türkiye’de iktidar olgusunun büyük ölçüde askerler ve siviller arasında paylaşıldığını diğer bir ifadeyle kaynağını halktan almayan bir iktidarın askeri bürokrasi tarafından vesayet mekanizmaları ile kullanıldığını gösteriyor. MGK genel sekreterinin yalnızca askerler arasından ve genelkurmay başkanının önerisi üzerine atanabildiği, MGK Genel Sekreterliği temsilcisinin sinema ve müzik eserlerinin yasaya uygunluğunu denetlemek üzere Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde kurulan denetleme kurulunun üyesi olduğu, eğitimi ve öğretimi yapılacak yabancı dillerin tespit edilmesi için MGK’nın görüşünün alınmasının gerektiği, Genelkurmay Başkanlığı’nın YÖK’e üye seçtiği ve MGK Genel Sekreterliği’nin RTÜK üyeliğine aday gösterme yetkisinin olduğu bir atmosferden söz ediyoruz.
Kendilerine “devletin kurucusu, koruyucusu ve kurtarıcısı” misyonu yükleyen bir kısım askeri elitlerin ordunun idare içindeki özerk konumunu ısrarlı bir şekilde savunması, seçilmiş hükümetle karşı karşıya gelmekten çekinmemesi ve gerektiğinde bunu 28 Şubat ve 27 Nisan örneklerinde görüldüğü gibi pratiğe dökmesi TSK’daki müfredat, eğitim, ölçme ve değerlendirme sistemi, öğrenci ve personel kabulü, tayin, terfi ve disiplin işlemleri gibi “dokunulmaz” alanların sivil demokratik denetime açılmasına izin vermemişti.
15 Temmuz sonrasında ise halkın iradesinin gasp edilmesine yeter artık dercesine gösterdiği direnişin oluşturduğu iklimde AK Parti hükümeti ve Meclis çoğunluğu, Cumhuriyet tarihinin en büyük sivilleşme dalgasına imza atabildi. Askeri otonomi yerini sivil denetim konseptine bırakırken askeri eğitim ve sağlık sistemi, personel ve disiplin rejimi, kurumsal yapı ve organizasyonda demokratik irade belirleyicilik kazandı. (Üstelik tüm bunlar yapılırken TSK’nın muharebe etkinliğinin güçlendiğini yapılan sınır ötesi ve deniz aşırı harekatlardaki başarılardan görmek mümkün.)
Şüphesiz bunlar tarihi nitelikteki girişimlerdir. Ancak siyasal alanının sivilleşmesi ve TSK’nın sivil kontrolüne yönelik adımlardan taviz verilmemesi, çoğulcu demokrasi ve hukuk devletinin güçlendirilmesi, yasama organının güvenlik sektörünün denetiminde daha etkin olması ve toplumsal barışın tahkimi elde edilen kazanımların kalıcı hale gelmesini sağlayacaktır.
Bir Milli Güvenlik Tehdidi Olarak Din İstismarı
15 Temmuz’a dair üzerinde önemle durulması gereken bir diğer husus ise darbe girişiminin TSK içinde yapılanan ve dini istismar eden bir terör örgüt tarafından yapıldığının adli makamlarca açığa çıkarılmış olmasıdır. Dolayısıyla din istismarı, sosyal bir problem teşkil ettiği kadar büyük bir milli güvenlik sorunu olarak da karşımıza çıkıyor.
Dinin radikal örgütlerce istismarı ile çarpıtılarak eleman devşirmek ve doktrinasyon aracı olarak kullanılmasını engellemek için sahih dini bilgi ve yorumun aktarılmasını temin edecek eğitim ve din hizmetlerine ilişkin kurumsal yapıların güçlendirilmesi, sivil din ve inanç topluluklarının özgür ve şeffaf biçimde faaliyet göstermesi ve fakat kamu düzeni ve milli güvenlik boyutlarıyla denetlenmesi gerekir.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir husus da laikliği otoriter değil özgürlükçü bir anlayışla uygulamanın önemidir. Gerçekten son on beş yıla kadar Türkiye’de laikliğin iki boyutundan yalnızca din ve devlet işlerinin ayrılığı bir ölçüde ön planda tutulmuş, din ve vicdan özgürlüğü boyutu ise çeşitli saiklerle ihmal edilmişti. İbadet özgürlüğü ve dinin kamusal görünürlüğü, başkalarının hak ve özgürlüğüne ve kamu düzenine aykırılık teşkil etmese de bizatihi iktidar sahipleri tarafından hoyratça ihlal edilmiştir. Oysa başka bir laikliğin de mümkün olduğu Batı demokrasilerine bakılarak da görülebilir.
Devletin dinle çatışmadığı, dini özgürlükleri mümkün olduğunca tanıdığı ve güvence altına aldığı demokratik rejimler özgürlükçü bir laikliği hayata geçirirken sosyal barışı daha kolay temin edebildiler. İronik biçimde Türkiye’deki otoriter laiklik uygulaması, şeffaflığı baskılamak ve istismar zemini doğurmak suretiyle en çok radikal yapılara hizmet etmiştir.
Bununla birlikte otoriter laiklikten özgürlükçü laikliğe geçişte önemli mesafe katedildiği de görülüyor. Başörtüsü serbestisi ve dini inanca dayalı ayrımcı uygulamaların kaldırılması göz ardı edilemeyecek gelişmeler. Ancak din ve inanç topluluklarının sivil toplumun bir parçası olarak serbestçe örgütlenmesi diğer taraftan devlet otoritesi tarafından milli güvenlik, kamu düzeni ve başkalarının hak ve özgürlüklerini korumak için etkin şekilde denetlenmesi elzemdir. Dolayısıyla benzeri tehlikelerle karşılaşmamanın yolu daha fazla özgürlükten ve etkin bir kamu denetiminden geçiyor.
TSK’nın sivil demokratik kontrolünü pekiştirecek ve Türk halkının asırlardır milli kimliğinin bir parçası haline getirdiği dini alanın istismar edilerek ulusal güvenlik tehditlerine dönüşmesini engelleyecek düzenlemeler için nihai adres ise Türkiye’yi herkesin kendisini ait hissedeceği yeni bir sosyal sözleşmeye kavuşturacak bir anayasadır.