Kriter > Dosya > Dosya / Filistin |

Filistin-İsrail Sorunundaki Son Gelişmelerin Bölgesel ve Küresel Etkileri


Öncelikle, Filistin-İsrail sorunundaki dengeler değişti. Filistinli aktörlerin vurucu ve caydırıcı gücünü gören İsrail yönetimi, insan haklarını ve uluslararası hukuk ilkelerini çiğneyerek pervasız bir şekilde şiddetli ve orantısız bir karşılık verdi. Bu topyekun saldırının da sorunu çözemeyeceğini gören İsrail, bir süre sonra bir “karşı taraf”ın varlığını kabul etmek zorunda kalacaktır.

Filistin-İsrail Sorunundaki Son Gelişmelerin Bölgesel ve Küresel Etkileri
İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarına tepki için Washington DC’deki Capitol Binası yakınlarında protesto gösterisi düzenledi. Birçok savaş karşıtı Yahudi grup da eyleme katıldı. (Celal Güneş/AA, 19 Ekim 2023)

HAMAS’ın 7 Ekim’de İsrail’e karşı Aksa Tufanı operasyonu, pek çok bakımdan büyük sürpriz ve aynı zamanda hem Filistin-İsrail sorunu hem de bölgesel gelişmeler bağlamında önemli bir kırılma noktası oldu. Bu yazıda önce HAMAS’ın saldırısının ne anlama geldiği ve nasıl gerçekleştiği ile ilgili kısaca bilgi verilecektir. Daha sonra ise bu saldırının Filistin-İsrail sorunundaki etkileri üzerinde durulacaktır. En sonda ise Filistin’de yaşanan bu gelişmelerin, bölge ve küresel siyaset üzerindeki muhtemel etkileri tahlil edilecektir.

 

Aksa Tufanı Operasyonu

Öncelikle, HAMAS’ın İsrail’e yönelik bu saldırısının, son gelişmeler silsilesini başlatan olay olmadığını ifade etmek lazım. HAMAS’ın yönetmeye çalıştığı Gazze Şeridi, Birleşmiş Milletler kararlarına ve uluslararası hukuk ilkelerine göre, 1967’den beri İsrail’in işgali altında bulunan Filistin toprağıdır. Ancak, 2006’dan beri sürekli bir şekilde İsrail’in doğrudan ve dolaylı saldırılarına maruz kalmaktadır. İsrail yönetimi, Gazze Uluslararası Havalimanı dahil Gazze’nin bütün hava, deniz ve kara bağlantılarını keserek, dünyadan tecrit etti. İnsanların ve malların dolaşımına engel olarak, bölgeyi bir açık hava hapishanesine dönüştürdü.

İsrail yönetimi uzun süredir, Gazze halkını ağır yaptırımlara maruz bırakarak cezalandırmakta, Filistin halkının geneline ve özellikle Gazze’deki halka yönelik kapsamlı ve sistematik bir yıpratma savaşı sürdürmektedir. Bilhassa Arap isyanları ve devrimleri sürecinden sonraki dönemde, Filistin halkına ve topraklarına yönelik daha çok tek yanlı politikalar geliştirdi. Arap milliyetçiliğinin taşıyıcısı olan görece daha güçlü rejimlerin yıkılmasıyla birlikte, “Filistin davası”, Arap dünyasındaki anlamını ve önemini yitirdi. İsrail, tarihindeki en rahat dönemlerinden birini yaşadı.

Ancak, İsrail yönetimi bu zaman diliminde ortaya çıkan fırsatları değerlendirmek şöyle dursun; tam aksine bu zaman diliminde ortaya çıkan güç boşluğunu istismar ederek, Filistin-İsrail sorununu daha da çözülemez hale getirdi. ABD hükümetinin de desteğini arkasına alarak istediği şartları bölge devletlerine empoze etti ve kendi şartlarına uyanlarla ilişkilerini normalleştirme yoluna gitti. Özellikle Trump yönetimi döneminde, ABD’nin himayesinde geliştirilen sözde “asrın antlaşması” ve bazı Arap devletleriyle imzalanan “İbrahim Antlaşmaları”, bu tek yanlı sürecin önemli gelişmeleri olarak kayda geçtiler. Doğal olarak “karşı taraf” ile yürütülen gerçek müzakerelerin sonucunda değil, İsrail ile ABD’nin menfaatlerinin temsil edildiği yarıda kalmış tek yanlı projeler olarak kaldılar.

Yakın dönemde yaşanan güç boşluğu döneminde, dünyanın başka yerlerinden Filistin’e getirilip, Filistinlilerin evlerine ve topraklarına yerleştirilen işgalci akımı, Filistinlilerin günlük bazdaki insan ve toprak kaybı, yoğunlaşan insan hakları ihlalleri ve Filistin halkına yönelik baskılar, 7 Ekim’deki “patlama”ya yol açtı. Diğer bir ifadeyle, İsrail’in Filistin halkına yönelik insansızlaştırma, topraksızlaştırma ve devletsizleştirme politikalarının bütün hızıyla devam etmesi, HAMAS’ın son saldırısının temel nedenleri olarak gösterilebilir. Bütün bu yerel ve bölgesel gelişmeler, Ortadoğu’daki güç dengesini derinden sarstı.

Bu girizgahtan sonra, HAMAS’ın 7 Ekim’deki saldırıları ile İsrail’in bu saldırıya verdiği orantısız cevabın kısa bir analizi yapmak mümkündür. Öncelikle, bu kadar geniş ölçekli bir saldırı ancak uzun süreli bir planlama ve stratejinin ürünü olabilir. Öyle anlaşılıyor ki HAMAS uzun süredir bu tür bir saldırı üzerinde çalışmaktaydı.

Öte yandan, HAMAS’ın bir İran vekil (proxy) örgütü olmadığının altını çizmek gerekir. Hatta, HAMAS ile İran, Arap isyanları ve devrimleri döneminde pek çok konuda ayrıştılar. Özellikle İran’ın ve vekil aktörlerinin Suriye, Yemen ve Irak’ta masum Sünni Müslümanları hedef alarak öldürmesi üzerine HAMAS, İran’dan soğumuş ve uzaklaşmıştı. Ancak, İsrail her iki aktör için de düşman olunca, iki aktör aynı noktada buluşabilmektedirler. Müslüman Kardeşler geleneğinden gelen ve bağımsız çıkarları ve amaçları bulunan bir Sünni ve Arap aktör olan HAMAS’ın İran’dan yardım aldığı doğru, ancak talimat aldığı doğru değildir.

İkinci olarak, anlaşılıyor ki İsrail farklı nedenlerle, HAMAS’ın gücünü hafife almıştır. İsrail’in düşüncesine göre, Arap isyanları sonrası dönemde, Filistinlilere yardım edecek Arap devleti kalmamıştı. Diğer taraftan, Filistin davasına gönül veren Arap dünyasındaki hemen tüm aktörler ve hareketler, Arap rejimleri tarafından bastırılmış durumdaydı. İlaveten, İsrail yönetimi bütün Gazze’nin etrafına yüksek bir güvenlik duvarı da örmüş ve dünyadan soyutlamıştı. Son saldırı, İsrail’in yanlış hesap yaptığını gösterdi.

Üçüncü olarak, “el-Aksa Tufanı” adı verilen bu saldırı, tarih boyunca İsrail’e karşı gerçekleştirilen en büyük ve etkili saldırı oldu. HAMAS ve diğer Filistinli aktörlerin güçlerini ve caydırıcılıklarını gösteren bu saldırı, İsrail’in yenilmezlik, dokunulmazlık efsanesini yerle yeksan ederek İsrail’e tarihindeki en büyük askeri, siyasi ve psikolojik hasarı verdi.

Dördüncüsü, son saldırı ile birlikte İsrail ile ABD’nin birlikte ve ayrı ayrı attığı tek yanlı adımların, Filistin topraklarındaki sorunları çözemeyeceği anlaşıldı. “Karşı taraf”ın endişelerini ve beklentilerini de dikkate almaları gerektiğini öğrenmişlerdir. Mesela, ABD’nin birleşik Kudüs şehrinin İsrail’in başkenti olduğunu ve İsrail’in 1967’den beri işgal altında tuttuğu Suriye toprağı olan Golan Tepelerinin ilhak kararını tanıdığını ilan etmesi, BM’nin ilgili kararlarına, uluslararası normlara ve uluslararası hukuk ilkelerine aykırıdır. İki ülke de uluslararası hukukun temel ilkelerini ihlal ederken, uluslararası kamuoyunun kahir ekseriyetini kendine yabancılaştırıyor ve kendinden uzaklaştırıyor.

Almanya Başbakanı Olaf Scholz, Binyamin Netanyahu ile Tel Aviv'de
İsrail'i ziyaret eden Almanya Başbakanı Olaf Scholz, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile Tel Aviv kentinde bir araya geldi. (Kobi Gideon (GPO)-Handout/AA, 17 Ekim 2023) 

 

Son Gelişmelerin Bölgesel ve Küresel Etkileri

Öncelikle, Filistin-İsrail sorunundaki dengeler değişti. Filistinli aktörlerin vurucu ve caydırıcı gücünü gören İsrail yönetimi, insan haklarını ve uluslararası hukuk ilkelerini çiğneyerek pervasız bir şekilde şiddetli ve orantısız bir karşılık verdi. Bu topyekun saldırının da sorunu çözemeyeceğini gören İsrail bir “karşı taraf”ın varlığını kabul etmek zorunda kalacaktır. Caydırıcılığın etkilerinden biri olarak Filistin topraklarına yönelik Yahudi göçünün en azından azalması beklenmeli.

İkinci olarak, HAMAS saldırısı sonrasındaki İsrail karşı saldırıları, Ortadoğu’daki normalleşme sürecini akamete uğrattı. Arap devletlerindeki yönetimler, Arap sokaklarından yükselen İsrail karşıtı tepkilere kayıtsız kalamazlar. Arap halkları, eğer gerekli tedbirleri almazlarsa, ki alamayacaklardır, normalleşme sürecinin sona erdirilmesi yönünde kendi yönetimlerine baskı uygulayacaklardır. Öte yandan, İsrail’e verdikleri koşulsuz destek Batılı devletlerin bölgedeki normalleşme sürecinden rahatsız olduklarını göstermektedir. Yüz elli yıldır bölgedeki tüm gelişmeleri kontrol etmeye çalışan Batılı devletler, bölge devletlerinin bağımsız siyaset yapmalarını ve bölgeye siyasi istikrar ile ekonomik kalkınma hamlelerinin başarılı olmasını istememektedirler. Çünkü bölgede siyasi karışıklık ve fakirlik devam ettiği sürece bölge ülkeleri Batılı devletlere bağımlı kalmaya devam edecektir.

Üçüncü olarak, İsrail’in Filistin halkına ve İslam’ın ve insanlığın değerlerine ve sembollerine yönelik bu pervasız saldırıları tüm Müslüman kesimlerini bir araya getirdi ve geçici de olsa Sünni-Şii gerginliğini ortadan kaldırdı. Mesela, İsrail’in kitle katliamları üzerine toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı toplantısına katılan Suudi ve İranlı bakanlar, ayrıca konuyu kendi aralarında istişare edip ortak tavır belirlemeye çalıştılar. Arap isyanları ve devrimleri sonrası, süreçte keskin bir biçimde yaşanan Sünni-Şii çatışması özellikle Mescid-i Aksa’ya ve Müslüman Filistin halkına yönelik saldırılar karşısında ikinci plana itildi.

Dördüncü olarak, son İsrail saldırıları dünya kamuoyunu keskin bir şekilde cephelere ayırmıştır. Bu gelişmeler karşısında hemen tüm Batılı devletler, İsrail’e yalnız olmadığını ve tüm imkanlarıyla İsrail’in yanında olduğunu söyleyerek yanlı tutumlarını ilan etmelerine karşılık, Hindistan hariç hemen bütün Batı dışı ülkeler, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi çağrısında bulunarak, daha dengeli ve daha tarafsız açıklamalar yaptılar. Filistin-İsrail sorunu, son dönemde oldukça belirgin bir hâl alan Batı ile Batı dışı dünyalar arasındaki gerilimi arttıran en önemli konulardan biridir. Bu gidişle, İsrail’in yayılmacı ve orantısız şiddet politikaları ile insan hakları ihlalleri, Batılı devletlere giderek daha fazla maliyet üretecektir.

HAMAS saldırılarının ilk saatlerinden itibaren İsrail’e destek açıklamaları yapan Batılı devletler; askeri, siyasi, ekonomik, akademik ve medyatik imkanlarını seferber etmeye hazır olduklarını ifade ettiler. ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi hiçbir büyük Batılı devlet Filistinlilere yönelik gerçekleştirilen kitlesel katliamlardan İsrail hükümetini sorumlu tutmadı. Ancak, sürekli HAMAS’ı hedef tahtasına koymak isteyen İsrail ve Batılı destekçileri, çok iyi biliyorlar ki İsrail’in Filistinlilere yönelik şiddeti HAMAS ile başlamadı. Batı, yaklaşık yüz yıllık bir süreden beri Filistinlilere her türlü mağduriyeti yaşatan İsrail’in tek yanlı ve baskıcı politikalarının arkasında durmuştur. Bundan dolayı, İsrail’in yanında Batılı devletler de bugün Filistinlilerin maruz kaldığı bütün bu zulümden ve Filistin topraklarında işlenen suçlardan eşit derecede sorumludur.

Beşinci olarak, İsrail’e verdikleri koşulsuz destek dolayısıyla, Batılı devletler İsrail’in Filistin topraklarında işlediği suçların cezasını az ya da çok çekeceklerdir. Bir kere, Batılılar dünyanın geri kalanına karşı ahlaki söylem üstünlüklerini büyük ölçüde kaybettiler. Batının, bir türlü normal bir devlet gibi davranmak istemeyen İsrail’e desteği devam ettiği sürece kimseye karşı evrensel ahlaki değerler, uluslararası normlar ve uluslararası hukukun ilkelerini ileri süremez.

Ayrıca, Batının siyasal söylemi ile sahada uygulanan politikası arasındaki çelişkiler, Batının güvenilmez bir güç olduğunu ortaya koymaktadır. Bundan dolayı, Batı dışı devletler Batının politikalarını takip etmek istemezler. Mesela, dünyanın büyük çoğunluğu Rusya-Ukrayna Savaşı’nda Batılı ülkelerle aynı noktada buluşamadı. Filistin’de işgale karşı çıkmayan devletlerin Ukrayna’da işgale karşı çıktıklarını iddia etmenin diğer aktörler nezdinde pek bir hükmü olmuyor. Her iki yerdeki farklı tutumun, farklı çıkar beklentilerinin bir sonucu olduğunu herkes takdir etmektedir.

Altıncı olarak, Batılı devletlerin Müslüman Filistinlilere yönelik katliamlara ve İslam dininin sembollerine yönelik saldırılara destek vermesi, Müslüman ülkelerdeki Batı karşıtlığını çok daha fazla arttıracaktır. Müslüman ülkelerin caydırıcı güçlerinin artması ve Batı dışı güçlerin uluslararası güç dengelerindeki yükselişi ile birlikte Batı karşıtlığının Batıya maliyeti giderek artacaktır. Bu son gelişmelerden sonra, Ortadoğu’dan çekildiği düşünülen ABD, İsrail tarafından yeniden Ortadoğu bölgesine çekildi. Amerikan savaş gemilerinin bölgeye yönlendirilmesi, ABD için birincil küresel tehdit kaynağının Ortadoğu olduğu anlamına gelir.

Yedinci olarak, Batının İsrail’e verdiği koşulsuz destek ve Batıda yükselen İslam düşmanlığı birlikte düşünüldüğünde İsrail’in Batıyı Müslüman devletler ve halklarla bir “yıpratma savaşı”na soktuğu söylenebilir. Öyle görünüyor ki medeniyetler arasındaki çatışmaları artıracak olan bu bir “kaybet-kaybet savaşı” olacaktır. Yeni dönemde Müslüman ülkeler artık Batılı devletleri bölgesel krizlerde arabulucu olarak kabul etmeyeceklerdir. Mesela, yakın zamanda İspanya’nın Granada kentinde yapılması düşünülen Azerbaycan-Ermenistan barış görüşmeleri, Azerbaycan’ın Fransa’nın arabuluculuk sıfatını kabul etmediği için yapılamadı. Farklı bir örnek olarak, Batılı bir devlet değil Çin, Ortadoğu’nun en etkili iki devleti olan İran ile Suudi Arabistan arasında arabuluculuk yaptı.

Sonuç olarak denilebilir ki İsrail’in Filistinli Müslümanlara yönelik orantısız güç kullanımı ve baskıcı politikaları devam ettiği sürece ne Ortadoğu siyaseti normalleşebilir ne de uluslararası sistemdeki tıkanıklık giderilebilir. Uluslararası normların, uluslararası kurumların kararlarının ve uluslararası hukukun ilkelerinin etkili kılınması için İsrail’in tek yanlı ve saldırgan siyasetinin terk edilmesi ve Batının da İsrail’e verdiği açık çeki geri alması gerekmektedir.

 


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası