İnsan ile kültür arasında üretim-tüketim ilişkisi bağlamında varoluşsal bir çizgi bulunur. 21. yüzyılda ulusal iktidarların yanında özel sektörün, sivil toplum kuruluşlarının, belediyelerin ve benzeri birçok aktörün kültür politikalarına yön vermeye çalıştığı açıktır. Bu yönüyle kültür genel anlamda politik içeriğiyle gündeme gelir. Türkiye’de kültür politikalarının dönemsel etkilere maruz kalarak politikleşmesi, bu tespiti doğrular niteliktedir. Örneğin tek parti iktidarında ulusal bir kültür politikası meydana getirme hedefiyle kurucu kadrolar; Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Halkevleri ve Köy Enstitüleri gibi devletin resmi organları aracılığıyla “yeni” bir toplumsal kimlik arayışındadır. Çok partili siyasal hayata geçilen dönemde, “kültürel haklar” anayasal çerçevede yorumlanır ve 1961 Anayasası’nda yer alır. Ancak bu konudaki asıl dönüm noktası 1971’de kurulan Kültür Bakanlığı olacaktır. 1980 sonrası dönemde ise serbest piyasa ekonomisinin temel dinamikleri gelişmeye başlar. Kültürel alanın bu dinamiklerden uzak kalması olanaksızdır ve kültür endüstrisine yönelik ilk işaretlerin bu süreçte görülmesi kayda değerdir.
Türkiye’de kültür politikalarına yönelik kurumsallaşma çabaları, AK Parti’nin tek başına iktidara geldiği 2002’den itibaren ivme kazanır. Bu noktada özel sektör kültür yatırımlarının giderek artan oranda teşvik edilmesi, 2013’te Avrupa Konseyi’ne sunulan Türkiye Kültür Politikaları Ulusal Raporu ve 2018’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilmesiyle birlikte oluşturulan “Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu” gibi gelişmeler, kurumsal açıdan önemli hamleler olarak karşımızdadır. Zira bu gelişmeler ekseninde, Türkiye kültür endüstrisi büyüyen yapısıyla, toplum-sanat ilişkisini dönüştürmüştür. Son tahlilde özelleştirme hamleleriyle birlikte devletin kültürel alandaki teşvik edici/destekleyici konumu bir sivilleşme reformu olarak okunabilir. 2002-2023 arasını kapsayan dönemde kültür politikalarına yönelik dönüşümü ve Türkiye Yüzyılı’nda konu özelindeki beklentileri analiz edebilmek için ise tarihsel bir sorgulama girişimi ufuk açıcı olabilir.
Politik Araç Olarak Kültür: Kısa Bir Tarihsel Sorgulama
Erken Cumhuriyet döneminde siyaseti ve toplumsal hayatı biçimlendirmek için kültür-sanat alanı, kurucu kadro tarafından dönüşüm paradigmasının merkezine çekilir. Bu süreçte, kültür ve sanat yalnızca estetik bir konu olarak ele alınmamış, modernleşme politikaları bağlamında inkılapların halka benimsetilmesi için ideolojik ve didaktik işlevleriyle de yorumlanmıştır. Batı’da 18. yüzyılın sonundan itibaren “demokratikleşerek” toplumla bütünleşen edebiyat, opera, tiyatro ve müzik gibi türlerin Türkiye’de böyle bir tarihselliği deneyimlemeden, devlet politikasıyla var edilmeye çalışılması, kültürel mirasın yorumlanması konusunda ciddi gerilimler meydana getirmiştir. Sonuç itibariyle tek parti döneminde ortaya konan politik tahayyül, aydın-asker-bürokrat elitleriyle geliştirilen kültür politikalarının yeni bir kimlik inşası için kullanıldığını göstermektedir. Haliyle kültür-sanat alanında, iktidarın hamilik sıfatını üstlenmesi şaşırtıcı değildir. Buna karşılık İkinci Dünya Savaşı’nın akabinde Türkiye kültür ve sanat alanında yeni arayışların ortaya çıkışına sahne olacaktır.
27 yıllık tek parti dönemini sona erdiren Demokrat Parti’nin kesintisiz bir şekilde iktidarda kaldığı 1950’lerde şehirleşme oranındaki artış ekseninde Türkiye’de yeni bir kültür formu belirir. Türkiye’de 1950’lerde başlayan ve 1970’lerde ivmelenen iç göç hareketleriyle toplumsal yapı sosyokültürel parametreler de değişir. Nitekim kültürel bir çoğullaşmanın yaşandığı 1980’lerde sinemaya, tiyatroya, müziğe ve sanatın diğer alanlarına yönelik artan etkinlik programı, dönemin kültürel ruhuna işaret eden örnekler sunar. 1990’lara gelindiğinde ise Türkiye siyasetinde beliren politik istikrarsızlıklar, ekonomik krizler ve askeri müdahaleler, sürdürülebilir kültür politikalarının takip edilmesini engeller. Bu süreçte, kültür politikalarını şüphesiz etkileyen bir modern-geleneksel, batılı-yerli ikilemi de söz konusudur.
Kültürel alandaki modern-geleneksel ya da batılı-yerli politik açılımlar, 1990’lardan itibaren Türkiye kamuoyunun önemli gündem maddeleri arasında yerini alır. Kültürel hegemonya kavramsallaştırmasını kullanmakta beis görmeyeceğimiz bu tartışmalar, 2000’lerden sonra hem iktidar pratiklerinde hem de belediyeler bünyesinde bir adım ileriye taşınacaktır. Son tahlilde Türkiye’nin değişen ve dönüşen sosyokültürel yapısıyla AK Parti ile girdiği yol, ilerleyen satırlarda görüleceği gibi, daha cüretkar bir kurucu irade ile piyasa merkezli bir kültürel hareketin buluşmasını sağlayacaktır.
Kültürel Hegemonya Tartışmaları Karşısında AK Parti’nin Üstlendiği Rol
Türkiye’de kültür politikalarına yönelik ana akım tartışmaların 2000’lere doğru ortaya çıkmış olması rastlantı değildir. Bu süreçte Avrupa Birliği’ne üyelik yolunda atılmaya başlanan adımlar ve kültür alanına yatırım yapmaya başlayan özel sektörün teşvik ihtiyacını karşılayan yasal düzenlemeler “yeni” bir kültür inşasının habercisidir. AK Partili yıllarda sosyoekonomik kalkınma parolasıyla geliştirilen politik çizgi, kültür endüstrisinin gücünden de yararlanmayı hedeflemiştir. 20 yıllık iktidar serüveninde AK Parti’nin kültür-sanat alanındaki politikalarının sacayaklarını; özelleştirme, yerel yönetimlerin öne çıkarılması ve kültürün sosyoekonomik kalkınmada bir parametre olarak kabul edilmesi oluşturur. Bu bağlamda geliştirilen kültürel perspektife rağmen Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan, kültürel alanda yetersiz kalındığını defalarca dile getirir. Üçüncü Milli Kültür Şurası’nın açılış konuşması ise bu söylemin en çarpıcı örneğidir: “Unutmayınız, siyasi iktidar seçimle, oyla, sandıkla olunabilir; ama kültür iktidarı için çok daha farklı bir birikime, emeğe, çalışmaya, dirsek çürütmeye, alın teri dökmeye ihtiyaç vardır. […] Medeniyetimizden koparsak, her şeyimizi kaybederiz. Kültürümüzü kaybedersek, yok oluruz.”
Nitekim tam bu noktada 2023 hedefleri doğrultusunda hazırlanan X. Kalkınma Planı’nda kültür endüstrisine ivme kazandıracak önemli atılımlara dair ipuçları verilir. Ancak kültür-sanat kurumlarına yönelik bu reform hamlesinin kısa süre içerisinde rafa kaldırıldığı görülecektir. Bu durum, dönemin politik bağlamda olağanüstü koşullarıyla yakından ilişkilidir. Zira Gezi olayları, 17-25 Aralık soruşturması, MİT tırlarına yönelik kumpas, Haziran-Kasım seçimleri arasında PKK’nın terör faaliyetleri ve FETÖ’nün hain darbe girişimi gibi uzayan listede Türkiye siyasal hayatında deneyimlenen baş döndürücü olaylar, kaotik bir ortam meydana getirmiştir. Böylesi bir süreçte, kültür-sanat politikalarının geri planda kalması şaşırtıcı değildir.
Bahsi geçen tüm engellere rağmen Türkiye’nin son yirmi yılı dikkate alındığında kamu kurumlarının kültür politikaları alanında önemli girişimler başlattıkları ve bunları pratik düzleme aktardıkları kolaylıkla ifade edilebilir. Bu bağlamda bir kültür politikası olarak benimsenen projelere değinmek yerinde olacaktır. Bunlardan birincisi “Kültür ve Turizm Bakanlığı Türk Kültür, Sanat ve Edebiyat Eserlerinin Dışa Açılımını Destekleme Projesi”dir. Kısa tanımlamasıyla TEDA; Türk kültürü, sanatı ve edebiyatıyla ilgili eserlerin çeviri ve yayım faaliyetleriyle yurt dışında tanıtılmasını sağlamak için yayıncılara destek sunan bir teşvik programıdır. İlgili dönemdeki ikinci gelişme, uluslararası kitap fuarlarına üst düzey katılım çabalarıdır. Türkiye’nin 2008’de Frankfurt Kitap Fuarı’na onur konuğu olarak davet edilmesi, Türk edebiyatının dünyaya açılması konusunda önemli bir eşik olmuştur. Dönemin üçüncü gelişmesi, Yunus Emre Enstitüsü, TİKA, YTB ve Türkiye Maarif Vakfı gibi kuruluşların yürüttüğü kültür diplomasisi faaliyetleridir. Kamu kurumlarının girişimleriyle ortaya çıkan dördüncü gelişme ise Türkiye’nin kültür envanterini belirlemeye yönelik çalışmalardır.
Görüldüğü üzere Türkiye’de kültür alanı önemli bir dönüşüm sürecinin içerisinde bulunmaktadır. Bir tarafta iki yüz yıldır takip edilen modernleşme dinamikleri kültürel alanı şekillendirmeye devam ederken diğer tarafta tarihsel ve toplumsal kimlikten beslenen bir kültürel alan arayışı söz konusudur. Dolayısıyla kültür, ideolojik bağlamından azade görünmeyen bir anlam bütünlüğüyle yorumlanarak tartışılmaktadır. Gerçekten de bugün farklı toplumsal kesimler arasında bir “kültür mücadelesi” yaşandığına dair yaygın bir kanaat mevcuttur. Bu doğrultuda Türkiye Yüzyılı’nda kültür politikalarının geleceği ayrı bir önem kazanır. Türkiye Yüzyılı Vizyon Belgesi dikkate alındığında ise yeni dönemde toplumsal değerlerle uyumlu, süreklilik arz eden, yenilikçi ve üretken bir kültürel alanın inşası için adımlar atılacağı öngörülebilir.
Son kertede toplumsal değerleri göz ardı etmeyen kültür politikalarının ideolojik kutuplaşmaların üzerinde konumlandırılması, merkezi ve yerel yönetimlerin kültürel faaliyetlere ayırdıkları kaynakları artırıp bu kaynakları daha efektif bir şekilde kullanmaları, başat aktörlerin kültürel alanda işlevsel paydaşlık geliştirmeleri, politika yapım süreçlerinin çok aktörlü bir yapıyla kurgulanması, kültür diplomasisi alanında faaliyet yürüten kuruluşların desteklenmesi, kültür endüstrisinin uluslararası ölçekte değer üreten rekabetçi bir konuma ulaşması için altyapı ve teşvik sistemine yatırım yapılması gibi gelişmeler, Türkiye Yüzyılı’nda kültür politikalarına yön verecek temel dinamikler olacaktır.