7 Ekim 2023 sabah saatlerinde İslami Direniş Hareketi (HAMAS) işgal altındaki topraklara yönelik Aksa Tufanı isminde bir operasyon başlattı. HAMAS’ın bu sürpriz operasyonu, bölgesel açıdan yeni denklemler ortaya çıkardı. Bu anlamda bölgesel ölçekte, İsrail’in yıllardır inşa ettiği yenilmezlik mitinin çöktüğü rahatlıkla ifade edilebilir. Nitekim Gazze’deki kaynakların aktardıklarına göre, HAMAS, Aksa Tufanı’nı 2 yıldır planlamaktaydı. İsrail’e operasyon öncesi süreci, rutin bir tatbikat gibi hissettiren HAMAS, böylece bütün teknik ve teknolojik baskılara rağmen İsrail’in istihbarat ve güvenlik birimlerini atlatabildi. Dolayısıyla Filistin hatta Gazze özelinde yerel bir devlet dışı aktör olan HAMAS, bölgenin en güçlü aktörü olarak lanse edilen İsrail’e karşı ciddi kazanımlar elde etti. Operasyonların bölgesel açıdan ortaya çıkardığı bir diğer denklem, Filistin meselesinin veya daha doğru bir tabirle İsrail sorununun geleceği ve Ortadoğu ülkelerinin bu meseleye yönelik bakışlarının nasıl şekilleneceği ile alakalı. 1979’da Mısır, 1994’te Ürdün ve 2020’de Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn ve kısa süre sonra Fas ve Sudan ile normalleşen İsrail, Aksa Tufanı sonrası uluslararası kamuoyu nazarındaki “kredibilitesini” büyük ölçüde yitirdi. Bu anlamda Körfez ülkelerinin Filistin politikası ve İsrail’in Gazze saldırılarına yönelik tepkileri merak konusu haline geldi.
Suudi Arabistan ve Rejim Güvenliği
Körfez İş Birliği Konseyi üyesi 6 ülke (Suudi Arabistan, BAE, Katar, Kuveyt, Bahreyn, Umman) tarihsel olarak Filistin meselesinde aktif aktörlerdi. Bu anlamda Filistin meselesi, gerek Körfez gerekse Arap jeopolitiğinde merkezi bir rol oynuyordu. Örneğin Suudi Arabistan’ın kurucu kralı ibn-i Suud, İsrail’i düşman olarak tanımlamıştı ve ABD ile kurduğu ittifakta ve yapılan görüşmelerde İsrail’i bir sorun olarak arz ediyordu. Yavuz Sultan Selim döneminde tedavüle giren tanımı ile İki Mescidin Hizmetkarı olan Suud kralı için Filistin meselesi bir tercihten çok zorunluluktu. Fakat 1948, 1967 ve 1973’te cereyan eden savaşlarda Suudi Arabistan’ın oldukça düşük bir profilde pozisyon aldığı görüldü. Askeri anlamda savaşlara sembolik katılım sağlayan Suudi Arabistan’ın savunma harcaması bakımından dünyanın en önde gelen aktörlerinden biri olmasına rağmen ordu ve silahlı kuvvetler kapasite bağlamında oldukça zayıf bir aktör olduğu söylenebilir. Bu durum el-Suud ailesinin güvenlik anlamında ABD gibi İsrail müttefiki aktörlere bağımlı olmasına ve İsrail karşısında etkin bir duruş sergileyememesine neden olmuştur. Dolayısıyla 7 Ekim’den beri İsrail’in Gazze saldırılarına cılız tepki veren Suudi Arabistan açısından Filistin meselesi de rejim güvenliği bağlamında değerlendirilmektedir.
El-Suud ailesi açısından Gazze’de HAMAS’ın güç kazanması, rejim güvenliğine tehdit olarak kodlanmaktadır. Nitekim HAMAS 2017’ye kadar kendisini Suudi Arabistan’ın (2014) terör örgütü olarak tanımladığı Müslüman Kardeşler’in Filistin kolu olarak tanımlamıştır. Ayrıca Gazze’deki Yahya Sinvar ve hareketin Siyasi Büro Şefi İsmail Haniyye gibi İran’a daha ılımlı bakan isimlerin HAMAS’ta aktif görevde olması da Suudi Arabistan’ın Gazze’de yaşananlara yönelik politikasını etkilemektedir. Bu anlamda Suudi Arabistan, İsrail’in Gazze’deki ihlallerine sembolik tepkiler vermekte, süreci daha çok “ulusal çıkarları” üzerinden okumaktadır. HAMAS’tan tehdit algılayan Suudi Arabistan, Gazze’nin Batı Şeria’daki Suud rejimine tehdit oluşturmayan Mahmud Abbas ekolüne devredilmesi projesini dolaylı olarak kabul etmektedir.
BAE’nin Pasif Duruşu
BAE de Suudi Arabistan’a benzer şekilde Filistin’de yaşananlara yönelik cılız bir tepki vermektedir. Dahası Abu Dabi yönetimi 7 Ekim sonrası süreçte HAMAS’ı terörle iltisaklandırırken İsrail’e yönelik ölçülü bir tepki ortaya koymaktadır. Bu durum da BAE’nin Filistin meselesinde radikal bir dönüşüm geçirdiğini gösteriyor. Nitekim BAE’nin ilk devlet başkanı ve Abu Dabi Emiri Şeyh Zaid bin Sultan el-Nahyan, İsrail için çok sert ifadelerde bulunmuştu. İsrail’in yayılmacı politikaları ve Siyonizm’in ırkçı planları, özellikle doğal kaynakları zengin olan bütün Arap ülkelerine karşı olduğunu, İsrail ile yüzleşmede, rolünü oynamadığı ve sorumluluklarını taşımadığı sürece hiçbir Arap ülkesinin Siyonizm ile savaşın tehlikelerinden kurtulamayacağını ifade eden Zaid bin Sultan’ın bu söylemi zamanla yerini farklı bir siyasete bırakmıştır. BAE, 2010 sonrası İsrail ile örtülü bir iş birliği içerisine girmiştir. Örneğin MOSSAD’ın 2010’da Dubai’de HAMAS’ın üst düzey bir ismine düzenlediği suikastı tüm yönleriyle ortaya çıkaran ve MOSSAD ajanlarını deşifre eden BAE, daha sonra politika değişikliğine gitmiş, 2015’te İsrail damgalı pasaport sahiplerine ülkeye giriş izni vermiş, Eylül 2020’de de İsrail ile diplomatik ilişki tesis etmiştir.
Normalleşmeden ziyade formalleşme/resmileşme olarak tanımlanan bu gelişme, Abu Dabi’nin Filistin politikasındaki dönüşümü ispatlar niteliktedir. Nitekim BAE, İsrail ile normalleşme noktasında Filistin devleti ve Filistinlilerin hakları ile alakalı herhangi bir şart öne sürmemiştir. Bölgenin demokratikleşmesine karşı duruş noktasında aynı politikaları takip eden BAE ve İsrail; bilimsel araştırma, tarım, teknoloji gibi teknik meselelerde iş birliğini artırmıştır. Normalleşme ile birlikte BAE’nin Batı’daki imajını tazelemek istediği, Yahudi lobisi desteği ile F-35 projesine dahil edilmeyi umduğu ve ticareti geliştirmeyi planladığı söylenebilir. Fakat normalleşme süreci, karşılıklı kazan-kazan yerine BAE’nin İsrail’e katkı sunduğu bir ilişki biçimine dönüşmüştür. Bu anlamda Sudan, Libya, Doğu Akdeniz ve bölgenin birçok noktasında İsrail’e destek sağlayan BAE, İsrail’in 7 Ekim sonrası Gazze ve Batı Şeria’daki hak ihlallerine de yeterli tepkiyi ortaya koymamıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde BAE, Filistin meselesinde Körfez’deki en İsrail yanlısı aktör olarak tanımlanabilir. Nitekim İsrail’in Gazze’deki insan hakları ihlallerine yönelik cılız tepkiler veren BAE, HAMAS’ı kınamış ve terörle itham etmiştir.
Katar ve Diplomasi
Yüz ölçümü küçük fakat diplomatik etkisi büyük bir ülke olan Katar, Filistin meselesinde en aktif aktörlerin başında gelmektedir. Filistin devletinin oluşma sürecinde direniş gruplarını siyasi ve ekonomik açıdan destekleyen Doha yönetimi, aynı zamanda pragmatik adımlar da atmaktadır. Örneğin Katar, 1996’da İsrail’in Doha’da ticaret ofisi açmasına izin vermiştir. Fakat İsrail’in 2008’deki Gazze saldırısına tepki olarak bu ofis kapatılmıştır. 2012’den beri İsrail ile silahlı mücadeleyi benimseyen HAMAS’a ev sahipliği yapan Katar, Filistin meselesinde gerek bölgesel gerekse küresel aktörlerin önemsediği bir aktör konumuna yükselmiştir. Bu anlamda özellikle esir takası ve ateşkes süreçlerinde Katar, önemli bir diplomatik rol oynayarak gerek ABD gibi küresel gerekse İsrail ve HAMAS gibi bölgesel ve yerel aktörlerle temaslarını sürdürmüştür. Bu temaslar kapsamında 4 günlük insani ara ve esir takası anlaşmalarına varılmıştır. Ayrıca insani yardım ve Gazze’nin yeniden inşası gibi süreçlerde de Katar’ın aktif rol oynayacağı tahmin edilebilir.
Kuveyt’in Desteği
Katar gibi Kuveyt de Filistin’e destek veren Körfez ülkelerinin başında gelmektedir. İsrail ile normalleşmeye karşı sert bir tutum sergileyen Kuveyt, gerek devlet gerekse toplum bazında Filistin’e siyasi, ekonomik ve toplumsal destek sağlamaktadır. Örneğin İsrail ile Normalleşmeye Direniş Konferansı, Kuveyt tarafından organize edilmiş ve İsrail ile normalleşmenin alt yapısını oluşturan Manama Diyalog Konferansı boykot edilmiştir. Benzer şekilde 50 sandalyeli Ümmet Meclisi’ndeki 39 milletvekili İsrail ile normalleşmeye karşı olduklarını belirten bir bildiri yayımlamıştır. Halk ve sivil toplumun da İsrail menşeili ürünlere ve İsrail destekçisi firmalara karşı kapsamlı bir boykot politikası uyguladıkları görülmektedir. Dolayısıyla Kuveyt, İsrail’in Gazze politikasını sert bir biçimde eleştirmekte ve Filistinlilere ve Filistin’in devletleşme sürecine kurumsal bir destek sağlamaktadır.
Sonuç
Bahreyn 2020’de İsrail ile normalleşerek örtülü ilişkileri resmi boyuta taşımıştır. Umman ise diplomatik temasları olmamasına rağmen İsrail ile görüşen bir Körfez ülkesi olarak Gazze’de yaşananlara yönelik tarafsız bir politika izlemiştir. Sonuç olarak Körfez ülkelerinin ortak bir Filistin politikasından bahsetmek neredeyse mümkün değildir. Tarihsel süreçle bugün arasında bir okuma yapıldığında, Körfez ülkelerinin Filistin meselesine yönelik politikalarında radikal bir kopuşun ortaya çıktığı rahatlıkla söylenebilir. BAE ve Bahreyn’in normalleşmesi, Suudi Arabistan’ın bu süreci 7 Ekim öncesi sona yaklaştırması Filistin meselesinin artık eskisi gibi Körfez ülkeleri açısından kritik önemi haiz olmadığını kanıtlar niteliktedir. Bununla birlikte Aksa Tufanı ve İsrail’in Gazze saldırıları Filistin meselesini uluslararası ve bölgesel gündeme taşımıştır. Söz konusu durum başta Suudi Arabistan olmak üzere birçok ülkenin İsrail ile normalleşme sürecini doğrudan olumsuz etkilemiştir.