Türkiye 24 Haziran’da erken seçime gidiyor. Ekonomi alanındaki tartışmalar her zamanki gibi ön planda. AK Parti’nin bu süreçte nasıl bir ekonomi politikası izleyeceği gündem maddeleri arasında. Öte yandan AK Parti hükümete geldiğinden bu yana ekonomi alanında birçok reform yaptı. IMF’ye olan borçlar ödendi. Enerji, sağlık, eğitim, ulaştırma, altyapı ve savunma sanayii gibi birçok alanda yatırım yapıldı. Bu yatırımlar yapılırken, hem dışarıdaki finans sektörüyle hem de onların içerideki kalıplaşmış bürokratik vesayetleri ile sıkı bir mücadele verildi. Yer yer hükümet tarafında kemer sıkma politikalarına gidildiyse de bu durum halka yansıtılmamaya çalışıldı. Ekonomik olarak verilen tüm bu mücadeleler bir yana, Gezi Parkı Şiddet Eylemleri, 17-25 Aralık darbe girişimi, 15 Temmuz askeri darbe girişimi gibi yerli ve yabancı yatırımcıları tedirgin edecek ve ekonomiyi derinden sarsacak saldırılar meydana geldi. Suriye iç savaşının tetiklediği nedenlerle Türkiye ekonomisi darboğaza sürüklenmeye çalışıldı. Buna rağmen Türkiye ekonomisinin direndiği görülüyor. Türkiye’nin 16 yıllık ekonomi politikasını ve erken seçim sürecinde yapılması gerekenleri SETA Ekonomi Araştırmaları Direktörü ve İstanbul Medipol Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Nurullah Gür ile konuştuk.
Söyleşi: Yusuf Özkır-Mevlüt Tatlıyer
Fotoğraf: İlhami Yıldırım
NURULLAH GÜR KİMDİR?
2006’da Marmara Üniversitesi İngilizce İktisat Bölümü’nden mezun oldu. 2008 ‘de aynı bölümde yüksek lisans derecesini aldı. Doktorasını 2012’de University of Essex’den aldı. Gür, halen İstanbul Medipol Üniversitesi Ekonomi ve Finans Bölümü’nde öğretim üyesi ve SETA’da Ekonomi Araştırmaları Direktörü olarak çalışmalarına devam etmektedir. Ekonomik gelişme, finans-reel sektör ilişkisi ve uluslararası politik iktisat alanlarında çeşitli uluslararası dergilerde yayınları bulunmaktadır.
Türkiye 24 Haziran’da Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçmek için erken seçime gidiyor. Bu karar ekonomiyi nasıl etkiledi?
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi daha hızlı ve etkin karar alınmasını sağlayacak. Politikaların öngörülebilirlik derecesi artacak. Yatırımlar öne alınacak. Devletin verdiği teşviklerden daha fazla verim alınacak. Ekonomi bütün bunlardan olumlu etkilenecek. Bir de zaten piyasalarda yaklaşık altı aydır erken seçim olur mu tartışmaları vardı. Bu durum ister istemez belirsizliklere neden oluyordu. Belirsizlikler en çok spekülatörlerin işine yarıyordu. Bu tip spekülatif hareketler belli ölçüde aşılmış oldu. Bütün bu nedenlerden ötürü erken seçim kararı ekonomi çevreleri tarafından pozitif algılandı. Borsa yükseldi, kur geriledi.
Sokağın tepkisi nasıl oldu erken seçim kararına?
Vatandaşlar için erken seçim kararı çok sürpriz olmadı bence. Neden erken seçime gidildiğine dair insanların kafası net. Bizim vatandaşlar siyasetin nabzını iyi tutarlar, ortalama bir Amerikalı veya Avrupalıya siyasete giriş dersi verecek kadar hem de.
AK PARTİ MALİ DİSİPLİNDEN VAZGEÇMEDİ
AK Parti erken seçim öncesi nasıl bir ekonomi politikası uygulamalı?
Aslında seçime kadar ciddi bir politika değişikliğine gitmeye vakit yok. Büyük ihtimalle bu kısa süre zarfında hükümet ve Meclis bütün enerjisini uyum yasalarını tamamlamaya harcayacak. Ama seçimlerden sonra hangi politikaların hayata geçebileceğini veya seçim çalışmaları zarfında nelerin vaat edilebileceğini konuşabiliriz. Öncelikle yeni sistemde de devlet şirketleri ve vatandaşları destekleyici politikalara devam etmeli. Şirketlere verilen teşvikler daha seçici olmalı, geleceği parlak olan sektörlere ve şirketlere teşvikler vermeli. Zaten bunu yapmaya başladı. Bu teşvikleri uygularken 1, 3 ve 5 yıllık hedefler belirlenmeli. Teşviklerin dozajı bu hedeflerin tutturulmasına göre artırılmalı veya azaltılmalı. Teşvikle kurulacak yeni tesislerin Anadolu’nun çeşitli illerine inşa edilmesi güzel olur. Böylece işsizliğin ve bölgeler arasındaki gelir farklılıklarını azalmasını sağlarsınız. Vergi sistemimiz çok fazla dolaylı vergilere bağımlı. Sistemi daha çok doğrudan vergiler üzerine yeniden kurgulamak gerekiyor. Vatandaşın üzerinden yük kalkar, gelir dağılımı iyileşir. Akaryakıttaki ÖTV oranı döviz kuruna endekslenebilir. Kurun yükseldiği zamanlarda ÖTV oranı düşerken kur düştüğünde ise bu oran artar. Böylece bir taraftan akaryakıt fiyatlarındaki dalgalanma azalır diğer taraftan da vatandaşlar daha uygun fiyatla akaryakıta erişir. Sosyal harcamalar ile vatandaşa daha fazla dokunan politikalar uygulamaya sokulabilir.
Bildiğim kadarıyla seçim dönemlerinde bile seçim ekonomisi uygulamayan bir AK Parti’den bahsediyoruz.
Hatta bana kalırsa bu konuda biraz fazla katı davranıyor. Yani bir siyasi partiden beklenmeyecek derecede disiplinli.
Peki AK Parti’nin şu anda ne yapması gerekiyor?
Seçim dönemlerinde siyasi partilerin biraz muslukları açması çok normaldir. Ama buna rağmen AK Parti yok kardeşim ben bir şey yapmayacağım diyor. Bunu yapmadığı için 2015’teki Haziran seçimlerinde de eleştirildi.
Yani bunun ekonomiye, mali disipline bir zarar vermeyeceğini mi düşünüyorsunuz?
Bence şu anki durumda vermezdi. Çünkü Maastricht kriterlerini baz alalım. Kriterler der ki; kamu açığının GSYH’ye oranı yüzde 3’ü geçmemesi lazım. Geçen yıl terör olaylarının ve 15 Temmuz darbe girişiminin ekonomiye etkilerini azaltmak için hükümet birçok teşvik verdi, çok ciddi manada harcamalar yaptı, buna rağmen sene sonunda biz yüzde 1,5’luk bir bütçe açığı gördük.
Biraz da genel ekonomi politikalarına bakalım. AK Parti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde 16 yıldır Türkiye’yi yönetiyor. AK Parti’nin finansal perspektifi açısından baktığımızda iktidardaki 16 yıl kaç döneme ayrılabilir, bir yol haritası çizebilir misiniz?
Üç döneme ayırabiliriz. Bir tanesi 2002-2009 arası dönem bir diğeri 2009-2013 arası dönem, bu bir ara dönem. Bir de 2013 ve sonrası. Şimdi AK Parti iktidara geldikten sonra malumunuz Türkiye çok ciddi bir krizden çıkmıştı. O krizin etkilerini yeni yeni üzerinden atmaya çalışıyordu ve IMF’nin ortaya koymuş olduğu ekonomik programı uygulamak zorundaydı. Çünkü Türkiye IMF’ye çok ciddi taahhütlerde bulunmuştu. Bu taahhütler karşısında IMF’den belli krediler alınmıştı. AK Parti IMF politikalarını devam ettireceğini açıkladı ve küresel ekonomi tarihinde IMF politikalarını düzgün bir şekilde uygulayan ender ülkelerden bir tanesi oldu ama bunu yaparken içerisine kendi soslarını da koydu. Mesela IMF o zaman ne diyordu? “Sizin en büyük problemlerinizden bir tanesi bu kamu maliyesi dolayısıyla burada biraz harcamaları kısacaksınız, vergileri de artıracaksınız. Kamu kesimine biraz çeki-düzen vereceksiniz. Bununla birlikte finans sisteminizin, bankacılık sektörünüzün yeniden yapılandırılması lazım.” Hükümet bir taraftan hakikaten gereksiz kamu harcamalarını çok ciddi manada azalttı. Bazı ürünlerde özellikle dolaylı vergilerde ciddi bir artışa gitti. Bununla birlikte IMF’nin çok da hoşuna gitmeyen bazı politikalar da uyguladı. Mesela sağlık sisteminde yapılan yatırımlar… IMF o dönemde yapılan yatırımlara ciddi manada karşı çıkmıştı. Sağlık harcamalarının artırılması ve bütçeden daha fazla pay almasının Türkiye’nin mali disiplinine çok ciddi zarar vereceğini düşünüyorlardı ve buna yönelik hükümeti açıktan eleştirdiler. Hükümet bu alanda geri adım atmadı. Dedi ki: Sağlık bu ülkenin en büyük problemlerinden biri dolayısıyla benim bu sorunu çözmem lazım. Hakikaten burada hem mevcut sağlık binalarındaki iyileştirmeler, sağlık hizmetine erişimdeki iyileşmeler ve yeni hastane yatırımları ile birlikte burada ciddi yatırımlar yapıldı. Yine, mesela altyapı yatırımları. IMF dedi ki “Sen bu altyapı yatırımlarına falan bu kadar kaynak ayıramazsın bu IMF politikasına aykırı”, hükümet ise “Hayır ben buna kaynak bulurum” dedi.
AK PARTİ DAR GELİRLİ VATANDAŞA NEFES ALDIRDI
Mali disiplin bozulmadı mı peki?
Hayır bozulmadı çünkü hükümet diğer gereksiz yerlere harcama yapmaktan çekilerek yapması gereken alanlara para ayırdı. Bir de şöyle bir şey var, 90’lardaki koalisyon dönemlerini hatırlayın. Koalisyon dönemlerinde iki bakanlık bir partiye iki bakanlık diğer partiye… Partiler de o bakanlıkların elinin altındaki kaynakları fütursuzca harcıyordu. Ama dediler ki: Hayır kardeşim bazı bakanlıkların çok fazla gereksiz harcamaları var harcama yapması gereken bazı bakanlıklar ise gerekli harcamaları yapamıyor. İşte eğitim, ulaştırma, sağlık bakanlığı… Hükümet de bu bakanlıkların önünü açtı, diğer bakanlıkların gereksiz harcama yapmasını engelledi.
Peki sosyal harcamalarda nasıl bir politika izledi AK Parti?
AK Parti bir taraftan da özellikle dar gelirli vatandaşa nefes aldırabilecek sosyal politikalara yatırım yaptı. Burasının da kamunun el atması ve vatandaşa nefes aldırması gereken bir alan olduğunu düşünüyordu. O yüzden “Ben buraya da para harcayacağım” dedi ve harcadı. Dar gelirli vatandaşlara, kadınlara, işsizlere ve emeklilere çok ciddi destekler sağladı.
O halde AK Parti’nin IMF politikalarının tamamını uyguladığını söyleyemeyiz.
Evet söyleyemeyiz. İşte bu yüzden ders kitaplarında olması gereken bir uygulama. Yani siz bir taraftan IMF’nin yapmanız lazım dediği mali disiplini sağlıyorsunuz, kamu borcunu yüzde 70’lerden yüzde 30’lara çekiyorsunuz. Bütçe açığını Maastricht kriterlerinin de altına, yüzde 1,5’lara, yüzde 2’lere çekiyorsunuz -ikileri son zamanlarda hiç görmedik hep birli rakamlarda- bir taraftan da vatandaşın yüzünü güldürecek yatırımlar yapıyorsunuz.
IMF bir şey diyemiyor artık, bir yere kadar eleştiriyordu ama bir yerden sonra artık eleştirecek bir şey de bulamadı. Çünkü IMF’ye rağmen başarılı bir sistemdi. Şimdi bu dönemde şunu da atlamamak gerekiyor, küresel likidite ortamı da çok uygundu. Yani para boldu küresel piyasalarda ve faizler küresel piyasalarda düşüktü. O yüzden AK Parti’nin hem IMF politikalarını başarıyla uygulamış olması bir taraftan AB üyeliği ile ilgili olumlu gelişmeler diğer taraftan da ekonomik büyümenin hızlanması, ihracatın artması gibi gelişmelerden sonra yabancıların Türkiye’ye olan ilgisi arttı. Dolayısıyla hem portföy tipi dediğimiz yatırımlar hem de doğrudan yabancı yatırımlarda bir artış yaşandı. O yüzden 2002-2009 döneminde AK Parti ile küresel finans piyasaları arasında çok ciddi bir görüş ayrılığı yoktu. Yani Türkiye finans piyasaları tarafından hem bölgenin hem de dünyanın yıldızı ülkeler arasında gösteriliyordu.
AK PARTİ YENİ BİR BAŞARI HİKAYESİNE ODAKLANDI
Türkiye ile küresel finans sistemi arasında görüş ayrılığı nerede ortaya çıkmaya başladı?
Şimdi o görüş ayrılığının ortaya çıkması aslına bakarsanız 2013 gibi oluyor. Ama 2013’ten önce bir ara dönem var. O küresel krizin yaşandığı dönem 2009-2013 arası. Şimdi o dönemde Türkiye ekonomisi küresel krizden çok fazla yara almadan çıktı. O zamanki başbakanımız Erdoğan “Kriz bizi teğet geçecek” dedi. Kimileri buna güldü ama hakikaten böyle oldu. Evet 2009’da ekonomi geriledi ama dünyadaki diğer ülkelerle kıyasladığımız zaman biz bu krizi çok ucuz atlattık. Bunun da temel sebebi şuydu: Bizim finans sistemimizi iyi regüle etmemiz 2002’den sonra finans piyasamızın yurt dışındaki muadilleri gibi riskli yatırımlar yapmasının önünü kesti. Ve dolayısıyla biz o krizi, finans sistemine hiçbir yara aldırmadan kapattık. Ekonomi daraldı çünkü bizim önemli bir partnerimiz AB idi. AB ekonomisi daralınca otomatik olarak AB’ye yaptığımız ihracat azaldı, bir de beklentiler biraz kötüleşti. Dolayısıyla biz krizi küçük yaralarla atlattık, 2010 ve 2011’de iyi büyüdük, çift haneli sayılara yakın bir büyüme. Ama hükümet sonra 2002’den sonraki başarı hikayesinin artık sonuna geldiğinin farkına vardı. “Bizim yeni bir hikaye yazmamız lazım” diye düşündü. Yani “Mevcut ekonomi politikalarıyla Türkiye’nin 2023 hedefleri gibi büyük hedeflere ulaşması mümkün değil” dedi. İşte bunu demeye başladığı andan itibaren küresel finans sistemi ile arasındaki görüş ayrılıkları başladı. O zaman şunu tartıştık: “Bu IMF ile yeni bir anlaşma yapalım mı yapmayalım mı? Zaten küresel kriz de var.” Hükümet “Buna gerek yok” dedi.
Özellikle TÜSİAD IMF konusunda çok ciddi baskı yaptı, neden?
Çünkü şuna inanmıyor, diyor ki: “IMF ensesinde boza pişirmezse bu hükümet popülist politika uygulayacak. Popülist politika uyguladığı zaman da bu ekonomiye zarar verecek.” Ama bazı çevreler şunu görmedi; popülist politikayı yapsaydı yapardı zaten, tek başına iktidardaydı bu hükümet. Fütursuzca para harcardı ama yapmadı. IMF politikalarını uyguladı. Ve kendi görüşünü buna katarak uyguladı.
Nasıl bir büyüme modeli hedefleniyor?
IMF ile anlaşma yapmama kısmına dönersek, hükümet artık finans sistemi ve hizmetler sektörüne dayalı bir büyüme modeli ile büyüyebilmem mümkün değil” dedi. Çünkü şu var evet 2002-2008 yılları arasında hükümet çok ciddi yatırımlar yaptı, ihracatımız arttı. Ama buradaki büyümenin temel kaynağı, finans ve hizmetler sektörüydü yani özellikle yabancı yatırımcılar bu alana çok ciddi yatırımlar yaptı. Bankalar satın aldı veya hizmet sektöründe faaliyet gösteren şirketleri satın aldı. Eski sanayiicilerimiz hizmetler sektöründeki tatlı karları görerek buraya yatırım yapmaya başladılar ve biz bu şekilde bir ekonomik büyüme hikayesi oluşturduk. Ancak Türkiye büyüklüğünde, böyle çalkantılı bir coğrafyada olan bir ülkenin sadece finans sistemine veya sadece hizmetler sektörüne dayalı bir büyüme modeli ile devam etmesi, kalkınabilmesi mümkün değil. Bizim teknoloji üretmemiz, imalat sanayiinde atılım yapmamız lazım.
Ne üretmemiz lazım?
Bizim araba ve uçak motoru üretmemiz lazım, bizim küresel müşteriye hitap edebilecek elektronik aletler üretmemiz lazım. Cep telefonu gibi, laptop gibi veya tablet gibi… Bizim makine üretmemiz lazım. Makineleri nereden alıyoruz şu anda? Almanya’dan, Çin’den, Hindistan’dan alıyoruz. Bizim savunma sanayiinde kullanmış olduğumuz silahlardan tutun da ekipmanlara veya araçlara kadar bunları üretebiliyor olmamız lazım. Çünkü büyük güç demek bunları üretebiliyor olmanız demektir. ABD, Almanya, Güney Kore, Japonya niye güçlü? Çünkü bunları üretiyor, bindiğimiz arabaları üretiyor. Kullandığımız cep telefonlarını üretiyor. Sıcak çatışma çıktığı zaman o sıcak çatışmaya müdahale edebilecek son teknolojik askeri ekipmanları üretebildiği için güçlü. Bizim de bunları üretmemiz gerekiyor.
DEVLET İMALAT SANAYİİ VE TARIMIN ÖNÜNÜ AÇABİLECEK DURUMA GELDİ
Sadece teknolojik ürünler mi? Mesela ABD’ye baktığımızda tarım alanında hala çok güçlü olduğu görülüyor.
Bugün İsrail diyoruz değil mi? İsrail küçük bir ülke, coğrafyası tarıma çok elverişli değil ama çok ciddi manada tarıma dayalı teknoloji üreten bir ülke. Şimdi Türkiye tarımı ve imalat sanayiisini biraz unutmuştu 2002-2009 döneminde. Hükümet şunun farkına vardı buraya önem vermemeye devam edersek o zaman kalkınamayız, büyüyemeyiz, orta gelir tuzağı diye tabir ettiğimiz yerde tıkanıp kalırız. Peki ne yapmanız lazım? Şimdi hizmetler sektörüne yatırım yapmak kolaydır. Veya bankacılık sektöründe yeni yatırım yapmak yine görece kolaydır. Ama imalat veya tarım çok ciddi manada sermaye gerektiriyor. Çünkü yatırım yapmanız, teknoloji satın almanız lazım, o teknolojiyi daha sonra kendiniz üretebiliyor olmanız lazım. Hem tarım ile ilgili konuşuyorum hem de imalat sanayii ile ilgili ama özellikle imalat sanayii için konuşuyorum. Bunun için ne yapmanız lazım? Bunun için yatırımcının önünü açmanız lazım.
Peki yatırımcının önünü nasıl açarsınız? Bir, öyle bir ekonomik ortam oluşturulur ki faizler düşük olur ve yatırımcı düşük faizle borç alıp yatırımını yapabilir. İki, yatırımcının önünü açabilecek düzenlemeler yaparsınız. Yani gereksiz bürokratik işlemleri minimize edersiniz ve hatta ona teşvik verirsiniz. Verdiğiniz teşviklerin etki-maliyet analizini yaparsınız. Devlet bunları yapmaya başladı ama bu sefer finans sistemi, küresel finans sistemi, küresel ekonomik elitler “Kardeşim Türkiye gibi bir ülke bu şartlar altında kalkınmaz. Sizin öncelikle o makroekonomik istikrarı sürdürmeniz lazım. Türkiye ancak makroekonomik istikrarı sağlayıp sürdürebilirse büyür” demeye başladılar. Evet, bunları yapabilmeniz için makroekonomik istikrarın sağlanması lazım doğru ama zaten o alanda ciddi mesafeler aldık. Türkiye artık bir adım daha ileriye giderek bu bahsettiğim alanlarda devletin imalat sanayiinin veya tarımın önünü açabilecek hale geldi. Ama bunu Türkiye’deki bazı çevreler veya küresel ekonomik elitler çok fazla kabullenemediler.
Neden?
Çünkü onların hareket alanlarını daraltıyorsunuz. “Ben artık finans sisteminin çıkarlarıyla uyuşmayan bazı politikalar uygulayacağım” diyorsunuz. Mesela finans sistemi yüksek kamu harcamalarından hoşlanmaz. Ama siz bir taraftan “İmalat sanayiini, tarımı teşvik edeceğim hatta bunu yaparken bütçeye de zarar vermeyeceğim” diyorsunuz ama finans sistemi “Hayır sen bütçeye zarar vereceksin” diyor. Veya “Cari açığı bu şekilde artıracaksın” diyor. “Türkiye’nin mevcut koşullarında faizlerin yüksek olması lazım, risk priminiz çok yüksek bu yatırımları şimdi yapmayın, sonra yapın” diyor. Sonra da ne zaman? 200 yıldır aynı hikayeyi anlatıyorlar. Japonya ve Güney Kore gibi ülkeler bunların dediklerine kulaklarını tıkayıp bildiklerini okuyarak başarılı oldular.
FİNANS SİSTEMİNDEKİ BAKIŞ AÇISI MİYOPTUR
Aslında kısa vadede finansal sistemin çıkarına bir durum sergiliyor faizlerin yüksek olması. Ama uzun vadede finansal kesim de reel kesimden besleniyor. Reel kesim çok zayıflarsa uzun vadede bu da finansal kesim aleyhine bir durum ortaya çıkarmaz mı?
Evet ama finans sistemi hep kısa vadede düşünür. Baktığın zaman Türkiye bu yatırımları yapsa, büyüse o zaman finans sistemi de pastadan kendi payına düşeni alacak. Ama finans sistemi o kadar beklemek istemiyor. Çünkü finans sistemindeki bakışı miyoptur. Yani üç ayı, altı ayı, bir yılı düşünür. On yıl sonra ekonominin nerede olacağı ile çok ilgilenmez, bugünü düşünür. Ben bugün kar elde ediyor muyum, bunu düşünür. Şimdi 2009-2013 ara bir dönemdi. Şöyle ki, Türkiye krizi atlatınca bir taraftan da çok ciddi manada yine yabancı yatırımcı çekmeye başladı. Finansman sıkıntısı yaşamadık. Çünkü iyi para çektik. Ve o yüzden de bu bizim imalat sanayiini veya tarımı düşünmemiz lazım argümanını veya stratejisini biraz öteledik. Bir taraftan da hükümette farklı görüşler ortaya çıkmaya başlamıştı. Bir taraf “Hayır biz 2002-2009 arasında uyguladığımız katı politikalara devam edelim” diyordu diğer taraf ise “Hayır bu politikaları sürdürmeye devam edersek Türkiye’yi orta gelir tuzağından kurtaramayız. O yüzden bizim imalat sanayii veya tarıma yönelmemiz gerekiyor” diyordu. Şimdi 2010 ve 2011’de Türkiye çok hızlı bir şekilde büyüdü. Bu sefer “Türkiye aşırı ısınıyor” tartışması başladı.
Oraya baktığımız zaman ortalama büyüme rakamı yüzde 9’larda. Çok ciddi bir rakam. Cari açıkta da artış olmuştu. Ve Türkiye o dönem frene basma kararı aldı. Maalesef o dönem bu frene basmanın şiddetini tam ayarlayamadık. Frene çok sert basıldı. Daha sonra hükümetteki ilgili bakanlar da “O dönem biz frene çok sert basmışız, yanlış yaptık” dediler. Bu yüzden Türkiye ekonomisinin performansı 2012 ve 2013’te görece kötüleşti. Yani yine pozitif büyüdük, yine fena olmayan rakamlarda büyüdük ama Türkiye ortalamasını çokta fazla tutturamayan rakamlarda büyüdük. Bu arada şunu da dipnot olarak söylemekte yarar var: Biz 2002-2009 arasında enflasyonu çok ciddi manada düşürürken faizleri o kadar da düşüremedik. Yani bir taraftan çok başarılı maliye politikaları uyguluyorsun, ekonomik aktiviten genişliyor, fiyatlar geriye doğru gidiyor.
Ne yapması lazım Merkez Bankasının, “Biz enflasyonu çok hızlı düşürüyoruz, küresel ortamda da bol likidite var, o zaman faizleri düşürelim” demesi lazımdı. Ama faizleri çok yavaş düşürdü. Ne oldu peki? Türkiye’de kurun aşırı değerlenmesine neden oldu. Aşırı değerlenince peki ne oldu? Bir kere bizim önceden bu kadar yapmadığımız ithalatı yapmaya başladık. Çok fazla yurt dışına tatile gitmeye başladık. Çok fazla lüks araba satın almaya başladık, çok fazla kişisel elektronik aletler satın almaya başladık. Şimdi bu insanların refahı için güzel şeyler. İnsanlar tabii ki iyi cep telefonlarıyla konuşsunlar, iyi bilgisayarlar kullanarak işlerini yapsınlar, kaliteli otomobillere binerek seyahatlerini gerçekleştirsinler veya her insanın hakkıdır dinlenmek, o yüzden yurt dışına tatile gitsin, para harcasın. Ama 10 bin dolar kişi başına düşen milli gelire sahip olan bir ülke için bu alanlarda yapmış olduğumuz harcamalar çok çok fazla. Biz biraz o dönemde lükse alıştık. Düşük kur bir taraftan da ihracatımızı baltaladı.
İSTİKRAR SAĞLANINCA TÜRKİYE ÇEŞİTLİ SALDIRILARA MARUZ KALDI
2013’ten sonra nasıl bir değişim gösterdi AK Parti’nin ekonomi politikaları?
2011’den sonra yavaş yavaş sanayiiye yönelik, bölgelere yönelik teşvikler başladı. Üretkenlik artışı yavaşlamıştı. Ekonomi büyüdüğü zaman cari açık çok fazla artmaya başlıyordu ve belli sektörlerde bir doyuma ulaşılmıştı. Dolayısıyla artık o sektörlere dayanarak daha fazla büyümeniz imkan dahilinde olmamaya başladı. Hükümet bunun farkındaydı ve buna yönelik hamlelere de başladı. Bu hamlelerin tam da dediğim gibi realize hale gelmeye başlayacağı ortamda faizler yüzde 4,5’lere kadar indi. Bir makroekonomik istikrar sağlandı. Ama o zamandan itibaren neler olmaya başladı? Türkiye içeriden ve dışarıdan çok ciddi müdahalelere maruz kalmaya başladı. Örneğin Gezi Parkı Şiddet Eylemleri, 17-25 Aralık yargı darbesi girişimi, referandum süreçlerinde yaşanan siyasi çalkantılar, 15 Temmuz darbe girişimi, 2015 Temmuz’da başlayıp 2017’nin başına kadar devam eden PKK-DEAŞ saldırıları.
Gezi Parkı Şiddet Eylemleri’ni ekonomik müdahale olarak değerlendirirken neyi baz alarak bu değerlendirmeyi yapıyoruz?
Direkt olarak “Bu bir ekonomiye müdahaledir” diyemezsiniz ama şöyle bir durum var. Ülkede birtakım karışıklık emareleri var. Bunu birileri kaşıyor ve Türkiye sizin işinize gelmeyen işler yapıyor. Örneğin IMF’yle yeniden anlaşmıyor. IMF’yle yeniden anlaşmamak ne demek? Küresel finans piyasalarının çıkarına olacak politikaların artık Türkiye tarafından çok fazla uygulanmaması demek. Siz eskiden yüzde 15’ler, yüzde 20’ler, yüzde 25’ler hatta yüzde 30’larla faiz verdiğiniz bir ülkeye şimdi yüzde 4,5’le faiz veriyorsunuz. Sen bu tatlı karın ortadan kaybolmasını ister misin? Kimse istemez. O zaman ne olmasını ister? Türkiye’deki faizlerin artmasını ister ki Türkiye’ye daha yüksek faizden borç verebilsin. O zaman ne yaparsınız? İçerideki meseleleri kaşımaya başlarsınız.
Finans piyasasında böyle çok planlı bir manipülasyon yapmanıza gerek yoktur. Şu taşı alırsınız, tepeden bırakırsınız. Küçük bir taştır. Taşı bırakırsın, o taş kartopu olur. Kartopu büyür, büyür, büyür… Dağın eteğine gelene kadar neredeyse çığ haline gelir. Finans piyasasında da finansal piyasaların midesini bulandıracak küçücük bir haber ortaya atın. Herkes bu habere atlar. Önce kim atlar? Büyük yatırımcılar ve kredi derecelendirme kuruluşları. Bu haberi çıkartanlar da aslında onlardır. Büyük yatırımcılar derler ki: “Evet Türkiye artık eskisi kadar risksiz değil. Türkiye’ye yatırım yapmak için bizim daha fazla faiz talep etmemiz lazım. Türkiye’nin risk primi artıyor.” O yüzden Türkiye’den belli varlıklarını çeker. Orta ve küçük boy yatırımcılar da bu büyük boy yatırımcıların peşinden gider. Sürü psikolojisi.
BANKALARIN TEK DERDİ KOLAY PARA KAZANMAK
Mesela baktığımız zaman kalkınmış ülkelerin bunu devlet eliyle yaptığını görüyoruz. Türkiye’nin de bunu yapması gerekiyor mu ve sağlanan teşvikleri bu bağlamda nasıl değerlendirmemiz gerekir?
Şimdi finansal piyasalardaki büyük oyunculara sorulduğunda Türkiye’nin sıkı para politikası, sıkı maliye politikası, makro istikrar ve güçlü finansal sistem ile kalkınacağını söylerler. Ayrıca liberal sistem “Devlet küçük olsun”, “Bırakınız yapsınlar”, “Piyasa kendi kendini yönetsin” gibi ilkelerden bahseder. Bunlar iktisada giriş kitabında gençlere öğrettiğimiz temel argümanlardır. Ama dünyadaki hiçbir ülke bu demin saydığım politikaları uygulayarak kalkınmamıştır. Ne İngiltere’si ne ABD’si ne Almanya’sı ne Japonya’sı ne Çin’i ne de Güney Kore’si. Alternatif politikalarla kalkınmıştır. Devletin ekonomide etkin müdahale ettiği politikalar. Etkin müdahaleyle kastettiğim şey “Fiyat şu olacak, şunu üreteceksin” değil. Yatırımcının önünü açan destekler vermek veya yatırımcının yapmak istemediği, çekindiği alanlarda elini taşın altına sokup “Burada yatırımı ben yapıyorum” demek. Böyle kalkınmıştır ülkeler. Ama bu finans piyasalarının çok fazla işine gelmeyen bir yöntemdir. Çünkü bu finans piyasalarının hareket alanının, oyun alanının daralması demek.
Çin şu an kalkınıyor, çünkü kredileri Amerikan bankalarından almıyorlar. Kendi bankaları kredi veriyor. Türkiye’deki bankaların önemli bir kısmı yabancıların elinde. Şimdi “Faizleri düşürün” diye açıklamalar geliyor Cumhurbaşkanından ve hükümetten ama bu durum bankaların işine gelmez. Bankaların Türkiye ekonomisinin araba üretip üretmemesi konusunda çok fazla derdi yoktur. Bankaların derdi kolay para kazanmaktır. Çünkü Türkiye’deki bankaların maalesef yüzde 50’ye yakın bir kısmı yabancıların (Hollanda, İspanya, Fransa, İngiltere bankaları vs.) elinde.
TÜRKİYE HER ŞEYE RAĞMEN YÜZDE 7,4 BÜYÜDÜ
Gezi Parkı Şiddet Eylemleri, 17-25 Aralık darbe girişimi, 15 Temmuz darbe girişimi, MİT tırları ihaneti ve hendek terörü gibi içeriden ve dışarıdan destekli müdahalelere rağmen Türkiye yine de bir başarı hikayesi yazdı. Özellikle kalkınma alanında Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün, Marmaray’ın, Osmangazi Köprüsü’nün veya Avrasya Tüneli’nin yapılması. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde de bu bağlamda pek çok hamlenin yapıldığını biliyoruz. Özellikle savunma sanayii alanında ciddi bir başarı hikayesi var.
En son Zeytin Dalı Harekatı’nda da bunun somut meyvelerini Türkiye toplamış oldu. Bu anlamda Türkiye kendisine faizler üzerinden uygulanan o baskıyı kırabildi mi ki bunları yapabildi? Ve yapılanlar bundan sonrası için nasıl bir tablo koyuyor önümüze?
Türkiye’nin 2013’ten bu yana başına gelenler veya Türkiye’ye 2013’ten beri dayatılmaya çalışılanlar herhangi bir Avrupa ülkesinde olsaydı yatırımcılar bırakın yatırım yapmayı tası tarağı toplayıp ülkeyi terk ederlerdi. Tüketiciler, tüketim harcaması yapmazdı hatta intiharlar artardı. Ve hükümet ceketini alıp giderdi. Ama bizim iki yüz yıldır yaşamış olduğumuz gelişmeler, iki yüz yıldır atlatmış olduğumuz badireler bizi daha da güçlü yaptı. Siyasetçisiyle, iş adamıyla ve vatandaşıyla… Bu bizi güçlü yaptığı için bu kadar badireye rağmen, bu kadar olumsuz gelişmeye rağmen Türkiye hala yüzde 7,4 büyüyor. Adamların zaten takıldığı konu bu. Kardeşim bu ülkede halkın moral olarak çökmesi lazım. Hükümetin “Artık yeter istifa ediyorum” demesi lazım. Yatırımcıların yatırım yapmayı bırakın yerli arabaymış, İHA’ymış bunları yapmayı bırakıp çekip gitmesi lazım. Bu beklenti olmayınca “Ya nasıl oluyor bu?” diyorlar.
Çünkü hükümetin bir uzun vadeli planı var ve bu plan Türkiye’yi kalkındırma planıdır. Yani bu planın uygulanması için siyasi istikrar lazım ve o siyasi istikrarı korumaya çalışıyor hükümet. Yatırımcısı veya vatandaşı da diyor ki “Ya kardeşim bu coğrafya zor bir coğrafya. Bu coğrafyada bir kalkınma hikayesi çıkacaksa bu biraz bu tip badireleri atlatıp, bu tip badirelerde güçlü durarak ancak başarılır.” Dolayısıyla biraz da anlayamadıkları şey bu. Hani 2017’nin başında bütün uluslararası kurumlar şunu bekliyordu, Türkiye yüzde 2,5 büyür, yüzde 3,5 büyür. Büyüme yüzde 7,4 olarak geldi. Niye? Çünkü şunu düşünüyorlardı: “Kardeşim terör olaylarında yüzlerce insan ölmüş. Halkın morali bozulmuş, bir de üzerine darbe gelmiş. Ekonomi 2016’nın üçüncü çeyreğinde daralmış. Zaten ben bu adamlara eskisi kadar para vermiyorum.
Küresel finans piyasaları eskisi kadar Türkiye’yi beslemiyor. Bu ortamda bu adamlar büyüyemez kardeşim!”
Nasıl büyüdü?
Bir dayanıklılık var. 15 Temmuz oldu ama 15 Temmuz’u atlatmanın yolu yatmak değil, kaçmak değil, yatırım yapmaktır.
Peki orada Kredi Garanti Fonu’yla beyaz eşyaya vergi indirimi getirilmesinin katkısı ne kadar olmuştur?
Devletin burada önemli teşvikleri oldu. Yani, Kredi Garanti Fonu’yla bankacılık sektöründeki tıkanıklığı biraz açtılar ve bankacılık sektörü piyasaları belli ölçüde rahatlatabilecek krediler verdi. Bazı sektörlere ciddi teşvikler sağlandı. Bu teşviklerle yeni yatırımlar yapılmaya başlandı. Onların etkisini gördük. Bununla birlikte bazı vergi indirimleri uygulandı. Bu vergi indirimleri de tüketim harcamalarını artırdı ve ekonominin büyümeye dair sinyaller vermesiyle birlikte vatandaşta harcama eğilimini artırdı. Artı olarak da 2017 küresel ekonomi için iyi bir yıldı. Küresel ekonomi hızlı büyüdüğü için yurt dışından Türk ürünlerine gelen talep de arttı. Dolayısıyla ihracatta da çok ciddi bir sıçrama yakaladık. Bunlar sayesinde ekonomi büyüdü ama bunların yapılamayacağını düşünüyorlardı.
TÜRKİYE’NİN YATIRIM YAPMASI LAZIM
Şu anda AK Parti’nin finansal politikası, 2013’te başlayan imalat sanayiini güçlendirmeye dönük perspektifi devam ettiriyor mu? Eğer böyleyse tüm bu baskılara rağmen bunu nasıl uygulayabiliyor?
Şu anki perspektifte de aynı yerde AK Parti ve şunları diyor: Türkiye’nin kalkınması için sadece hizmetler sektörüne değil sanayiiye, tarıma ve bölgesel kalkınmaya da ağırlık verilmesi lazım. Bu yüzden de Türkiye’nin yatırım yapması lazım. Yatırımların oluşması için destek sağlıyorum, teşvik veriyorum, vergi indirimlerini de sağlıyorum, ucuz düşük faizli kredi veriyorum ama tek başıma yeterli olamam”. Zaten dünyanın hiçbir yerinde sadece devlet eliyle kalkınamazsınız. Yapılabilseydi bunu Sovyetler Birliği yapabilirdi ama o da yapamadı. Dolayısıyla özel sektöründe kendi finansmanını bulması lazım. Nasıl bulacak o finansmanı? Bu yüzde 18’lerde olan ve yüzde 20’leri zorlayan faizlerle yatırım yapmak kolay mı? Sizin kar marjınız yüzde 13-14 ama o kar marjını yakalamanız için gereken yatırımın faizi yüzde 18, yani yatırım yaptığınız zaman zaten yüzde 4 geriye gidiyorsunuz. Şimdi AK Parti hala durduğu yerde olduğu için faizlerin bu kadar yüksek olmasına tepki gösteriyor ama finans piyasası da tam tersine kendi çıkarlarını düşündüğü için faizlerin daha da artması gerektiğini söylüyor.
HÜKÜMET SEKTÖRLERE HEDEFLER BELİRLEMELİ
Türkiye nükleer enerji alanında da bir yatırıma girdi. Savunma sanayii alanında zaten belli adımlar atılıyor. Bunları nasıl değerlendireceğiz ve diğer yandan da uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin notunu düşürdüğü bir atmosfer var. Bunun da ekonomiye faiz, döviz, enflasyon gibi çeşitli alanlarda olumsuz yansımaları oluyor. Bunları değerlendirirsek nasıl bir tablo çıkar ortaya?
Şu anda hükümet diyor ki: Ben bazı destekleri verdiğim zaman ekonomi büyüyor. Ama ekonomi büyüdüğü zamanda benim cari açığım artıyor. Niye cari açığım artıyor? Çünkü büyümeye başladığım zaman, daha fazla araba, elektronik ev aletleri, tekstil üretmeye başladığım zaman veya daha fazla inşaat yapmaya başladığım zaman ithalatım da artıyor. Niye? Çünkü yüksek teknolojili ürünleri veya kritik ara mallarını kendim üretemiyorum, dışarıdan alıyorum. Yani 100 TL’lik bir üretim yapıyorum ama bunun 50 TL’sini dışardan alarak yapıyorum. O yüzden cari açığım da artıyor. Cari açığım arttığı zaman da “Türkiye aşırı ısındı, Türkiye krize sürükleniyor” gibi müdahalelere, spekülasyonlara maruz kalıyorum. Bu yüzden ekonomideki dalgalanmalar artıyor. O zaman ne yapmam lazım? “Teşvik verirken artık daha seçici olmam lazım.” Yani bu ara malı ithalatını azaltıcı alanlara teşvik vermem lazım. Şimdi yirmi üç sektör belirlendi, on dokuz şirket belirlendi ve bu şirketler Türkiye’nin cari açığını yaklaşık 19 milyar dolar azaltabilecek. Bu Türkiye’yi çok ciddi manada rahatlatacaktır. Türkiye bu alanlarda yatırımlar yapıyor. Türkiye önceden bu kadar spesifik teşvik vermiyordu. Herkese teşvik veriyordu. Teşvik ekonomiyi canlandırıyor, doğrudur ama kısa vadede veya orta vadede canlandırıyor. Uzun vadede Türkiye’nin istediği yere ülkeyi getirmiyordu.
Hükümet artık sektör temelli gidiyor. Bu güzel bir şey ama bunun yanında sektörlere bir yıllık, üç yıllık, beş yıllık, on yıllık hedefler belirlemeli. “Bu hedefleri tutturduğunuz zaman vereceğim teşvik miktarı da artacaktır ve ben sizleri takip edeceğim. Bu hedefleri tutturabiliyor musunuz? Teşvikleri bu hedefler doğrultusunda arttırıp azaltacağım” diyerek verdiği teşvikleri takip etmeli. Yani bir fayda-maliyet analizi yapmalı.
Güney Kore’nin kalkınma karnesinde şunu görüyoruz; devlet ihracata bakıyor. “Ben sana teşvik verdim, sen ne kadar ihracat yaptın.” Bunu Türkiye’de de belki yapabiliriz.
Evet, bu da önemli. Cep telefonu ürettik güzel ama hükümetin şunu demesi lazım: “Bu cep telefonunu sen İngilize, Almana, Meksikalıya, Çinliye veya Arnavuta satabiliyor musun?” Biraz da ihracatı hedefleyerek bizim teşvik vermemiz lazım. Bununla birlikte ekonomi büyüdükçe cari açığı artıran bir diğer kritik alan ise enerjidir. Ürettiğin zaman, büyüdüğün zaman enerjiye ihtiyacın var. Sanayiinin de enerjiye ihtiyacı var, hizmetler sektörünün de enerjiye ihtiyacı var, konutlarında enerjiye ihtiyacı var. Bu büyükçe bir gereksinim, kaçınılmaz. Peki, Türkiye kendi enerjisini üretebiliyor muydu? Hayır. Ne yaptı? Eski enerji bakanı zamanında başlatılan şimdi Berat Albayrak zamanında da daha da hızlandırılan projelerle -ki ben Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığını son dönemlerdeki en başarılı bakanlıklardan bir tanesi olarak görüyorum- yerli enerji üretimini arttırmaya çalışıyor şu anda. Bizim petrolümüz yeteri kadar yok, doğal gazımız yeteri kadar yok. Bunların alternatiflerini bulmamız lazım. Türkiye nereden faydalanabilir, nereden enerji üretebilir? Rüzgar, güneş, nükleer, hidroelektrik. Buraya yöneliyoruz, burada ciddi yatırımlar yapılıyor. Bu yatırımlar hayata geçip realize olduğu zaman Türkiye’nin yerli enerji üretimi artacak ama diğer taraftan da konvansiyonel enerjiyi boş vermiyoruz. Kuzeyde ve güneyde petrol ve doğal gaz aramaya devam ediyoruz. Doğal gaz piyasasındaki o talebin yüksek olduğu dönemlerde yani kış dönemlerinde arz ve talep dengesizlikleri oluyor. Onların önüne geçmek için depolama tesisleri inşa ediyoruz. Yani çok ciddi yatırımlar yapıyoruz.
KREDİ DERECELENDİRME KURULUŞLARI SADECE NEGATİF TARAFLARA BAKIYOR
Bu pozitif tablo içinde uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının kararları neden negatif peki?
Kredi derecelendirme kuruluşları “Türkiye ile Batı arasındaki uyum bozuluyor mu bağlamında bakıyor olaya. O zaman “Ben Türkiye’nin ekonomisinin kırılganlığının arttığına dair bahaneler üreteyim” diyor. S&P bir bakıyor ki Türkiye ile ABD’nin çıkarları zıtlaşmaya başladı. O zaman “Küresel trende ayak uydurmak için Türkiye’nin bu sefer ekonomisinde ne gibi sorunlar bulurum da onları köpürtürüm” diye düşünmeye başlıyor ve onları köpürtmeye başlıyor. Sorunlar tabii ki var, her ülkenin sorunları vardır. Ama kredi derecelendirme kuruluşlarının abarttığı kadar ciddi sorunlar değil bunlar. Ekonomideki başarı hikayelerini görmüyorsun. Pozitif taraflarını görmüyorsun. Bu taraflarını görüyorsun. Türkiye’nin ABD’yle arası iyi olsa, bu sefer negatif tarafları hiç görmeyecekler. Ne öyle yap ne böyle. Objektif ol.
OHAL İŞ ADAMINA VEYA VATANDAŞA UYGULANMIYOR
Cumhuriyet Halk Partisi’nin genel başkanı ve bazı milletvekilleri “Ekonominin daha iyi olabilmesi için OHAL’in kalkması lazım diyorlar. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
15 Temmuz’dan sonra birçok farklı toplantıda iş adamlarıyla bir araya geldik. Bu iş adamlarının bir kısmı kendi yatırımı olan insanlar bir kısmı da yabancı ortağı olan insanlardı. Söylenen şey OHAL’in iş dünyasındaki günlük işlere etkisi olmadığı yönündeydi. OHAL ile devlet kendi kendine bir ceza verdi. Devlet dedi ki: İçimize sızmış FETÖ yapılanması çok ciddi yanlışlar yapmış. O yüzden ben bu kesimi ortadan kaldırıp bürokrasiyi ve devlet yapılanmasını geliştireceğim. Başbakanın da söylediği gibi, devlet OHAL’i kendisine uyguluyor şu an. İş adamına veya vatandaşa uygulamıyor. Dolayısıyla OHAL’in işleri yavaşlatma veya şirketlerin, tüketicilerin önünü kesme gibi bir etkisi yok. Şu var, OHAL bahane edilerek piyasalarda tedirginlik havası estirilmeye çalışılıyor.
Yeniden erken seçime dönersek kamuoyu şirketlerinin araştırmalarına göre Cumhurbaşkanı Erdoğan en güçlü aday. Erdoğan’ın birinci turda sandıktan çıkacağına yönelik ciddi sonuçlar açıklanıyor. AK Parti-MHP-BBP ittifakı toplumda önemli bir sinerji oluşturmuş durumda. Bu veriler doğrultusunda 24 Haziran’ı değerlendirdiğinizde ekonominin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Eskiden seçimler bittiğinde kimin iktidara geleceği, tek başına iktidar mı yoksa koalisyon mu olacak, kimin politikaları hayata geçecek gibi belirsizliklerle birlikte olurdu. Yeni sistemle birlikte artık bu tip belirsizlikler olmayacak. Böylece diğer taraftan siyasi riskler azalırken bir taraftan da etkin ve hızlı karar alma mekanizması oluşacak. Bakanlıklar günlük siyasetin belli ölçüde dışına çıkacaklar, daha profesyonelce yönetilecekler. Bunlar ekonomik büyümeyi ve gelişmeyi besleyici unsurlardır.