Dünya ekonomisindeki büyüme ivmesi, küresel ekonomik krizden bu yana bir türlü toparlanıp kriz öncesi seviyelere döndürülemedi. Bir taraftan Avrupa’da Yunanistan merkezli süregiden kriz dinamikleri, diğer taraftan başta Çin olmak üzere yükselen ekonomilerdeki yavaşlama eğilimleri baş ağrıtmaya devam ediyor. Tam da bu sebeple, küresel krizin yönetişimi sürecinde kritik roller üstlenen merkez bankaları ve ekonomi yönetimleri, aynı anda büyüme ve istihdam dostu olabilecek yeni politikalar, stratejiler ve inovatif uygulama araçları bulma baskısı altında çalışıyor. Küresel yatırımcıların risk iştahı inişli-çıkışlı bir seyir izlerken, yükselen ekonomiler arasında daha fazla dış yatırım çekebilmek için amansız bir yarış devam ediyor. Böyle kritik bir küresel konjonktür içinden geçilirken Türkiye’de Merkez Bankası yönetiminde bir yönetim değişikliğine gidildi ve Murat Çetinkaya, başkanlığı Erdem Başçı’dan devraldı. Banka’nın başkan yardımcıları ve Para Politikası Kurulu üyeleri de süreç içinde kısmen değişecek.
Merkez Bankası, kurumsal performans açısından, özellikle küresel ekonomik kriz ve hemen sonrasındaki krizden çıkış süreçlerinde, para politikasını stratejik olarak yönetmedeki başarısıyla takdir topladı. Ancak 2012 yılından itibaren ise önce Gezi Parkı şiddet eylemleri süreci, ardından 17-25 Aralık darbe girişimi gibi yapay krizlerle üretilen risk algısını yönetmekte pek başarılı olamadığı fikri genel kabul görüyor. Kur savaşlarının yaşandığı gelişmiş ve yükselen ekonomilerde büyüme, istihdam ve ihracatı destekleyecek politikalar uygulanıp buna uygun finansal araçlar gündeme alınırken ortodoks enflasyon hedeflemesi rejiminde ısrar edilip sıkı para politikasının katı biçimde sürdürülmesi yanlıştı.
Dünyada düşen enerji maliyetlerine rağmen içerideki gıda fiyatları ve küresel kırılganlıklar yüzünden azalan doğrudan yatırım ve sermaye akımlarının kur ve enflasyon üzerinde oluşturduğu baskıyı kırabilmek için uygulanan yüksek politika faizleri, belirlenen enflasyon hedeflerini ıskaladı. Ayrıca Türkiye ekonomisinin büyüme ivmesini de büyük ölçüde baltaladı. Kriz öncesindeki yıllık ortalama yüzde 5,5-6 seviyelerinden ortalama yüzde 3,5-4 seviyesine düşen ve dünya ekonomisindeki durgunluk bağlamında fena sayılmamakla birlikte ülkede mevcut istihdam düzeylerini korumayı dahi zorlaştıran bir zayıf büyüme patikası oluştu. Merkez Bankası’nın yasal yetki alanı fiyat istikrarını korumak ve enflasyonu kontrol altına almak şeklinde tanımlanmış olsa da para politikasının ekonomideki büyüme ivmesini olumsuz etkileyen karakteri sıkça dile getirildi ve bu alanda yoğun kurumsal eleştiriler seslendirildi.
Ayrıca uzun süre ertelendikten sonra, 2014 yılı başında alelacele alınan 5,5 puanlık şok faiz artırımı kararı ve bu faiz artışının küresel konjonktürdeki açılımlar değerlendirilerek bir türlü geri alınamamış olması, Banka’nın kurumsal itibarını ve kredibilitesini oldukça yıprattı. Enflasyon hedeflemesi rejimine rağmen tutturulamayan enflasyon ve kur hedefleri, kamusal iletişimde yapılan bazı hatalar ve büyüme-istihdam odaklı uzun vadeli kalkınma politikalarına uzak duruş, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Merkez Bankası yönetimini ve para politikalarını açıktan eleştirdiği bir süreci başlattı. Merkez Bankası’nın para politikasını tasarlayıp uygularken “amaç bağımsızlığı”na değil, sadece “araç bağımsızlığı”na sahip olduğu bir tarafa bırakılarak bu tür eleştiriler genelde bir bağımsızlık ihlali gibi yansıtıldı. Hatta Cumhurbaşkanı’nın çıkışlarının Banka yönetimini baskı altında bırakarak objektif ekonomik şartlar gerektirdiği durumlarda dahi faiz yükseltme opsiyonunu elinden aldığı ve bunun sonucunda azalan sermaye akımlarının bir yansıması olarak faizlerin normalde çıkacakları seviyelerin daha da üzerine tırmandıkları iddia edildi.
Merkez Bankası’nda Yönetim Değişikliğinin Sembolik Anlamı
Bu yüzden Merkez Bankası’ndaki yönetim değişikliği, finans sektörü ve dış yatırımcıların beklentileri kadar içerideki büyüme ve istihdam önceliklerini de hesaba katan bir merkez bankacılığı çerçevesinin oluşturulmasında bir ilk adım olarak sembolik öneme sahip.
Ancak bütün bu tartışmaların tamamen kamuoyu gündemi dışında kalması ve kurumun itibarının yeniden onarılması için bir normalleşme sürecine ihtiyaç olduğu son derece açıktı. İşte bu bağlamda Merkez Bankası Başkanlığı’na Murat Çetinkaya’nın atanması, içeriden atama ve kurumsal devamlılık geleneğini sürdüren bir adım olduğu için piyasalar tarafından son derece olumlu karşılandı. Yönetimdeki bu yumuşak geçiş ile birlikte merhum Adnan Büyükdeniz’in 2006 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in müdahalesi sonucu uğradığı haksızlığın ardından ilk kez katılım bankacılığı kökenli bir başkan atanmış oldu. Katılım bankacılığı konusunda yerel ve uluslararası birikimi olan bir ismin başkanlığı, katılım bankacılığının Türkiye bankacılık sektörü içindeki özgül ağırlığını şüphesiz artıracak. Ayrıca başkanın KOBİ’ler ile yakın çalışma tecrübesine sahip olması, reel sektörün finansman ihtiyaçlarını daha yakından gözeten bir politika çerçevesinin oluşmasını da sağlayabilir. Banka yönetimindeki yenilenmenin Çetinkaya’nın profili ve duruşu ile uyumlu seyredeceğini bekleyebiliriz.
Türkiye özelinde kısa vadede para politikasında çok önemli kırılmalar beklememekle birlikte, orta ve uzun vadede katı enflasyon hedeflemesi sisteminin sorgulanmaya başlanabileceği öngörülebilir. Fiyat istikrarı ile büyüme ve istihdam hedeflerine aynı anda odaklanan bir merkez bankası çerçevesine doğru arayışın ilk adımları da atılabilir. Hatta reel sektör ve bilim-sanayi politikaları ile “konuşabilen” bir merkez bankacılığı anlayışının yeşereceğini beklemek yerinde olur.
Faiz İndirimi Beklenebilir
Murat Çetinkaya yönetimindeki yeni banka yönetiminin başkan yardımcıları ve Para Politikası Kurulu üyeleri ile bir bütün olarak süreç içinde şekillenmesi ile birlikte gerek Cumhurbaşkanlığı, gerekse Hükümet nezdinde öne çıkan kalkınma politikalarının temel öncelikleri ile önceki döneme göre daha uyumlu bir para politikası çerçevesi oluşturma şansları yüksek. Makro-ihtiyati tedbirleri elden bırakmadan büyümeye ve istihdama maksimum destek vermenin yolları daha inovatif ve yaratıcı biçimlerde aranacaktır. Yeni dönemde suni “bağımsızlık” tartışmalarının tarih olacağını öngörmek de zor değil.
Bir defa, bu değişim siyasi polemiklere konu edilen bir hassasiyet unsurunun ortadan kaldırılması anlamını taşıyor. Önceki yönetim, enflasyon hedeflemesi ve sıkı para politikasında büyümeden ödün verme pahasına ısrar edip faiz indirimlerinde piyasanın gerisinde kalarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’la sık sık ters düşmüştü. Dahası bu durumun uluslararası sermaye çevrelerine taşınması, makroekonomik yönetim ve politika öncelikleri açısından bir çift başlılık görüntüsü oluşturuyordu. Yeni dönemde politize edilmeye müsait bu türden tartışmaların izale edilecek olması, Türkiye’nin kalkınma öncelikleri ve birbiriyle daha uyumlu bir ekonomi yönetimi mimarisinin ortaya çıkmasına zemin hazırlayacak. Önümüzdeki dönemde başkanlık sistemine muhtemel bir geçiş durumunda ise kurumlar arası koordinasyon hayati önemde olacak.