Bu yıl 14-16 Şubat tarihlerinde 56’ncısı gerçekleşen Münih Güvenlik Konferansı, önemli konuklara ev sahipliği yaptı. Konferansın ana temasının “Westlessness” (Batısızlık) terimi olarak belirlenmesi, Batı dünyasının uluslararası siyasette daha az etkin olduğu ve geri çekildiği tezi ile irtibatlıdır. Artan bir sıklıkla Batılı ülkelerin dünyanın çeşitli yerlerinde devam eden kanlı çatışma ve krizlere adeta seyirci kalması, köklü bir geleneğe sahip olan Münih Güvenlik Konferansı öncesi yayınlanan 2020 Münih Güvenlik Raporu’nda da detaylandırılarak ele alınmıştır.
Bir Transatlantik Platformu
Uzun bir geçmişe sahip olan Münih Güvenlik Konferansı, 1963’ten bugüne kadar her yıl Şubat’ta Münih’te gerçekleştirilirken 2008’den bu yana mevcut başkan, emekli büyükelçi Wolfgang Ischinger’in yönetimindedir. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bir istişare platformu olarak “transatlantik” ülkeler nezdinde önemli bir yeri teşkil eden konferans, bağımsız bir platform düşüncesiyle uluslararası siyaset, güvenlik ve savunma alanlarında NATO müttefiklerinin bir araya gelmesini hedeflemiştir. Böylelikle ilk başta NATO ülkeleriyle sınırlandırılan konferansa 90’larda eski Doğu Bloku ülkeleri de davet edilerek bir çeşitliliğe gidilmiştir. Geçmişte aktif görevdeki siyasetçiler, diplomatlar ve yüksek rütbeli askerler ile gerçekleştirilen konferans, günümüzde daha kapsamlı ve çeşitlilik arz eden bir kitleye hitap ettiğini ileri sürmektedir. Böylelikle farklı STK’lar ve dünyanın çeşitli bölgelerinden katılım sağlayan önemli ülke temsilcileri de davet edilmektedir.
Konferansın temel amacı dış ve güvenlik politika alanında uluslararası bir diyalog kanalının sürdürülmesi ve birçok aktörü bir araya getirmektir. Bu doğrultuda siyasi elitler ve karar alıcılar nezdinde önemli bir prestije sahip olan Münih Güvenlik Konferansı, hala ağırlıklı olarak bir transatlantik platformudur. Bununla birlikte son yıllarda eleştirilere de muhatap olan konferansın, küresel sorunlara çözüm önerileri sunmaktan ziyade endişeli siyasi elitleri bir araya getirmekten fazla bir işlevi olmadığı ileri sürülmektedir.
Ev sahibi Almanya’nın dış politikası açısından da konferans önemli bir yere sahiptir. Zira 2014’te dönemin Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’un “Almanya’nın dünyadaki rolü” başlıklı ve son derece özgüvenli konuşması, Alman dış siyasi elitlerinin de daha sonraki yıllarda -en azından söylemsel kalan bir hedef olarak- dile getirmeyi sürdürdükleri “dış politikada daha fazla sorumluluk üstlenme” çağrısına sahne olmuştur. Buna rağmen son yıllarda somut adımlar gelmemiş, hatta Alman iç siyasetindeki olumsuzluklar silsilesinin oluşturduğu, başta aşırı sağcı partilerin veya genel olarak uç hareketlerin öne çıkarak merkez partilerinin gerileyişi, dış politikadaki hedefleri gölgede bırakmıştır. Münih Güvenlik Konferansı başkanlığı yanı sıra federal hükümete danışmanlık da yapan emekli büyükelçi Ischinger’in son zamanlarda Alman dış ve güvenlik politikalarına yönelik oldukça eleştirel bir dille yaklaşmasını da Almanya’nın dış politikada formülleştirdiği ancak hayata geçiremediği gerçeğiyle ilişkilendirmek gerekmektedir. Ischinger özetle Almanya’nın küresel siyasette “daha fazla sorumluluk üstlenmesi” gerektiği söyleminin altının doldurulmadığı ve Almanya’nın hala üzerine düşen rolü somut olarak üstlenmediğine sıklıkla işaret etmektedir. Her ne kadar Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un da bu konuda genelde AB ve özelde ise Almanya’ya benzer eleştiriler yönelttiği bilinse de Ischniger’in bu bağlamdaki sözlerinin Alman karar alıcıları nezdinde daha etkili bir karşılığı olduğunu söylemek mümkündür.
Almanya’dan Özeleştiri
Konferansın açılışını mevcut Almanya Cumhurbaşkanı -ve eski bir SPD’li Dışişleri Bakanı olan- Frank Walter Steinmeier gerçekleştirmiştir. Gauck’un 2014’teki ilk konuşmasında olduğu gibi bu yıl da bir Alman Cumhurbaşkanı tarafından Almanya’nın “daha fazla sorumluluk üstlenmesi gerektiği” üzerinde durulmuş, Steinmeier’in bu çağrısı bilhassa Alman siyasi partiler nezdinde olumlu karşılanmıştır. Steinmeier’in Alman iç siyaset ve toplumsal gelişmelere yönelik de özeleştirel bir dil kullanması dikkatlerden kaçmamış, esasen Almanya’nın dış politika hedefleri ile iç siyasetteki buhran ikilemi arasında sıkışıp kaldığını daha çok belirginleştirmiştir. Bu bağlamda bazı Alman milletvekillerine göre Cumhurbaşkanı’nın konuşmasında “bazı milletvekillerinin söylemeye cesaret edemediği hususları dile getirmesi” de ayrıca dikkat çekmiştir.
Steinmeier’in konuşması esnasında bir yandan transatlantik iş birliğine ve ABD ile ilişkilerin korunmasına yönelik çağrıda bulunurken, aynı zamanda ABD Başkanı Trump yönetimini sert bir şekilde eleştirmesi de geçtiğimiz yıllardaki Almanya pozisyonunun tekrarı olmuştur. Buna göre ABD’nin artık barış yapıcı ve barışı koruyucu bir konumdan uzaklaştığı belirtilirken, bu tutumun esasen sadece ABD ile de sınırlandırılamayacağını, genel anlamda bunun Batı dünyasında da geçerli olduğuna işaret edilmiştir. Steinmeier, Avrupa’nın da iç sorunlar sebebiyle içe kapanmasına değinmeyi ihmal etmemiş, bu konuda da konferansın bu yılki ana teması olan “Westlessness” kavramını ele almıştır.
Pompeo’nun Tepkisi
Konferansta Alman Cumhurbaşkanı’nın konuşmasına bir yanıt olarak değerlendirilen yaklaşım, ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun dikkat çeken konuşmasıdır. Almanya ve Fransa arasındaki kısmi perspektif farklarına rağmen Fransa Cumhurbaşkanı Macron da Steinmeier’a benzer tonda ABD’ye yönelik eleştirel bir söylemde bulunmuş ve Alman Cumhurbaşkanı’ndan ise övgülerle bahsetmiştir. Ancak aynı anda olumsuz küresel bir tablo çizen Macron’a ertesi gün konuşmasını gerçekleştiren Pompeo’nun kolektif bir cevap verdiği yorumları yapılmıştır. Nitekim Macron’un Avrupa’nın “kendi kaderini eline alması gerektiği” mealindeki inancının altını çizmesi ve “Avrupa’yı yenileyecek ve stratejik bir siyasi güce dönüştürecek Avrupa stratejisine ihtiyaç olduğunu” belirtmesi, Pompeo’nun bir nevi reaksiyonunu daha da anlamlı kılmıştır.
İlginç bir şekilde Pompeo, Avrupalıların olumsuz ve pesimist söylemlerinin aksine esasen Batı dünyasının kazançlı olduğu söylemini işlemeye çalışmış ve Avrupalı müttefiklerin bu fikre katılmamasını da eleştirmiştir. Pompeo Batı’nın, özgürlük ve demokrasinin kazandığını ve böylelikle “hep beraber kazanıldığını” savunurken, “Transatlantik ittifakı ölmüştür” argümanının da abartılı bir söylem olduğunu ileri sürmüştür. Burada bilhassa geçtiğimiz aylarda Fransız Cumhurbaşkanı’nın “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” söylemi akla gelirken, Pompeo’nun sözleri Macron –veya benzer eğilimdeki aktörlerin– somut bir perspektif olmaksızın ikna edilmeye çalışılması olarak yorumlanabilir. Bu iki yaklaşıma yönelik bilhassa Alman ve Avrupa kamuoyunun tepkisi ise Pompeo’nun bakış açısının inandırıcılıktan yoksun olduğu yönündedir. Her ne kadar ABD’nin her şeye rağmen hala önemli bir müttefik ve en önemli askeri müttefik olduğu konferans sonrası yapılan analizlerde de kabul edilse de, sık sık ABD yönetimine yönelik son derece eleştirel yaklaşım da sürdürülmüştür.
NATO adına konferansta bulunan NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg de genel bir çerçeve ile ABD-Avrupa iş birliğinin önemi üzerinde dururken, daha çok görev gereği ve neredeyse sloganca bir söylem ile yalnızca Avrupa’ya değil, Avrupa ve Amerika’ya birlikte inandığını belirtmiştir. Ancak somut olarak anlaşmazlık olan alanlardaki çözüm arayışlarının ne olacağına haliyle başta diğer liderler gibi Stoltenberg’in değinmesi de mümkün olmamıştır.
Türkiye’nin Pozisyonu
Konferansta son güne ayrılan en önemli gelişmelerden birisi ise Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun geçtiğimiz ay Libya konulu “‘Berlin Konferansı’nda alınan kararların uygulanmasını ele almak amacıyla” dışişleri bakanları seviyesindeki “Libya Uluslararası İzleme Komitesi” toplantısına katılması ve Rus ve Alman mevkidaşlarıyla da bir araya gelerek İdlib krizini ele almasıdır. Çeşitli ikili görüşmeler gerçekleştiren Çavuşoğlu yanı sıra, Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas’ın da önemli görüşmeler gerçekleştirdiği kamuoyuna yansımıştır. Bilhassa Maas’ın bu toplantılar sonrasında yaptığı açıklamalar, esasen Libya konusunda da ne Avrupa ülkeleri ne de NATO müttefikleri bağlamındaki bir birliktelik inancının Hafter ve destekçileri konusunda bir caydırıcılık sağlayacağını göstermiştir. Bu bağlamda meşru Libya hükümetini destekleyen Türkiye’nin pozisyonunu hala tam anlamıyla idrak etmekten uzak bir görüntü çizen Maas, gerçekçi ve somut sonuç odaklı bir yaklaşım sergileyememiştir. Benzer bir tutum eksikliği, İdlib’de yaşanan olumsuzluklara yönelik AB ülkeleri ve ABD’nin söylemlerinde de gözlenmiş, haliyle Batılı müttefiklerin Türkiye’nin yanında durmayışı bir kez daha netleşmiştir.
Sonuç olarak konferans sonrası akıllarda kalan en önemli husus, önde gelen Avrupa ülkelerinin ABD’den bağımsız bir savunma perspektifinin hayata geçirilmesi konusunda ısrarcı olmalarına rağmen bunun nasıl ve ne ölçüde hayata geçirileceğinin ise bir kez daha cevaplanamamasıdır. Bu bağlamda geçtiğimiz aylarda NATO’nun beyin ölümünün gerçekleştiği yönündeki değerlendirme de bir kez daha akıllara gelirken Almanya ve ABD gibi ülkelerin hala NATO’nun -ve genel anlamda Batı dünyasının- yaşadığına işaret etmesi dikkat çekmiştir. Ancak her iki pozisyonun da küresel kriz ve sorunlara yönelik somut çözümler formülleştirmekten uzak oldukları açıktır. Bu bağlamda başta Libya ve Suriye krizleri konusunda dahi somut bir yol haritasını hayata geçiremeyen Batı dünyası, her iki kriz alanında kendi perspektifinin gereğince hareket eden Türkiye’ye yönelik müttefiklik ruhundan uzak bir yaklaşımda ısrarcıdır. Bu da sorunların çözülebilmesinden ziyade sadece ertelenmesi anlamına gelecektir.