Osmanlı’nın son döneminden bu yana Türk-Alman ilişkileri dönemsel krizlere rağmen oldukça yakın ve kurumsal siyasi, diplomatik ve ekonomik bağlar ile karakterize edilir. Bunlar içinde siyasi ve diplomatik alanlarda zaman zaman yaşanan krizler, fikir ayrılıkları ve çatışmalara rağmen ekonomik ilişkilerin kendi rayında gelişmeye devam ettiğini görmek zor değil. Yüz yılı aşan karşılıklı etkileşim sürecinde iki ülke ekonomileri ve piyasa aktörleri arasında oldukça kurumsal, güçlü ve krizlere dayanıklı iş birliği mekanizmaları oluşmuş durumda. Bu yüzden ikili ilişkilerde son dönemlerdekine benzer şekilde ortaya çıkan siyasi krizlerin ekonomik yaptırımları tetikleyebileceği yönündeki söylemlere her zaman mesafeli yaklaşmak gerekir.
Tarihsel olarak Osmanlı’nın son demlerinde Bismarck liderliğinde milli birliğini sağlayan ve sömürgecilik yarışına geç katılan bir küresel güç olarak Almanya için Devlet-i Aliyye ile iyi ilişkiler kurmak Balkanlar ve Ortadoğu’da etkin olmak için şarttı. Kendisini parçalamak isteyen İngiltere ve Fransa gibi kolonyal güçleri dengeleyip Rusya ile Avusturya-Macaristan’ın yayılmacılığına direnmek isteyen Osmanlı için de Berlin önemli bir müttefikti. Ancak 19. yüzyılın sonlarında İkinci Sanayi Devrimi’ne liderlik ederek Friedrich List’in “bebek sanayileri koruma” yaklaşımı ile hızlı bir sanayileşme ivmesi yakalayan Alman İmparatorluğu, Osmanlı üzerinde kısa zamanda ciddi bir nüfuz elde etti. Sultan II. Abdülhamid’in izlediği İttihad-ı İslam siyaseti ile uyumlu davranıp kendisini kolonyalist Avrupalı güçlerden ayrıştırmaya ve “güvenilir bir Batılı ortak” olarak konumlandırmaya çalıştı.
Sonuçta Jön Türklerden itibaren Türk modernleşmesine rengini veren kurumsal reform yaklaşımı ve ekonomi/kalkınma yönetişimine bakış Fransız modelinden giderek Alman modeline kaydı. List’in fikirlerinden etkilenen Jön Türkler hızlı kalkınma için proaktif devlet müdahaleciliğini benimsediler ve Almanya gibi “geç kalkınma” örneklerinden ilham alan bir “milli iktisat” yaklaşımı oluşturmaya çalıştılar. Ticaret akımlarındaki temel eğilimler de bu dönüşümü izledi. Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanan ortak travma ve “silah arkadaşlığı” iki toplum arasında bir ünsiyet kurulmasına yol açtıysa da ikili ilişkiler küresel konjonktürdeki gelişmeler bağlamında ilerledi. Almanya’nın kendisi için stratejik etki alanı olarak gördüğü Osmanlı-Türkiye toprakları hem siyasi hem de ekonomik araçlarla bir şekilde kontrol altında tutulmak istendi.
Cumhuriyet Sonrası Almanya ile Ticari İlişkiler
Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra özellikle 1930’lardaki küresel kriz ve devletçilik döneminde Nazi Almanyası ile dış ticaret ciddi oranda artış gösterdi. Büyüme hızını yükseltmek için sanayi politikası uygulayan tek parti rejimi ithalat kotaları ve takas anlaşmaları ile ticaret korumacılığı uyguladı. Avrupa’da Türk ihraç mallarına talep düşerken Türkiye’nin hızlı sanayileşme isteği ile Almanya’nın Ortadoğu’da nüfuz oluşturma çabası örtüştü. Alman ticaret şirketleri Türkiye ile ticaret hesaplarında açık vererek ihraç mallarını dünya fiyatlarının çok üzerinde düzeylerden satın almaya başladı. Böylece Türkiye’nin Almanya’ya olan ticari bağımlılığı stratejik bir hedef olarak artırılmaya ve savaş öncesi muhtemel bir ittifak ilişkisine zemin hazırlanmaya çalışıldı. Ekonomik ilişkiler yine siyasi ve stratejik amaçlarla kullanılıyordu.
Sonuçta Türkiye tarım ürünleri ve metal hammaddeler karşılığında askeri donanım ve sanayi ürünleri satın alarak Almanya’nın Balkanlar ve Ortadoğu’daki ticari iş bölümüne katıldı. Ancak dış ticarette Batılı bir güce aşırı bağımlı hale gelinmesi zamanla CHP tek parti yönetimi içinde ciddi bir rahatsızlık sebebi haline geldi. Zira ekonomik bağımsızlık ülküsü ile başlatılan devletçilik sonunda Türkiye ithalatının yüzde 51’i ve ihracatının yüzde 45’i Almanya üzerinden gerçekleşir duruma gelmişti. Nazi Almanyası gibi revizyonist bir güce bu derece ekonomik bağımlılık özerk kalkınma ideali ve tarafsız dış politika ile çelişiyordu. Almanya’ya ticari bağımlılığı azaltmak üzere diğer Avrupa ülkeleri ile de dış ticaret anlaşmaları yapıldı ama durum yine de çok değişmedi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye ABD liderliğindeki Batı kampına katılıp siyasi-ekonomik konumlanmasını yeniden yapılandırırken Almanya ile ekonomik ilişkiler önemini korumaya devam etti. 1960’lı ve 70’li yıllarda Türkiye ithal ikameci sanayileşme stratejisi uygularken Amerikan çokuluslu şirketleri yanında Alman şirketler de yükselen Türk sanayi burjuvazisi ile köklü ortaklıklar kurdu. Siemens, Bosch, Mercedes, Magirus Deutz, Schneider, Henkel gibi Alman sanayi şirketleri siyasi hayattaki tüm iniş-çıkışlar, askeri darbeler ve ekonomik krizlere rağmen savaş sonrası dönemde aralıksız Türkiye’de var oldu. 1980’li yıllarda açık piyasa ekonomisine geçildikten ve 1996’da Gümrük Birliği uygulaması başladıktan sonra Almanya ile bir yüzyıldan fazladır devam eden köklü ekonomik ilişkiler yapısal olarak daha da güçlendi. Türkiye Avrupa pazarına üretim yapan Alman şirketleri için düşük maliyetli bir üretim ve gümrüksüz ihracat üssü haline geldi. Almanya’da yaşayan ve yılda 50 milyar dolarlık ekonomik değer üretip 450 bin kişiyi istihdam eden 3 milyon Türk kökenli gurbetçi ve 36 milyar dolara ulaşan karşılıklı ticaret hacmi de ilişkilerin önemsenmesine katkı yapan diğer etkenler.
Almanya En Büyük Ticari Ortak
Tarihin birçok döneminde olduğu gibi günümüzde de ekonomik alandaki çok boyutlu iş birliği Türk-Alman ilişkilerinin taşıyıcı kolonu olmaya devam ediyor. Almanya halen Türkiye’nin en büyük ticari ortağı; ihracatta ilk, ithalatta ise Çin’den sonra ikinci sırada. En büyük ihracat pazarımız olan Almanya’ya ağırlıklı olarak otomotiv, hazır giyim, makine, iklimlendirme ürünleri ve yaş sebze-meyve satılıyor. Ayrıca geleneksel olarak turizm sektöründe önemli bir kaynak ülke olan Almanya son yıllarda ekonomik şartların etkisiyle turist sayılarındaki azalmaya rağmen halen ilk üçteki yerini koruyor. Almanya’nın Türkiye ekonomisindeki asıl ağırlığı ise Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı şirketlere bakıldığında ortaya çıkıyor. Türkiye’de Alman sermayeli 6 bin 800 civarında faal şirket bulunuyor ki bu sayı ikinci sıradaki İngiltere’nin iki katından fazla. Alman şirketleri ağırlıklı olarak imalat sanayii ve hizmetler sektöründe yoğunlaşmış durumdalar. İmalatta gıda, hazır giyim, kimyasal maddeler, elektronik, makine, taşıt araçları ve yan sanayiine konsantre olan Alman firmaları; hizmetlerde ise ticaretten turizme, bankacılıktan haberleşmeye geniş bir yelpazede aktif durumda. Özellikle Alman makine ve otomotiv sektörleri açısından Türkiye hem başlı başına önemli bir pazar hem de Avrupa piyasasına ihracat için önemli bir üretim üssü olduğu için önem taşıyor. Başbakan Binali Yıldırım’ın geçtiğimiz haftalarda Alman şirketlerinin üst düzey yöneticileri ile yaptığı toplantıda “bu şirketler bizim şirketlerimiz” ifadesini kullanması da bu bakımdan önem taşıyor.
Tipik bir ticaret devleti olarak ekonomik diplomaside uzmanlaşan ve 2 trilyon dolara ulaşan ihracat hacmini sürekli artırmaya çalışan Almanya için Türkiye kaybedilemeyecek kadar önemli bir ekonomik partner. Trump yönetimi ile birlikte ABD’nin yeni korumacılık uygulamalarına başlaması Almanya’nın da içinde olduğu küresel ticaret savaşlarını iyice alevlendirmeye namzet. Volkswagen’ın cezalandırıldığı emisyon skandalı, Boeing-Airbus arasında korumacılık suçlamaları ile süregiden çatışmalar ve Rusya’ya uygulanan uluslararası yaptırımlardan dolayı Alman enerji devlerinin uğradıkları kayıplar alternatif pazarlar ve üretim üslerinin korunmasını daha da önemli hale getiriyor. Alman şirketleri uluslararası yaptırımların hafiflediği İran’a, yeniden yapılanması için devasa yatırımlara ihtiyaç duyacak Irak’a ve ileride Suriye’ye girmek için bölgesel lojistik üssü olarak görüp istikrarına güvendikleri Türkiye’de güçlü olmak istiyorlar. Dolayısıyla siyasi düzlemde süregiden gerginlikler ve Alman Hava Kuvvetlerinin İncirlik Üssü’nü terk etmesi gibi gelişmeler Alman büyük sermayesi için uzun vadede pek fazla şey ifade etmiyor.
Türkiye’nin ilk Rüzgar Enerjisi Yenilenebilir Enerji Kaynakları (YEKA) ihalesine teklif veren 10 yabancı gruptan 4’ünün Alman olması ve Siemens-Türkerler-Kalyon konsorsiyumunun 1 milyar dolarlık bu önemli ihaleyi kazanması da bu durumun en net teyidi. Alman sermaye devlerinin Türkiye’nin büyüme potansiyeline uzun vadeli güvenleri ve yüksek risk iştahları sürüyor ve bu durum Almanya’nın bölgesel stratejileri ile de gayet uyumlu. Siyasi söylemler ve gerginlikler nasıl seyrederse seyretsin ekonomi cephesinde değişen pek bir şey yok.