7 Ekim 2023'ten bu yana İsrail, yaklaşık 365 kilometrekarelik dar bir kara şeridi olan ve dünyanın en yoğun nüfuslu yerlerinden biri olan Gazze Şeridi'ne kara, hava ve deniz yoluyla geniş çaplı bir askeri saldırı yürütüyor. Neredeyse yarısı çocuk olmak üzere yaklaşık 2,3 milyon insana ev sahipliği yapan Gazze’de, İsrail modern savaş tarihindeki en ağır konvansiyonel bombalama kampanyalarından birini gerçekleştiriyor. İsrail, Gazze’ye haftada ortalama yüksek tahribatlı 6 bin bomba yağdırıyor. İsrail'in bu orantısız ağır saldırıları, sadece iki ay içinde 2012-2016 arasındaki Suriye'nin Halep kentinin, Ukrayna'nın Mariupol kentinin ya da oransal olarak İkinci Dünya Savaşı'nda Müttefiklerin Almanya'yı bombalamasından daha fazla yıkıma yol açtı.
İsrail'in askeri operasyonunun başlamasından bu yana, 10 binden fazlası çocuk olmak üzere 26 binden fazla Filistinli öldürüldü ve çoğu ağır olmak üzere yaklaşık 65 bine yakın Filistinli de yaralandı. 120 gazeteci, 167 insani yardım kuruluş çalışanı ve 135 BM personeli katledildi. Gazze’de tüm binaların yüzde 60’ından fazlasına denk gelen 355 binden fazla ev hasar gördü ya da yıkıldı. 1,9 milyon Filistinlinin (toplam nüfusun yaklaşık yüzde 85’i) ülke içinde yerinden edilerek daha küçük alanlara göçe zorlanması, sivillerin korunamaması, hastanelerin savaş alanına dönüşmesiyle sağlık sisteminin çökmüş olması, Gazze’yi yaşanmaz hale getirdi. Salgın hastalıkların yaşanması, insani yardım sisteminin İsrail tarafından bilinçli olarak çökertilmesi ve bununla birlikte komşu ülkelere yönelik kitlesel göç baskısının artması, Gazzelileri daha vahim bir riskle karşı karşıya getiriyor.
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres'in Mayıs 2021'de yaptığı "Eğer yeryüzünde bir cehennem varsa, o da Gazze Şeridi'ndeki çocukların yaşamlarıdır" açıklaması, artık dehşet verici bir gerçekliktir.
İsrail’in Uluslararası Adalet Divanı’nda Yargılanma Süreci ve Uluslararası Baskı
İsrail’in Gazze saldırısı tüm boyutları ile savaş suçu teşkil ettiği gerçeğine dayanarak Güney Afrika, dünya kamuoyunun güçlü desteği ile, 29 Aralık 2023 tarihinde, İsrail'in 7 Ekim 2023'ten bu yana Gazze'de yürüttüğü askeri operasyonlarla Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi'ni (BM Soykırım Sözleşmesi) ihlal ettiği bilinciyle İsrail aleyhine BM'nin en yüksek mahkemesi olan Lahey'deki Uluslararası Adalet Divanı (UAD) nezdinde dava açtı. Ayrıca İsrail'in Gazze'de soykırım yapmasını önlemek amacıyla önleyici tedbir kararı alınması için başvuruda bulundu. Dava, İsrail'in de imzaladığı BM Soykırım Sözleşmesi'ne dayanıyor. Bu sözleşmede soykırım, "ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu tamamen ya da kısmen yok etme kastıyla işlenen" bir eylem olarak tanımlanıyor.
UAD, Güney Afrika’nın önleyici tedbir talebine dair kararını 26 Ocak 2024’te açıkladı. Güney Afrika’nın derhal ateşkes talebi kabul görmese de tedbir mahiyetinde alınan bir dizi kararlarla Güney Afrika’nın davasında haklı olduğuna hükmetti ve İsrail'i Gazze'de soykırım eylemlerinden kaçınmaya çağırmakla soykırım şüphesi de teyit edilmiş oldu. UAD’nin kararları kapsamında İsrail’in soykırım teşkil edebilecek faaliyetlerinin engellenmesi ve durdurulması için UAD’nin bağlayıcı talimatları doğrultusunda İsrail tarafından önlemlerin alınıp rapor edilmesi için 1 aylık süre belirlendi. Burada dikkat çekilmesi gereken husus ise İsrail hükümeti soykırım niteliği taşıyan açıklamaların kovuşturmasını UAD’ye raporlamasıdır. Bundan mütevellit Netanyahu’nun kendisinden başlayarak radikal Siyonist ve aşırı dinci bakanlarının soykırım söylemlerini raporlaması gerekecek.
İsrail'in Filistin’de etnik temizliğine sessiz kalan ve suç ortağı olan birçok Batılı ülkelerin başarısızlıkları ve çifte standartları dikkate alındığında, Mahkeme'nin kararı değerli bir istisnadır. UAD nezdinde İsrail aleyhine devam eden dava, İsrail'in Filistinlilere karşı işlediği suçlar, Batılı ülkelerde adalet hususunda farkındalık oluşturma potansiyeline sahip olmakla birlikte uluslararası hukuk ve normları hiçe sayan İsrail üzerindeki uluslararası baskıyı artırmaya destek sağlayacak ve Filistin davasında dünya kamuoyunun dayanışmasının büyümesini tetikleyecektir. Şimdiden Güney Afrika'nın İsrail'e karşı açtığı soykırım davasına Türkiye başta olmak üzere 50'den fazla ülke destek veriyor. Aralarında ABD ve Almanya'nın da bulunduğu diğer ülkeler ise İsrail'in Gazze Şeridi'ndeki saldırılarını terörle mücadele kapsamında değerlendiriyorlar. UAD'nin önleyici tedbir kararı, Alman hükümetinin İsrail'le koşulsuz dayanışmasından bir miktar geri adım atmasına da yol açtı.
Staatsräson: Almanya’nın Yurtta ve Cihanda İsrail Seferberliği
Alman devleti, Holokost'ta 6 milyon Yahudi'nin sistematik olarak öldürülmesinden sadece üç yıl sonra bir Siyonist Yahudi devleti olarak kurulan İsrail'e karşı "özel bir sorumluluk" duygusunu Staatsräson (devlet aklı) kavramı ile tarif ediyor. Eski Almanya Başbakanı Merkel, bu kavramı, 2008’de İsrail parlamentosu Knesset'te yaptığı konuşmada kullanmıştı. Halefi Scholz da 7 Ekim’de hükümet açıklamasında Staatsräson’a vurgu yaparak "Şu anda Almanya için durulacak tek bir yer var; İsrail'in yanındaki yer. İsrail'in güvenliği, Alman devletinin varoluş nedenidir derken bunu kastediyoruz." cümlesini kullanmıştır. Lakin uluslararası hukuk açısından Almanya’nın İsrail’e yönelik Staatsräson teminatı ciddi bir sorumluluk olmasına rağmen, Alman kamuoyuna bunun ne anlama geldiği hiçbir zaman hukuki boyutuyla açıklanmadı. İsrail'le ilişkili Staatsräson, Alman devletinin ayrılmaz bir parçasıysa içselleştirilmesine rağmen anayasal statüye kavuşturulmadı.
Staatsräson’un asıl anlamı, bir devletin kendi politikasını meşrulaştırmak için kendi çıkarlarının önceliğine başvurma, aynı zamanda devlet çıkarlarını diğer değerlere göre önceleme hakkına sahip olmak ve kendi halkına hesap vermekten muaf tutan ilkedir. Tam burada Merkel’in İsrail’e yönelik Staatsräson hamlesi, öngörülü ve ustaca bir hamle olarak yorumlanabilir. İsrail ilişkilerinde Alman hükümeti Staatsräson mührünü kullanarak İsrail’i kuruluşundan beri savaş suçu işleyen bir devlet olmasına rağmen neden desteklediğini kendi kamuoyuna açıklama mesuliyetinden muaf kıldı.
7 Ekim'den sonra Alman siyaseti, özellikle de önde gelen medya kuruluşları ve Alman toplumunun en önemli kurum ve aktörleri, Staatsräson’un uygulayıcısı olarak İsrail'in çıkarları doğrultusunda hiperaktif ve koordineli bir şekilde harekete geçti. Bu aktörlerin amacı Alman kamuoyu nezdinde, antisemitik McCarthycilik (cadı avı) aracılığı ile İsrail'e yönelik her türlü iç eleştiriyi susturmak ve uluslararası arenada aktif diplomasi yoluyla İsrail'i Gazze'de işlediği savaş suçlarından aklamaktır.
Alman Kamuoyunda Antisemitizm Motifli Mccarthycilik (Cadı Avı)
“McCarthycilik” korku siyasetine ve bu siyasetin şekillenmesi ve yaygınlık kazanmasına, 1940'ların sonunda başlayan ve 1950'lerin sonuna kadar ABD’de devam eden komünizm karşıtı şüpheciliği ifade eder. McCarthy'nin çoğu zaman kanıtlanmamış ya da yalan olduğu ortaya çıkan iddiaları, ABD'yi antikomünist histeriye sürükledi. McCarthycilik birçok kişinin işten çıkarılmasına, itibarının zedelenmesine ve hatta hapse atılmasına yol açtı. McCarthy kampanyası ABD'de ifade özgürlüğü ve siyasi özgürlükler için ciddi bir tehdit oluşturdu. Almanya’da ise antisemitizm motifli McCarthyciliğin zemini, “güvenlikleştirme paradigmasının” devreye girmesi ile sağlandı.
Uluslararası ilişkilerde ve ulusal politikada güvenlikleştirme (securitization), devlet aktörlerin kontrol edilmesi gereken siyasi meseleleri "güvenlik" meselelerine dönüştürme sürecidir. Böylece güvenlik adına olağanüstü araçların kullanılmasına olanak sağlanır. Daha somut anlatımla güvenlikleştirme, 1990'ların başından itibaren Kopenhag Okulu olarak adlandırılan grubun merkezi bir kavramıdır. Güvenlikleştirme, egemen siyasi aktörlerin yaptırımları için toplumsal ilgi ve desteği harekete geçirmek amacıyla ilgili meseleleri, nasıl "güvenlik sorunları" olarak sunduklarını göstermektedir. Sözde istisnai veya tehdit edici bir güvenlik durumuna atıfta bulunularak, sorunların ancak demokratik kural ve prosedürleri kısmen devre dışı bırakarak, olağanüstü tedbirlerle kontrol edilebileceği ve çözülebileceği öne sürülmektedir. Olağanüstü tedbirlerin arasında öncelikle antidemokratik uygulamaların devreye sokulması gelmektedir.
Böylelikle 7 Ekim sürecinin başında Alman hükümeti devlete sadık sivil toplum ve ana akım medya kuruluşların çoğunluğunun antidemokratik yaptırımlar hususunda desteğini alarak sorun çıkarabilecek kitleleri gözdağı ve cezai yaptırımlar ile hedef almaya başladı.
Eleştirilmesi suç teşkil eden kavramlar da belirlendi: Antisemitizm, İsrail devletine yönelik antisemitizm, siyonizm ve apartheid). Hedef alınan kitlelerin başında ise Almanya’da yaşayan 5,5 milyon Müslüman işaret edildi. Bu bağlamda birkaç yıldır dillendirilen “ithal antisemitizm” söylemi, devletçi aktörlerin yönlendirilmesi ile ana akım medya tarafından sorunsallaştırılmaya başlandı. Almanya’da ikamet eden Müslümanların potansiyel antisemitik zihniyete sahip olduğu algısı olağanlaştırıldı. Müslümanları ötekileştiren bu anlatıda, etnik Almanların antisemitizmini perdeleyerek Müslümanları günah keçisi olarak damgaladığı bir süreç yaşanıyor. İsrail’e yönelik eleştiri, apartheit yorumları ve antisemitizm kategorisinde değerlendirilerek keyfi tutuklamalar ve cezai uygulamalar devreye girdi. Halbuki Almanya'da antisemitizmin uzun bir geçmişi vardır. Antisemitizm yüzyıllardır Batı coğrafyasında bir sorun olmuştur. Yapılan araştırmalara göre Almanların büyük bir kısmının antisemitik tutuma sahip olduğu tespit edilmiştir. Mevcut konjonktürde antisemitizm Almanya'da aşırı sağcı ve sağ popülist partiler ve hareketler aracılığı ile toplumun merkezinde söylemleştirilip geniş tabana yayılmış olması görmezden geliniyor.
Alman devlet kurumlarının öncülüğünde ifade özgürlükleri üzerindeki baskıların giderek artmasından sadece Müslümanlar muzdarip değil, aynı zamanda İsrail karşıtı diğer kitlelerin de itibarsızlaştırılmaya maruz kalma tehlikesinden dolayı kendi kendilerine oto sansür uygulamayı içselleştirerek sıradanlaştırdığı gözlemleniyor.
Ayrıca, bu yıl içerisinde Federal Meclis tarafından kabul edilmesi beklenen yeni vatandaşlık yasası, antisemitizm ile mücadele ve muhtemelen İsrail devletini benimseme şartlarını da kapsayacak.
İsrail'in Filistin'de daha radikal askeri seçeneklere başvurması senaryosunu göz önünde bulunduran Alman devletinin, şimdiden Almanya'da yaşayan Müslümanların galeyana gelip ayaklanma ihtimalini ciddi bir iç güvenlik sorunu olarak görüp antidemokratik yaptırımlarla önlem alma eğiliminde olması muhtemel.
Almanya’nın Uluslararası İtibar Kaybı: Uluslararası Adalet Divanı Nezdinde İsrail Seferberliği
Modern Almanya’nın dış ve güvenlik politikası, özellikle Almanya’nın birleşmesinden sonra uluslararası sistemin kritik kavşaklarında dönemsel evrilmelere uğramış olsa da uluslararası camianın nazarında hatırı sayılır antimilitarist ve “çok taraflılık” (multilateralism) geleneğini benimsemiş bir soft power olarak itibar görmekteydi.
7 Ekim 2023’ten itibaren Almanya, dünya kamuoyu nezdinde gitgide itibar kaybına uğramaya başladı. İsrail’in Gazze’de soykırıma girişmesinden dolayı dünyanın her köşesinde İsrail protesto edilirken, Alman hükümeti üç maymunu oynayarak suç ortağı olmayı tercih etti. Başbakan Scholz 26 Ekim 2023’te İsrail adına dünya kamuoyuna güven vermek adına şu cümleyi kullandı: "İsrail, kendisine rehberlik eden son derece insani ilkelere sahip demokratik bir devlettir. İşte bu nedenle İsrail ordusunun da yaptığı işlerde uluslararası hukuktan kaynaklanan kurallara riayet edeceğinden emin olabilirsiniz. Bu konuda hiçbir şüphem yok." Aynı cümleyi ezberlemişçesine farklı platformlarda kullandı. Maalesef Scholz, bu konuda yanıltıldı veya bu cümleyi kurmaya teşvik edildi.
Güney Afrika’nın UAD nezdinde dava açtığı gün, Alman hükümeti ana davaya üçüncü taraf olarak müdahil olma niyetini bu cümle ile beyan etti: "Farklı ülkelerin İsrail'in Gazze Şeridi'ndeki operasyonuna ilişkin farklı değerlendirmeleri olduğunu biliyoruz. Ancak Alman hükümeti, Uluslararası Adalet Divanı'nda İsrail'e yöneltilen soykırım suçlamasını kesin ve açık bir dille reddetmektedir. Bu suçlamanın hiçbir dayanağı yoktur." Bu iddialı cümle ile Almanya İsrail’in avukatlığına soyunup dünya kamuoyunun ezici çoğunluğuna meydan okumuştur. Namibya, Almanya’nın kararını ve tavrını sert bir dille eleştirirken, ülkesinde 1904-1908 arasında Almanların 20. yüzyılın ilk soykırımını yaptığını vurguladı ve Almanya'nın kendi tarihinden ders çıkarma konusundaki "yetersizliğini" eleştirdi.
Alman hükümeti, İsrail’e sağladığı koşulsuz destekle Almanya’nın uluslararası itibarını küçük düşürdü ve Almanya’nın özellikle Afrika kıtasında başlattığı "eşitlerin ortaklığı" ticari iş birliği modelini hayata geçirme fırsatını tehlikeye attı. Almanya’nın, başta İslam coğrafyası olmak üzere, uluslararası camianın nazarında soykırım geçmişi olan ve İsrail’in soykırım suçuna ortak olan bir ülke konumuna alçalması üzücüdür.