ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Demokratların başkan adayı olan ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Avrupa’nın ateist, agnostik veya Katolik siyasileri, Yunanistan’ın ve Rusya’nın inançlı-inançsız Ortodoksları, hatta terör saldırısı ve katliama girişmediği sürece Yeni Zelandalı terörist ve aşırı sağcı benzerleri, elbette Çinliler, Japonlar ya da Avustralyalılar, Türkiye’deki turistik her yeri olduğu gibi İstanbul’da Ayasofya Camii Külliyesini de ziyaret edebilirler. Ancak ne ABD’li siyasiler, ne ABD’nin dini özgürlükler raporunun müellifleri, ne Avrupa Parlamentosu’nun milletvekilleri, ne de Yunanistan devlet erkanı “Ayasofya şöyle olmalı” yahut “böyle kalmalı” diye görüş bildirebilirler. Zira Ayasofya Camii Külliyesi hakkında zerre kadar tasarruf hakları yoktur.
İki yıl önce “Ayasofya minarelerden kurtulacak ve Konstantinapol hak edildiği gibi tekrar Hristiyan şehri olacak” sözleri ise ancak Yeni Zelandalının terörist sıfatı dahilinde anlaşılabilirdi, anlaşıldı da! Üstelik ilk hayal kuran o olmadığı gibi son hayal kuran da o değil muhakkak. Mesela 150 yıl evvel, 60 yıllık ömründe dünyanın en güzel romanlarını kaleme alan Dostoyevski’nin “Dördüncü Ivan Kazan’ı ele geçirdikten sonra ne yaptıysa İstanbul’da da aynını yapmalıyız. İlk önce derhal Ayasofya’da bir Hristiyan ayini yapılır, sonra patrik yeni baştan Ayasofya’yı takdis eder” diye kaleme aldığı hayalleri de kağıt üzerinde kalmıştır. Buna mukabil koro halinde ABD’li, Avrupalı yahut Yunanlıların “Müze kalmalıdır” çıkışları da ne uluslararası hukuk ne de Türkiye Cumhuriyeti yasaları dahilinde anlaşılamazdı; zira siyasetin oldu-bitti marjı da bir yere kadardır, nitekim bir yere kadarmış…
Ayasofya 1453’ten bu yana kilise değildir, çünkü Sultan Mehmet 1453’te İstanbul’u fethetmiştir. O İstanbul Fatih’i, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın “Ne Güzel Komutan ve ne güzel asker” diye övdüğü Sultan Mehmet Han’dır. Ayasofya ise fethin sembolüdür. Nitekim Yunanistan’ın sıklıkla ateistliğini beyan eden ve kutsal kitaba basmadan yemin etmiş ilk başbakanı Alexis Çipras Şubat 2019’da, İstanbul’da Ayasofya’yı ziyaret ettiğinde söylemişti: “Burada tarihin ağırlığı (yükü, gücü) hissediliyor”. Hakikat bu işte… Ayasofya Türkler için de Batılılar için de fethin sembolüdür! İnsanlık tarihini çağlara ayıran Avrupalılar için (ki bütün dünyada da büyük ölçüde kabul görmüş bir paradigma) Fatih’in İstanbul’u fethi ya da başka bir deyişle “Doğu Roma’nın düşüşü”, Ortaçağ’ın kapanması ve Fransız İhtilali’ne kadar devam edecek Yeniçağ’ın başlangıcıdır.
Avrupa’nın barış içinde birleşme idealine tutkuyla sarılan, ancak Birinci Dünya Savaşı’na ve İkinci Dünya Savaşı’na tanıklık edip Şubat 1942’de eşiyle beraber intihar eden Stefan Zweig, 1927’de basılan "Yıldızın Parladığı Anlar" adlı kitabında şöyle yazar: “İnsanlık tarihinde yıldızın parladığı bir anı yaşamak için milyonlarca an yaşanmak zorundadır”. Zweig tarihin gidişatını değiştiren bu 12 olayın başında İstanbul’un fethini ve Ayasofya’nın en üst kubbesinde asılı duran haçın boğuk bir gürültüyle mermerlerin üstüne düşerken çıkardığı müthiş sesin kilisenin içinde ve dışında uzun uzun yankılandığını anlatır. “Haçın devrilmesi Batı dünyasını ürpertir, korkutucu yankısı Roma’ya, Ceneviz’e ve Venedik’e ulaşır, oradan da uyarıcı bir gök gürültüsü gibi ta Fransa’ya, Almanya’ya uzanır” der.
Ayasofya’nın Yerlere Serilen Statüsü
Bugün Ayasofya tartışmalarına bakılınca seküler hatta ultra seküler kültürün öne çıktığı Eski ve Yeni Kıta’da 567 yıl sonra dahi bu gürültünün ekosuna takılı kalanların mevcut olduğu gözleniyor. Hadi Eski Kıta neyse Ortaçağ Avrupa’sı o zaman da mevcuttu diyelim. Üstelik onun hafızasında İstanbul var. Fetihten 250 yıl önce Zweig’ın tasviriyle “Haçlıların iliğine kadar soyduğu” bir İstanbul… Ki Ortaçağ’da yaşamış Fransız tarihçi Villehardoin, 1204 Haçlı yağması için “Dünya yaratıldı yaratılalı bir kentten bu kadar çok ganimet kazanılmamıştır” der. Venediklilerin talan ettiği Fransız ve Flamanların talan etmekle kalmayıp her şeyi vahşice tahrip ettiği, kadını, yaşlısı, çocuğu önüne çıkanı katlettiği harabeye çevirdiği İstanbul. Batılı tarihçilerin de hicap duyarak anlattıklarına göre zamanın en büyük mabedi olan Ayasofya’ya katırlarla girdiler. Yağmalamaya duvarlardaki kaplamalardan başladılar, Hazreti İsa’nın havarileriyle Hazreti Meryem’e ait olduğuna inanılan eşyalar, altın ve gümüş haçlar ve kıymetli madenlerden yapılmış ne varsa katırlara yüklediler. Kilisedeki rahipleri öldürdüler, rahibelere saldırdılar. Ortodoks Patriği’nin vaaz kürsüsüne bir fahişe oturttular. İstanbul, 1204’deki bu yağmadan sonra Bizans’ın yerini alan Latin İmparatorluğu’nun başkenti oldu ve bu durum 57 sene devam etti. Bizanslıların “Ayasofya’da kardinal külahı görmektense, Müslüman sarığını tercih ederiz” demelerinin sebebinin de bu olduğu söylenir.
O zaman yağmalananlar bugün başta İtalya olmak üzere muhtelif Avrupa ülkelerinde müzelerde sergileniyor zaten. Dolayısıyla Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Le Drian’ın, “Fransa, Ayasofya Müzesi’nin statüsünün değiştirilmesi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ayasofya’yı Diyanet’e devretmesi kararından büyük üzüntü duyuyor” diye açıklama yapması bu hafıza içinde yer bulabilir. Yahut Fransa’nın Katolik Kilisesi’yle kanlı savaşı sonucunda 130 yıllık katı laiklik anlayışı dahilinde el koyduğu ve binlercesini haraç mezat sattığı, cemaatsizlikten bugün otel, dijital sergi alanı, şarap mahzeni vs. dönüştürülmüş kiliseleri nedeniyle Ayasofya’nın da müze kalması yönündeki görüşü bir nebze anlaşılabilir. Rus Ortodoks Kilisesi’nin Ortaçağ’dan dem vurmasına karşılık da hatırlatmak gerekir; “Bizim Ortaçağımız hiç olmadı!” Rus Ortodoks Kilisesi, Ortaçağ konusunda ancak Katolik muhataplarıyla mesela geçen hafta Pazar ayininde "Deniz aklımı uzaklara götürüyor, İstanbul'a. Ayasofya'yı düşünüyorum ve büyük acı duyuyorum" diye konuşan Katoliklerin ruhani lideri Papa Francesco’yla tartışabilir.
Yeni Kıta’ya, ABD’ye gelince; İstanbul fethedildiğinde daha Kristof Kolomb Amerika’ya ayak basmamıştı. Ayak basmadığı için henüz transatlantik köle ticareti başlamamış, Portekiz, İngiliz ve Fransızlar Afrika’dan gemilerle köleleri taşımamış, Kızılderili katliamları yapılmamış yani Amerika Birleşik Devletleri (ABD) kurulmamıştı. ABD kurulduktan sonra ise Ayasofya’ya dair düşülecek bir tek not vardır, o da Afrikalı kölelerin asırlarca Amerika topraklarındaki acı tarihinin çığlıklarından çıkan caz müziğiyle alakalı olabilir. 1926’da Amerikan Caz Orkestraları Birliği, Ayasofya’yı dünyanın en büyük caz kulübü haline getirmeyi önermişse de kuşkusuz bu müziğe kulak vermesi gerekenler Türkler değil Amerikalılardır!
Fatih Sultan Mehmet Han’ın Mülkü
Ayasofya Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı’na aittir ve külliyeye çevrilmiştir. Fatih Ayasofya'nın bakımı ve burada çalışanların aylıkları için geniş vakıflar düzenlemiştir. İstanbul'da, Galata'da ve Üsküdar'da 2 bin 350 dükkan, 4 kervansaray, 51 hamam, 987 ticari müessese, 32 buzhane ve 22 aşhane’nin (bir tür lokanta) 718 bin 421 akçaya varan toplam yıllık gelirinin tamamı Ayasofya'ya tahsis edilmişti.
Doğu Roma İmparatoru’nun şahsi mülkü üzerinde kurulmuş olan Ayasofya fetihten sonra “kılıç hakkı” olarak alınmıştır. Kılıç hakkı fethedilen bir yerin egemenliğinin fethedene verilmesidir ve dönemin Uluslararası Hukuku tarafından tanınmış haliyle Fatih Sultan Mehmet burayı kendi mülküne geçirmiş ve cami olarak vakfetmiştir. Zaten uluslararası arenada Ayasofya konusunda bugüne kadar ima yollu dahi bunun tersini söyleyen çıkmamıştır. Hukukçularımızın naklettiğine göre 19 Kasım 1936 tarihli tapu kaydında da Ayasofya, “Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseyi müştemil Ayasofya’yı Kebir Camii Şerifi” olarak vasıflandırılmıştır. Ayasofya Vakfiyesi halen Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü arşivinde bu haliyle muhafaza edilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre vakıf mallarının, vakıf senedinde gösterilen şekilde kullanılması esastır. Bu esas hem 25 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararının çıkarıldığı dönemde hem de şu anda yürürlükte olan Vakıflar Kanunu’na göre aynıdır. Yani Ayasofya’nın vakfiyesine uygun şekilde cami olarak kullanıma tahsis edilmesi zaten hukukun gereğidir. Nitekim Danıştay’ın karar gerekçesinde bu durum uzun uzun izah edilmiştir. Mahkeme, “Ayasofya'nın Fatih Sultan Mehmet Vakfı'nın özel mülkiyeti olduğu ve vakfın Ayasofya’yı cami olarak toplum hizmetine sunduğu; devletin vakfedenin iradesini koruma yönünde pozitif yükümlülüğü bulunduğu gerekçesiyle 1934 tarihli, Ayasofya'yı müze olarak halkın hizmetine sunan Bakanlar Kurulu kararının iptaline karar vermiştir.
Kararda;
“Ayasofya’nın, statüsü muhafaza edilerek hukuk düzenimizle güvence altına alınan, özel hukuk tüzel kişiliğini haiz mazbut vakıf niteliğindeki Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı’nın mülkiyetinde olduğu”,
“Ayasofya'nın, vakfedenin iradesi gereği sürekli şekilde cami olarak kullanılması için toplumun hizmetine sunulduğu, bedelsiz olarak kamunun istifadesine terk edilmesi yönüyle hayrat taşınmaz niteliği taşıdığı, tapu belgesinde de cami vasfı ile tescilli bulunduğu”,
“Vakıf senedinin, hukuk kuralı etki, değer ve gücünde olduğu, vakfedilen taşınmazın vakıf senedindeki niteliğinin ve kullanım amacının değiştirilemeyeceği” belirtilmiştir.
Ayrıca, “Devletin, vakıf varlığının, vakfedenin iradesine uygun olarak kullanılmasını sağlama yönünde pozitif yükümlülüğü, vakıf mal ve hakları ile ilgili olarak vakfedenin iradesini ortadan kaldıracak şekilde müdahalede bulunmama yönünde de negatif yükümlülüğünün bulunduğu kuşkusuzdur” denilmiş ve bunun aksi bir durumun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına da aykırı olacağı vurgulanmıştır.
Ayasofya böylece 86 yıl sonra 567 yıl önce bulduğu manaya kavuştu ve yeniden Ayasofya Camii Kebir oldu. Artık Ayasofya Camii Kebir’de namaz vaktidir. Ki tarihçilerin naklettiği üzere Stefan Zweig da İnsanlığın Yıldızın Parladığı Anlar’da tarihte o anı, Fatih’in Ayasofya’ya girişini şöyle anlatır:
“Mehmet bu kiliseyi sonsuza dek Tanrısına adamadan önce hayır duası edecektir. Başı önünde atından iner, yere diz çöker ve dua eder. Sonra yerden bir avuç toprak alıp, kendisinin de ölümlü olduğunu düşünüp, başının üzerine serper. Kulluk borcunu ödedikten sonra ayağa kalkar ve Tanrısının bir kulu olarak, kutsal bilgeliğin mekanına, Justinianus’un katedraline, Ayasofya Kilisesi’ne ilk adımlarını atar.
Sultan bu görkemli yapıyı, yüksek kubbelerini, ışıldayan mermerlerini ve mozaiklerini, loşluğun içinden ışığa uzanan kemerlerini kendinden geçmiş gibi süzer. O anda inancın bu yüce sarayın kendisine değil, Tanrısına ait olduğunu hisseder. Hemen getirttiği imam mihraba çıkar, padişah da Mekke’ye dönerek, bu Hristiyan mabedinde dünyanın tek hakimi Tanrısına ilk namazını kılar”.