Suriye krizinde yeni bir döneme girerken Türkiye de pozisyonunu giderek tahkim ediyor ve krizin çözümünde önemli bir aktöre dönüşüyor. Geride bıraktığımız yedi yıl içinde Türkiye’nin Suriye politikasında birçok kırılma yaşanmıştı. Krizin ilk patlak verdiği dönemde Suriye’yi diğer Arap devrimlerinin bir tekrarı olarak ele alan Türkiye krizin siyasi bir çatışma olarak seyrettiği dönemde Suriye rejimiyle müzakere ederek siyasi çatışmayı askeri çatışma evresine dönüşmeden aşmayı hedeflemişti. Ne var ki rejimin henüz silahlı olmayan demokratik muhalefeti kanlı bir şekilde bastırmayı tercih etmesi Türkiye’nin Suriye krizine olan yaklaşımını değiştirdi. Ankara rejimin sınırlandırılması, muhalefetin rejim karşısında güçlendirilmesi ve rejimin devrilmesi için açık bir şekilde siyasi desteğini ortaya koydu.
Bu dönemden sonra Türkiye, stratejisini rejimin daha fazla zayıflatılması ve devrim hareketinin başarıya ulaşması için muhalefetin desteklenmesi yönünde şekillendirdi. Bu bağlamda muhalefeti hem Suriye içinde destekledi hem de uluslararası alanda muhaliflerin siyasi destek bulması için uluslararası toplumu mobilize etmeyi denedi. Ancak Suriye krizinin siyasi çatışma evresinden askeri çatışma evresine girmesi Türkiye’nin mevcut stratejisini devam ettirmesini zorlaştırmıştı. Özellikle mülteci sorununun ortaya çıkardığı maliyet, uluslararası toplumun Suriye muhalefetine yabancılaşması, Obama yönetiminin 2013 sonrası değişen Suriye stratejisiyle birlikte Türkiye Suriye krizini kendi başına idare etmek zorunda kaldı.
Krizi Geriden İdare Etmek
Silahlı çatışma evresinin en temel özelliği çatışmanın temel olarak giderek silahlanmış muhalefet ile rejim ve İran destekli Şii milisler arasında (az da olsa) seyrediyor olmasıydı. Ancak bu dönemde rejimin Suriye genelinde alan kontrolünü hızla kaybetmesi bu ülke içindeki revizyonist aktörlerin alan kazanmasını beraberinde getirdi. Rejimin PKK/YPG ile anlaşarak Suriye’nin kuzey hattından çekilmesi PKK’nın Suriye’de alan kazanmasını beraberinde getirirken DEAŞ’ın Suriye iç savaşına dahil olması da Suriye krizini bir anda bölgesel ve küresel rekabet sahnesine dönüştürdü. Bu sırada Suriye muhalefeti parçalandı ve aynı anda hem rejim hem de DEAŞ ile yoğun bir çatışmaya sürüklendi. Bu dönemde yaşanan gelişmeler Suriye krizinin Ankara’ya daha fazla maliyet üretmesini de beraberinde getirdi ve Türkiye’nin sınır güvenliği başta olmak üzere mülteci sorununun da giderek derinleşmesine neden oldu.
Başlangıçta Suriye krizinde sorumluluk üstlenen Ankara özellikle PKK ve DEAŞ kaynaklı risklerin çeşitlenmesi ve Türkiye’ye sıçraması nedeniyle yeni bir strateji benimsemek durumunda kaldı. Bu strateji temel olarak Türkiye’nin güvenliğinin risk altına girmesini engelleyecek yöntemleri içeriyordu ve Ankara krizin ülkeye sıçramasını engellemek için “kaçınma” stratejisi izledi. Temel hedef PKK’nın Suriye’nin kuzeyinde daha fazla alan kazanmasını engellemek ve DEAŞ’ın Türkiye’ye yönelik terör saldırılarını sona erdirmekti. Ancak bu dönemde Türkiye söz konusu stratejinin salt diplomatik araçlarla hayata geçirilmesinin mümkün olmadığını anladı. Rusya’nın 2015’te Suriye krizine askeri olarak dahil olması ve İran’ın askeri etkinliğini sahaya daha fazla yayması ise sorunu silahlı çatışma evresinden askeri çatışma evresine doğru dönüştürdü. Öte yandan DEAŞ’ın Suriye sahasında etkinliğini artırması ve alan kontrolünü genişletmesi krizi tam manasıyla uluslararası bir meseleye dönüştürdü.
Bu dönemde bir Rus savaş uçağının Türkiye tarafından Türk hava sahasının ihlali gerekçesiyle düşürülmesi PKK ve DEAŞ tehdidini askeri olarak ortadan kaldırma yönünde belirlenen stratejinin hayata geçmesini daha da zorlaştırdı. Bu dönemde Türkiye bir taraftan muhalefetin arkasındaki desteğini devam ettirmeye çalışırken aynı zamanda Rusya ve İran’ı dengelemeye çalışan bir jeopolitik denklem içinde hareket etmek zorunda kaldı. Daha da önemlisi ABD’nin muhaliflerden desteğini çekerek DEAŞ ile mücadele bağlamında PKK/YPG ile iş birliği yapması Türkiye’nin stratejik önceliklerinde deprem etkisi oluşturdu. ABD’nin YPG’ye silah ve siyasi destek sağlaması PKK’ya bir taraftan DEAŞ karşısında ilerleme imkanı sağlarken diğer taraftan da kuzeyde kontrol ettiği alanları genişletme ve Türkiye’nin sınırı boyunca kendi kontrolünde bir alan oluşturma fırsatı vermişti. Bu durum Türkiye’nin Suriye krizine olan yaklaşımını kökten değiştirdi; “geriden idare etme” ve “kaçınma” olarak belirlediği stratejide değişiklik yaparak krize askeri olarak doğrudan müdahale etmeyi tercih etti. Bu dönemde en büyük meydan okuma Rusya ile yaşanan gerginlik ve içeride FETÖ kaynaklı gelişmelerin Türkiye’yi askeri olarak Suriye’deki tehditlere angaje olmaktan alıkoymasıydı. 15 Temmuz darbe girişiminin bertaraf edilmesi bu iki engeli de ortadan kaldırdı.
ABD ile bu dönemde Suriye sorununa yönelik stratejide yaşanan ayrışma, Washington’ın tercihlerinin bizatihi Türkiye’nin stratejik önceliklerine meydan okuması ve darbe girişimi sırasında takınılan tutum Ankara’nın Suriye stratejisinde köklü bir değişime gitmesini beraberinde getirdi. Bu strateji Rusya ile yakınlaşmayı ve askeri seçeneklerin sahada doğrudan kullanılmasını gerektiriyordu. Uluslararası toplumunun muğlak ve etkisiz politikaları Ankara’yı Moskova ve Tahran’la daha yakından çalışmaya sevk etti. Bu bağlamda ilk hamle Rusya ile ilişkilerin yeniden rayına oturtulmasıyla geldi. Bu Türkiye’nin öncelikle DEAŞ’ı askeri olarak hedef almasını beraberinde getirdi ve sonrasında da Astana sürecinin devreye girmesini sağladı.
Zeytin Dalı Harekatı, Afrin İlçe Merkezi, 18 Mart 2018
Askeri Angajman Dönemi
Askeri olarak Türkiye ilk hamlesini Fırat Kalkanı Harekatı’yla (FKH) gerçekleştirdi. Söz konusu harekatla Türkiye sadece DEAŞ tehdidini ortadan kaldırmakla kalmadı aynı zamanda PKK’nın gücünü daha fazla konsolide etmesinin de önüne geçti. Böylece askeri olarak Suriye sahasında başka inisiyatifler alabileceğini de gösterdi ve özellikle muhaliflerin askeri olarak yeniden organize olmasını mümkün kıldı. Türkiye’nin ikinci önemli hamlesi ise muhaliflerin son derece dağınık olduğu, rejim karşısında güç ve alan kaybettiği, en önemlisi bölgesel ölçekte yalnız kaldığı bir dönemde desteğini muhaliflerden çekmemesiydi.
FKH’deki başarı ve Rusya ile varılan uzlaşıyla birlikte Afrin’deki PKK temizliği Türkiye’nin kazanımlarını stratejik düzeyde pekiştirdi. Afrin operasyonu iki temel sonuç üretti: Birincisi PKK’nın Fırat’ın batısındaki varlığının sürdürülemez olduğunu göstermesi ve silahlı muhalefeti kendi kontrolünde organize etmesiydi. İkincisi de Rusya ve ABD ile kendine has bir ilişki modeli kurmuş olmasıydı. Türkiye bir taraftan Astana süreciyle Suriye’deki konumunu pekiştirirken diğer taraftan kendisini Rusya için kritik bir aktöre dönüştürdü. Öte yandan ABD ile PKK konusunda Fırat’ın doğusunda geri adım atmayan bir strateji izleyerek askeri seçenekleri sürekli masada tuttu. Böylece Suriye krizinde çözüm bağlamında Rusya için, Fırat’ın doğusunda da PKK meselesinde ABD için kritik bir aktöre dönüştü. Bu strateji her iki aktörle de ilişkilerinde Türkiye’nin kazanım elde etmesini sağladı. Rusya ile Soçi uzlaşısı sonrasında İdlib sorununun çözülmesini sağlarken ABD ile Münbiç’ten PKK’nın çıkarılması ve bölgenin Türkiye, ABD ve yerel unsurlarla birlikte yönetilmesi sonucunu elde etti.
Türkiye’nin en kritik hamlelerinden biri ise İdlib’de sorunun çözülmesi için askeri ve siyasi bir inisiyatif almasıydı. Böylece İdlib’de rejimin kapsamlı bir operasyon düzenlemesini engelledi ve yeni bir mülteci krizinin ortaya çıkmasının önüne geçti. Bu Türkiye’nin Suriye krizinde daha fazla öne çıkmasına ve en önemlisi de sorunun dış çevresinde yer alan aktörlerin gözünde konumunu pekiştirmesine neden oldu. Öte yandan İdlib’de radikal grupların elimine edilmesi için çok zor bir sorumluluğu alarak bölgedeki askeri konumunu pekiştirdi. İstanbul zirvesi tam da bu kazanımların somut bir çıktısı olarak gündeme geldi. Zirveye Almanya ve Fransa’nın dahil olmasıyla hem Astana görüşmeleri bağlamında ortaya çıkan çatışmasızlık bölgelerinin ve ateşkesin yeniden konsolide edilmesini sağladı hem de Berlin ve Paris’i Moskova karşısında konumlandırdı. Böylece İdlib anlaşmasından büyük fayda gören Fransa ve Almanya’nın anlaşmaya yönelik desteklerini pekiştirmiş oldu.
Bundan Sonra Ne Olacak?
Artık Suriye krizinin yeni bir evrede olduğunu söylemek mümkün ve bu yeni evrede Türkiye geride bıraktığımız yedi yıla nazaran daha güçlüdür: Birincisi askeri olarak Suriye’nin üç sektöründe varlık göstermesi Türkiye’nin soruna müdahil olan aktörler tarafından dikkate alınmasını zorunlu kılıyor. Bu sektörler arasında İdlib, FKH ve ZDH bölgeleri ve Münbiç başta olmak üzere Fırat’ın doğusundaki muhtemel varlığı yer alıyor. İkincisi Suriye krizinin siyasi çözümü aşamasında Türkiye bundan sonra öyle ya da böyle bütün süreçlerin asli unsurlarından biri olacak. Bu bağlamda muhalifler üzerinde sahip olduğu etki ve kontrol Türkiye’nin pozisyonunu bütün taraflar açısından daha anlamlı hale getirmiş durumda. Üçüncüsü ise Türkiye’nin PKK/YPG’nin Fırat’ın doğusundaki varlığına müsaade etmeyecek olmasının Türk-Amerikan ilişkilerinde belirleyici olacak olması.
İdlib’de Türkiye’nin üstlendiği sorumluluk son derece kritik ve büyük ölçüde Suriye krizi içinde Rusya ile olan ilişkilerinde de belirleyici olacak. Radikal unsurların İdlib’de var olan askeri ve siyasal zemininin zayıflatılması ve Türkiye’nin İdlib sahasını şekillendirmesi aynı anda hem muhalifleri daha güçlü hale getirecek hem de uluslararası toplumun Ankara’ya yönelik desteğini artıracak. Öte yandan FKH ve ZDH bölgelerinde Ankara’nın düzen kurucu bir rol üstlenmesi geçiş döneminde Türkiye’nin daha fazla yer almasını beraberinde getirecek. ABD ile PKK/YPG konusunda Münbiç uzlaşısı büyük ölçüde Washington yönetiminin Fırat’ın doğusunda nasıl bir tavır alacağına bağlı olarak şekillenecek. Eğer ABD mevcut politikalarından vazgeçmezse Türkiye’nin askeri seçenekleri devreye sokması ihtimali daha fazla güçlenecek.
Türkiye’nin sahadaki askeri varlığı, muhaliflerle olan sıkı ilişkisi ve Rusya-Avrupa-ABD arasında kurduğu bağlantıyı sahaya başarılı bir şekilde yansıtabilmesi Suriye krizinin siyasi çözümünde Ankara’yı en önemli adreslerden biri haline getirecek. Türkiye sahanın gerekliliklerini yerine getirdikçe jeopolitik oyunda asli oyunculardan biri haline geliyor. Bunu devam ettirecek dengeli bir dış politika Türkiye’nin kazanımlarını daha fazla pekiştirecektir.